Sonda söyleyeceğimi en başta söyleyerek başlamak istiyorum. Enter The Void hayatımda seyrettiğim en iyi üç film içerisindeki yerini almıştır. Hayatımda yüzlerce film seyretmişimdir. Ama çok az film bende şöyle bir etki bırakmıştır. "Keşke bu filmi ben çekmiş olsaydım!!".
31 Temmuz 2012

*** Yazı spoiler içermektedir. 

Sonda söyleyeceğimi en başta söyleyerek başlamak istiyorum. Enter The Void hayatımda seyrettiğim en iyi üç film içerisindeki yerini almıştır. Hayatımda yüzlerce film seyretmişimdir. Ama çok az film bende şöyle bir etki bırakmıştır. "Keşke bu filmi ben çekmiş olsaydım!!". Enter The Void da bende bu duyguyu bıraktı. Bırakmak ne kelime. Filmden sonra adeta tornavida yemiş gibi oldum. Benim için en büyük mutluluk ise, bu duygularımı Gaspar Noe'ye bire bir söyleyebilmek oldu. Neyse çok uzatmadan filmimize geçsek iyi olacak.
 
Gaspar Noe, Enter The Void filmini 20 yıl önce kaleme aldığını söylüyor. Dile kolay tam 20 yıl boyunca bu film üstüne çalışmış. 1991 yılında çok ses getiren orta metrajlı filmi Carne'de Philippe Nahon gibi dev bir oyuncuyu oynatmayı başarmış, bu adı sanı duyulmamış yönetmen, o zamanlardan kendi dünyasının ipuçlarını vermeye başlamıştır. İlk uzun metrajlı filmi 1998 yılında Seul Contre Tous  ile gelmiştir. Birçok kişi tarafından bilinmese de sinema tarihinin en sert filmlerinden birisi diyebiliriz. Bu film, Carne filminin uzun metrajlı versiyonudur. Hemen hemen oyuncularda aynı kişilerdir. İntikam vurgusunu kendi diliyle perdeye yansıtan Noe 2001 yılında Enter The Void' i çekmek için girişimlere başlar ama hiç kimse bu filmi çekmeye yanaşmaz.  Noe tekrar uzun metrajlı bir filme el atmak istemektedir. Sonunda Vincent Cassel, Monica Bellucci, Albert Dupontel gibi oyuncularla anlaşır. Bir film çekecektir ama ortada bir senaryo yoktur. Her şey parça parça kafasındadır. Filmin kurgusu bile planlanmıştır. Üstünde uzun yıllar çalıştığı, senaryosu bile hazır olan filme yapımcı bulamamışken, senaryosu olmayan bir projeye yapımcı bulmayı başarabilmiştir. Cassel, Bellucci, Dupontel gibi isimler bu konuda ona yardımcı olurlar. Böylece konusu belli olup ama senaryosu olmayan Irreversible'ı çekmeye başlarlar. Filmin neredeyse tamamı doğaçlama çekilmiştir. Çekildiği yıl içerdiği şiddet öğeleri ile gelmiş geçmiş en rahatsız edici filmler listesinin başına oturmuştur. Bu film kimilerince çok sevilmiş, kimilerince de yerden yere vurulmuştur. Yani bu filmin ortası olmamıştır. Seven çok sevmiş, sevmeyende nefret etmiştir.
 
Irreversible'dan 7 yıl sonra 3. uzun metrajlı filmiyle Gaspar Noe tekrar karşımızda. 2009 yılında 20 yıldır üzerinde çalıştığı Enter The Void nihayet hayata geçiyor. İlk gösterimini, tamamlanmamış kurgusuyla Cannes film festivalinde yapan Noe, ne yazık ki eli boş dönüyordu. Öyle ki Cannes film festivalinde içerdiği şiddet ve sex sahneleri yüzünden nefret ile karşılanmış, birçoklarına göre Noe'nin en kötü filmi olarak lanse edilmişti (bunu kendisi de açıkladı). Ama Noe bunun aksini düşünüyor. Şimdiye kadar çektiği filmler içerisinde en sevdiği filmi olduğunu ve bu filmin üstüne çıkabilecek bir film yapabileceğini de sanmadığını belirtiyor. Bu filmin üstüne çıkar mı çıkmaz mı bilemiyorum ama benim içinde bu filmin hayatımda apayrı yeri olacağı kesin.
 
Küçük yaşta bir kaza sonucu ailesini kaybeden iki kardeş Oscar ve Linda, ayrılmak zorunda bırakılırlar. 20'li yaşlarında Tokyo'ya yerleşen Oscar burada uyuşturucu ile tanışır. İlk zamanlarında kullanıcı olan Oscar daha sonra küçük çaplı satıcılığa başlar. Kardeşi Linda' yı yıllar sonra tekrar bulur ve onu da Tokyo'ya çağırır. Oscar uyuşturucu işine devam ederken Linda da gece kulübünde striptiz şovları yapar. Bir gece Oscar yine uyuşturucu teslimatı yapmak için  gece kulübüne gider. Burada polis baskınında öldürülür... Buraya kadar olan kısım filmle ilgili anlatılacak en basit yol diyebilirim. Bu basitçe anlatımı seyredenler 3 saate yayılmış bir hikâyede kronolojik sıra olmadan seyrediyor. Hem de ne seyretme... Bir kere film daha açılış sahnesiyle biz seyredenleri hipnotize edercesine içine alıyor... Ekranda Underground müzik eşliğinde hızla akan renkli yazılar ve kasvetli bir ortamda balkonda durmuş etrafa bakan bir çift göz. Evet, yanlış duymadınız. Bir çift göz!! Filmde kamera bu gözler... Sanki filmi biz seyredenler oynuyormuşçasına etrafta dolaşıyoruz. Öyle ki perdede göz kapakları açılıp kapandıkça kararmalar bile oluyor... İnanılmaz yaratıcı bir düşünce... Hepsi bu mu? Tabi ki değil. Oscar’ın yatağa uzanıp uyuşturucu almaya başladığı sahnede, sanki biz yatağa uzanmışız da o uyuşturucuyu kullanıyormuşuz hissi uyandırıyor. Hem de ne uyandırma ama... Yaşadığı hazzı, o an neler hissettiğini, onun zihninden, onun gözlerinden öyle bir görüyoruz ki sanki biz izleyenler kendimizden geçmişiz gibi oluyoruz. Bu uyuşturucu sahnesi neredeyse 10 dakikaya yakın sürüyor. Bazıları bu sahneleri gereğinden uzun bulmuş olabilir. Ama Noe işini o kadar iyi bilen bir yönetmen ki, bu sahneleri uzun tutarak seyirciyi neredeyse avucunun içine alıyor. Bu arada Oscar’ın düşünceleri eşlik ediyor. O an aklından geçenleri sanki bizle konuşuyormuşçasına duyuyoruz. Daha sonrasında bir vurulma sahnesi geliyor. Oscar'ın vurulduğu sahnede izleyenler yerinden sıçramakla kalmıyor, resmen üstünü başını kontrol edip "acaba bizde bir kurşun deliği var mı?"  diye baka kalıyoruz. İşte bu vurulma sahnesinden sonra ruh bedenden ayrılıyor.. Yani biz seyirciler artık Oscar'ın gözleri olmaktan çıkıyoruz.. Kendimizi Gaspar Noe'nin o mistik dünyasında bir yolculuğa bırakıyoruz.
 
Tokyo, bu sefer garip bir yolculuğa ev sahipliği yapıyor. Ama gerçek anlamda değil. Yeterince karışık ve karmaşık bir hikâyenin karanlık atmosferini oluşturmakla yetiniyor. Biz seyirciler geçmişle bugün arasında oradan oraya savrulurken, aslında gördüklerimizin, filmin başında Oscar’ ın arkadaşı Alex’in anlattıklarından hiçte farklı olmadığını görüyoruz:
 
"Oscar ile Alex, Void bara gitmek için evden çıkarlar. Merdivenlerden inerken muhabbete başlarlar..."
 
Oscar : Sence Bruno’da DMT’den (kristal şeklinde uyuşturucu) daha sert bir şeyler var mıdır?
Alex : Yapma şunu, beyninin posası çıkacak dostum. En iyisi Ölülerin Kitabı’nı (The Tibetan Book Of The Dead isminde, Tibet inanışlarına göre ölümden sonrasını anlatan bir kitap) bitir sen daha iyi olur. Fakat büyük yolculuğa çıkmak için ölümü beklemen gerek.
Oscar : Kitap kafamı karıştırdı. Kısaca nasıl izah edersin?
Alex : İzahı o kadar da kolay değil. Temel olarak, öldüğünde ruhun bedenini terk ediyor. Başlangıçta tüm hayatın gözünün önünden geçiyor. Hayatının sihirli bir aynada yansıması gibi düşün. Ardından bir hayalet gibi devam ediyorsun. Çevrende olup biten her şeyi görüyorsun. Her şeyi duyuyorsun. Ancak yaşayanlarla iletişim kuramıyorsun. Daha sonra ışıkları görüyorsun. Farklı farklı renkte ışıklar. Bu ışıklar; seni var oluşun diğer mertebelerine çıkaracak olan kapılar oluyor. Ancak çoğu insan, aslına bakarsan bu dünyayı çok sevdiklerinden, buradan başka bir yere gitmek istemiyorlar. Bu durumda yolculuğun berbat yolculuğa dönüşüyor. Bu durumdan tek kurtulma yolu da reenkarne olmak. Aklına yatıyor mu?
Oscar : Sanırım... Bilemiyorum. Berbat yolculuk ne oluyor?
Alex : Berbat yolculuk yalnızca kabuslardan oluşuyor. Kafayı yiyorsun. Gerçeklik tek korkun oluyor. Acayip korkuyorsun. Zihnindeki şeyler gerçekleşiyor gibi. Bu noktada, asla ölmemiş olmayı diliyorsun. Sonra bazı yeni ışıklar görüyorsun. Sevişen bir çift olarak karşında duruyorlar. Karınlarından ışık çıkıyor. Onlara yaklaşırsan, gelecekteki olası hayatından bazı kesitler görüyorsun.(Tibet inanışında insanlar deja-vu yaşadıklarında, aslında doğmadan önce gördükleri o kesitleri hatırladıklarına inanıyorlar)  Sana en mantıklı gelen hayatı seçiyorsun. Son olarak kendini bir rahimde buluyorsun. Reenkarne oluyorsun. Hikâyenin sonu. Temel olarak bunu sonsuza dek tekrarlıyorsun. Ta ki döngüyü kırmaya başarana kadar.
Oscar : Yani bu dünyadan sonsuza dek çıkamayacağımızı mı  söylüyorsun? Dünya haricinde hiçbir şey yok mu yani?
 
Gaspar Noe, müthiş kurgusunu, inanılmaz anlatıcılığını,  görüntüleri kullanmadaki ustalığını buralarda öyle bir gösteriyor ki, bizlere sanki bir ruhun zihninde dolaşıyormuşuz hissi uyandırıyor. Kamera açıları hep biz olayların içindeymişiz gibi aktarılıyor. Yeri geliyor bir kuş gibi oradan oraya uçuyoruz. Oscar’ın zihninden geçmiş yaşantısını, boşluk içinde ki kâbuslarını, birbirine bağlantılı ama farklı farklı zaman dilimleri içerisinde görüyoruz. Örneğin eski bir sevişmesini hatırlarken, gördüğü göğüsler nedeniyle bir anda çocukluğuna gidiyoruz ve annesinin kardeşini emzirmesini seyrederken görüyoruz. Zihninde yaşadığı her anı hemen bir başka anının çağrışımını yapıyor. Olabildiğince sert, olabildiğince şiddet dolu bir dünya bu. Hele bir kaza sahnesi var ki filmde sürekli karşımıza çıkıyor. Her çıktığında da biz seyirciler oturduğumuz yerden havalara sıçrıyoruz. Noe bu kaza sahnesi için şunları söylüyor. "Yakın bir arkadaşım annesinin kaza sonucu kafasının koptuğuna şahit olmuş. Bu olay onu o kadar etkilemiş ki sürekli aklına o an geliyormuş. Bende bundan etkilenerek o kaza sahnesini birçok defa perdeye taşıdım. Yani o anlar, sürekli zihninde bu anı yaşayan Oscar'ın hisleri."
 
Gaspar Noe, kendi diliyle anlattığı bu mistik dünyada izleyenlere hazzı, duyguları, ölümün soğukluğunu öyle bir yaşatıyor ki, filmin sonunda kendimize gele bilmek için biraz zaman geçmesini bekliyoruz. Bunu hiçte abartarak söylemiyorum. Gerçekten de seyredenler filmin sonunda neye uğradıklarını  şaşırıyorlar. Noe’nin daha rasyonel, daha mantıklı bir hikâye anlatmak gibi bir derdi yok. Örneğin bunu daha açılış jeneriğinde bile hissettiriyor. Açılışta önce diğer filmlerinden de aşikar olduğumuz Thomas Bangelter'ın uğultulu melodileri eşliğinde yazılar hızlıca akar gider. Jenerik bitti derken, bu sefer en baştan LFO'nun underground bir parçası girer ve jenerik neon ışıklar eşliğinde, tekrar hızlıca akmaya başlar.Yeniden doğuşa jenerikle bile gönderme yapmak kaç kişinin aklına gelir ki acaba? Özellikle filmin son 20 dakikası tam anlamıyla hard porno diyebiliriz. Öyle ki vajinanın içinden bir penisi bile görebiliyoruz. Birçokları, bu seks sahnelerindeki amacı anlayamadığı için, ağızlarına geleni söylüyorlar. Ama filmin sonunda, Oscar'ın yeni bir bedende dünyaya gelişine tanık olduktan sonra  o sahnelerin ne amaçla gösterildiğini, çok daha iyi anlıyoruz.
 
Gaspar Noe bu filmle benim için gelmiş geçmiş en iyi yönetmenler içerisinde yerini almıştır. Kendisine has anlatımlarıyla, dünyada kendi tarzını yaratmış bir kaç yönetmenden birisi olduğunu, rahatlıkla söyleye bilirim. Zevksizliğin belli bir estetiğe, melodramın soylu bir seyirliğe dönüştüğü bu filmde sürekli hareket eden kamerası, müthiş ışık kullanımları, kulaklarımızdan hiç eksik olmayan çınlama şeklindeki melodileri, insan sabrını zorlayan gerçekçiliği ve oyuncu yönetimleri kusursuz bir şekilde Noe'de birleşiyorlar. Bu filmi çekmek için 20 yıl beklemiş. Herhalde bende bu filmin etkisini atmak için bir 20 yıl uğraşırım gibime geliyor!!
 
Benim için filmde ki en etkili sahne Oscar’ın vurulduğu sahne diyebilirim. Bu sahnede ki Oscar’ın zihninden duyulanlar ve Noe’nin inanılmaz görüntüleri unutulmaz gerçekten. Uyuşturucu satmak için gittiği barda polis baskını olur. Oscar hızla tuvalete koşar ve kapıyı kitler. Polisler dışarıdan kapıya vurmaktadır. Oscar’da elindeki malları hızlıca tuvalete dökmeye çalışmaktadır. Uzun bir bağrış çağırıştan sonra bir el silah sesi duyulur. Sırtından giren kurşun Oscar’ın göğsünde bir delik açarak çıkar. Oscar kanlı ellerine bakmaktadır. Bu sırada aklından geçenler perdede duyulmaya başlar...

Oscar : Beni vurdular... Ölemem. Beni vurdular mı? Öldürdüler mi? Vurdular mı beni? (Bu sırada yere devrilir. Oscar’ın gözlerinden hareketsizce duran kanlı ellerini görmekteyiz. Bir yandan da git gide zayıflayan kalp atışları duyulmaktadır.) Bu şekilde ölmek istemiyorum. (Bu sırada yanına bir polis gelir ve nabzını kontrol eder, Oscar’ın gözlerine bakar.) Yardım edin... Kız kardeşim var... Elimde kan var!! Kanımı test edeceklerdir. Uyuşturucu aldığımı anlayacaklar. Belki de beni yakalayıp hapse tıktılar. Bunlar polis, değil mi? Bana tecavüz de ederler... Yanlış bir şey yapmadım. Kimseyi incitmedim. Hayat berbat! Kolumu hissediyorum. Bu gerçek olamaz. Kesin tribe girdim ben (kafası güzel anlamında), bu ... Dmt’nin etkisi bu. Hala hayattayım.. Ölüyorum!! Öldüm mü?? Gerçek değil bu, hayal. Linda,kız kardeşim.. Yardım edin. Beni eve götürün. Ölmek istemiyorum... Bu şekilde ölmek istemiyorum... (iyice zayıflayan kalp atışları sonunda durur ve ekran kararır.)

Kaynak
Tamer Erçığ
 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)