Hayatın anlamı düşünce tarihinin önemli bir uğraşısı olagelmiştir ve bu uğraş üzerinden bir çok bilimsel disiplin ve sanat akımları ortaya çıkmıştır. Bu konuda öncelikli kabul hayatın bir anlamı olduğudur ve bu kabulün üzerine bu anlamın ne olduğu anlaşılmaya çalışılır. Fakat bu kabulü reddettiğinizde tüm bu uğraşıların hiçbir anlamı yoktur.
31 Temmuz 2012

Hayatın anlamı düşünce tarihinin önemli bir uğraşısı olagelmiştir ve bu uğraş üzerinden bir çok bilimsel disiplin ve sanat akımları ortaya çıkmıştır. Bu konuda öncelikli kabul hayatın bir anlamı olduğudur ve bu kabulün üzerine bu anlamın ne olduğu anlaşılmaya çalışılır. Fakat bu kabulü reddettiğinizde tüm bu uğraşıların hiçbir anlamı yoktur.

Zeki Demirkubuz’un Yazgı filminin kahramanı Musa da bu kabulü baştan reddeden bir düşünce yapısına sahiptir. Musa için yaşamın kendisinin bir anlamı yoktur, ve bu anlamsızlığın ortadan kalkmasına dair umut da. Hayatın anlamsızlığının kabulü , kabul edenin hayata yabancılaşması ile doğru orantılıdır. Marx’ta yabancılaşma üretim ilişkilerinde başlar. Üretim araçlarındaki özel mülkiyet ve emek - sermaye arasındaki çelişki işçinin kendisini ortaya koyma, kendisini gerçekleştirme faaliyeti olan üretme sürecine, yani emeğine yabancılaşmasını doğurur. Emeğine yabancılaşan insan önce kendisine daha sonra da topluma yabancı duruma gelir. Hem hayat tekdüze bir hale gelmiştir onun için, hem de bu tekdüzelik ilişkisini bile yaşayan kendisi değildir, kapitalizmle birlikte sosyal alan piyasaya dönüşmüş ve insanlar arası ilişkiler metalar arası ilişkiye evrilmiştir. Marx bu sürece meta fetişizmi adını verir. Bu yabancılaşmanın doruk noktası Kafka’nın böceğe dönüşen kahramanı Gregor Samsa’dır.

Yabancılaşmayı bu şekilde tariflediğimiz zaman bunu ortadan kaldırma olasılığı mevcuttur, zaten Marx bu olasılığı formüle etmiştir. Fakat Zeki Demirkubuz’un Yazgı’sında Musa’nın içinde bulunduğu durumu (yabancılaşma ya da saçmalık) ortadan kaldırma ihtimali yoktur. (Bu noktadan itibaren Yabancı romanı yerine Yazgı filmini konu olarak sabitlemeye çalışacağım, uyarlama olduğu için gerçeğinden söz etmeden üzerine konuşulamıyor) Çünkü Albert Camus için bu yabancı olma hali hayatın kendisidir, yani hayatın kendisi tekdüze anlamsız ve rutindir, ve neden sorusu bu noktada anlamsızdır. Neden sorusunun anlamsız hale geldiği noktada umut da anlamsızlaşır ve Musa bu rutini farkında olduğu halde yaşamak zorunda kalır, ya da yaşamayı tercih eder. Kafka’nın Dava’sındaki çıkışsızlık Musa’nın da hayatının bir parçasıdır. Annesinin ölümüne sevinebilmesinin altında yatan neden , kendisini toplumdışı hale getirebilecek kadar ahlak, din vb. gibi değer yargılarından uzak olmasıdır. Değer yargılarından uzaktır çünkü bunların anlamsız olduğunu düşünür, ona göre tanrı olmadığı gibi ahlak vb. gibi kurallarda yoktur. Televizyon Musa’nın rutininin önemli bir parçasıdır, Demirkubuz sinemasının önemli bir parçası olduğu gibi, ve hayat karşısında da ekran karşısındaki gibi kayıtsızdır. Çünkü onun için hiçbir şey “fark etmez”. Polis’i sevmez çünkü polis iktidardır ona göre ve iktidara karşıdır çünkü inanmaz. Necati’nin sevgilisini dövdüğü sahnede, Sinem telaşlanıp polis çağırmasını ister ama Musa kılını bile kıpırdatmaz çünkü hayatın akışını değiştiremeyeceğinin bilincindedir, yemeğine devam eder ve ilgisini çektiği kadarıyla izler. Bu gibi durumlardaki kayıtsızlık ve iradesizlik Musa’nın bilinçli olma halinden kaynaklanır bu bilinçlilik hayatın absürtlüğünün farkında olmaktır. Musa hiçbir şekilde bu absürtlüğü değiştiremeyeceğinin farkındadır, bu yüzden kayıtsız kalır ve izler sadece. Annesinin ölüsünü izler, çöpü karıştıranları, el arabasıyla yolda giden seyyar satıcıyı, polisten dayak yiyen Necati’yi, Karısının kendisini aldatmasını vb. hep izler. Bu saçmalığın içinde yaşadığının farkındadır ve çeşitli saçmalıklara katkıda bulunmayı da ihmal etmez, çünkü nasıl olsa onun için bir şey fark etmeyecektir. Necati’yi dövenlere silah sıkar, Necati için yalancı şahitliği kabul eder, Sinem'in evlenme teklifini kabul eder ve bu saçmalıkların bir parçası haline gelir, çünkü kendi mevcudiyeti bir saçmalıktır. Albert Camus’a göre intihar etmek de bu saçmalığa son vermez, o yüzden Musa bu saçmalığı sürdürür.

Musa’nın rutinini değiştiren bazı anlar vardır, annesinin ölümü, cezaevine girmesi, evlenmesi vb. gibi, ilk başta bir süre bocalar fakat kayıtsızlığı neticesinde bu yeni hali de rutine bağlar( annesinin öldüğü an). Albert Camus’a göre yabancılaşma insanın hayatın bir rutin olduğunu öğrendiği anda başlıyor.

“Dekorların yıkıldığı olur. Yataktan kalkma, tramvay, dört saat çalışma, yemek, uyku ve aynı uyum içinde salı çarşamba perşembe cuma cumartesi, çoğu kez kolaylıkla izlenir bu yol. Yalnız bir gün 'neden' yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. 'Başlar', işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır, gerisine yol açar. Gerisi, bilinçsiz olarak yeniden zincire dönüş ya da kesin uyanıştır. Uyanışın ardından sonuç gelir zamanla; intihar ya da iyileşme. Tek başına ele alınınca, bıkkınlıkta tiksindirici bir şey vardır. Burada, iyi bir şey olduğu sonucunu çıkarmam gerekiyor. Çünkü her şey bilinçle başlar, her şey ancak onunla bir değer taşıyabilir. Bu saptamaların hiç de yeni bir yanı yok. Ama açık olmaları önemli; bir zaman için uyumsuzun kaynaklarında ufak bir inceleme için yeterlidir bu kadarı. Basit 'kaygı' her şeyin başlangıcındadır.”

Yani Camus için hayat zaten bu yabancılık durumunun kendisidir, kişi için ise bu durumun farkına varmasıyla başlar. Bu söylem çelişkili bir söylemdir, çünkü söylemin kendisi insanın bu makinemsi yaşama uyumsuzluğuna dayanır, yani özcü bir düşünceye. İnsan doğası ya da insanın özü bu hayata uygun değildir ve farkında olduğu andan itibaren kendisini yalnız hisseder ve yabancılaşır. İnsanın bir özü ve doğası olduğuna inanmak, her şeyin anlamsız olduğunu düşünen Musa için çelişkili bir durumdur. Eğer bir insan doğası ve özü varsa bu aynı zamanda bu özü ortadan neyin kaldırdığı ve nasıl bu duruma gelindiği sorularını getirir, ve bu süreç uyumsuzluk halinin ortadan kaldırılması için bir çözüm de doğurabilir. Oysaki Musa herhangi bir çözüme inanmaz, inanmadığı için de kayıtsızdır ve her şeyi oluruna bırakır. Her şeyi oluruna bırakma hali, olur’un kendisinin ne olduğu sorusunu beraberinde getirebilir, yani hayatın bu absürtlüğünün kendisi bilinçli olmayan insanların iradeleri ile oluşuyor muhakkak ki , çünkü tanrıyı reddediyoruz, o zaman madem ki irade ile oluşuyor bu yazgı, Musa’nın yazgısı, neden Musa bu yazgıyı değiştirmesin, neden Musa’nın saçmalığı onun yazgısı olsun , bu da bir başka çelişki. Albert Camus bu uyumsuzluktan kurtulma için tam da umutsuz değil aslında, bilinçlilik halinden sonra iki seçenekten bahsediyor, intihar etmek ve umut etmek , intiharı seçeneğinin hiçbirşeyi değiştirmediğini söylemiştik, o zaman umut etmek nasıl gerçekleşecek bu durumda. Camus’un umudu olan ve mutlu olan iğnsan olarak tanımladığı Sisifos , yunan mitolojisinde yine uyumsuzluğun bilincine vakıf olmuş bir kahraman, onu kahraman yapan bilincine vardığı halde rutininin parçası olmaya devam etmesi ve ölüme gitmesi. Aslına bakılırsa Musa da kahramanlığa oynuyor, mutluluğa ulaşmaya çalışıyor filmde ama başaramıyor. Cinayet suçlamalarını inkar etmiyor, kendini savunmuyor ve idama mahkum ediliyor, eğer idam edilseydi Camus’un Sisifos’u gibi kahraman olacaktı fakat Naim( patron) yüzünden bu durum engellendi ve Musa başarısız oldu. Başarısı oldu çünkü aslında tek çaresi ölmekti, fakat intihar edemeyecek kadar da arzulu idi, bu arzuları tamamen içgüdüsel arzular yemek, sevişmek gibi olan yaşamak arzusuydu, tek umutlu olduğu alanlarda bu arzularıydı. Ölemedi yazgısının ne olduğunu bile bile buna boyun eğemedi, ve farkındalıyla yaşamaya mahkum edildi aslında.

Karanlığı ve kötülüğü hayatın bir parçası olarak görmek, bunu kabullenmekle buna karşı mücadele etmemek birbirinden farklı şeylerdir. Yazgı filminin izleyiciye vermiş olduğu karamsarlık bana göre Demirkubuz’un bilinçli bir tercihi olabilir, Musa öldürtemeyecek kadar bile umutsuz ve karamsar bir hayatın farkındalık bilincini izleyiciye verme uğraşı içerisinde olduğunu düşünüyorum. Musa’nın Sinem ile gittiği filmde hemen arkalarında oturan Demirkubuz, kendi senaryosuyla oluşturduğu Musa’nın yazgısını yakından izleyerek ve bize de izleterek sinemadan çıktığımızda içerisine gireceğimiz kafesin bilincine varmamızı sağlamaya çalışıyor bence. Demirkubuz sinemasında kadere karşı çıkan, yazgısına direnen tek unsur kapanmayan kapılar, fakat bu da Demirkubuz’un kafesinin(senaryo) bir parçası olduğunu, aynı hareketi bütün filmlerinde tekrarlayarak farkına varmamızı sağlıyor.

Musa hapisten çıkıp eve dönüyor, Sinem ile yeniden ekran karşısına geçiyorlar ve Sinem’in bacağı açılıyor. Musa için kafeste yaşamayı sürdürmesinin tek nedeni olan arzuları uyanıyor ve rutin devam ediyor. Musa’nın oluruna bıraktığı rutini ile etrafındaki yan karakterlerin kendi yazgılarını belirlemeleri, hayatta uğraşı mücadele ederek bir şeylere çaba göstermeleri birbiri ile çelişiyor. Zeki Demirkubuz’un röpörtajlarını da takip ettiğim için kendisinin hayata bakış açısının da Musa ile benzerlik gösterdiğini biliyorum. Demirkubuz filmine bu çelişkiyi koyarak aslında kendi yaşadığı çelişkiyi ortaya çıkarıyor bence, Çünkü Necati örneğin dövüyor, dayak yiyor seviyor hayatta tutunmaya çalışıyor, mücadele veriyor, filmde kapılar bile kapanmaya direnip açılıyor, ya da kendiliğinden kapanıyor fakat Musa bütün bunların anlamsızlığına eren bir insan olarak hayatı oluruna bırakıyor, başkalarının iradesine teslim oluyor. Farkına vardığıyla mücadele etmektense farkına vardığına teslim olmak, oluruna bırakmak yani, olurun kendisini oluşturanların işine yaramaktadır. Çünkü aynı şeyi bugün sosyal güvenliği, emeklilik haklarını tasfiye edenler, insanları yoksulluğa mahkum edenler din üzerinden yaparak, insanların bunun yazgıları olduğunun bilincinde olmalarını ve oluruna bırakmalarını örgütleyerek bu süreci sürdürmektedirler. Benzer bir şeyi, kayıtsızlığı yani inançsızlık üzerinden yapmanın da bir farkı yok bence. Biz kendi yazgılarımızı başkalarına emanet ettikçe, hayatımızdaki uyumsuzluk, absürtlük ve aynılık sürüp gidecek, hayatımız kendisini tekrar edip duracak, fakat mücadele etmenin kendisi bile Demirkubuz’un ölümüyle Musa’ya bağışlamadığı, Camus’un Sisifos’a atfettiği o mutluluğu yaşanır kılacak. Sisifos’tan ziyade bence ölüme mutlu giden, Masumiyet’teki mahkumluk halini kabul etmeyen Zagor ile her seferinde onun peşinden giden Uğur’dur.

Kaynakça
1- Sisifos Söyleni, Albert Camus, Can yayınları
2- Yabancı, Albert Camus , Can yayınları

 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)