İyidir, güzeldir, hoştur şu bizim Yeşilçam; sevecendir, içtendir, candır... Fakirden, mazlumdan, sevenden, sevilenden, doğrudan, dürüstten, âlimden, haklıdan ve haktan yanadır. Zalime, merhamet yoksunu buzdan kalplere, sevenleri ayırana, kalleşe, haine, onursuza lanet okumuştur yıllar yılı.
31 Temmuz 2012

İyidir, güzeldir, hoştur şu bizim Yeşilçam; sevecendir, içtendir, candır...
Fakirden, mazlumdan, sevenden, sevilenden, doğrudan, dürüstten, âlimden, haklıdan ve haktan yanadır.
Zalime, merhamet yoksunu buzdan kalplere, sevenleri ayırana, kalleşe, haine, onursuza lanet okumuştur yıllar yılı.
Zengini asla sevmemiştir; çünkü zenginler acımasızdır, zenginler küstahtır, zenginlerin dini imanı paradır,  iktidar hırsı bürümüş gözleri aşk ve sevgiyle bakmayı bilmez.
Bir Yeşilçam filminde, zengin adam ayni zamanda iyi kalpli ve alçak gönüllü ise (Hulusi Kentmen, Nubar Terziyan vb.), kesinlikle yoksulluktan gelmiştir.Yeşilçam’ın tonton ve yufka yürekli patronları, geçmişte çektikleri sıkıntıları, nereden nereye geldiklerini asla unutmazlar; "Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli" sözünü düstur edinmişlerdir.İbretiâlem olsun diye, çalışma odalarının bir yerinde, genelde tam arkalarında,  sokaklarda şerbet, turşu vb.sattıkları  günlere ait birer resim sergilerler.

Yeşilçam filmleri, özünde "Parayla saadet olmaz" sözünü temel ilke olarak benimsemiştir.Önemli olan sevgidir, dayanışmadır, iyi niyettir, kanaatkârlıktır.Bunlar yoksa, para her zaman tek başına mutluluk getirmeyebilir.Lüks apartman dairelerinin, arabaların görkemine, şık kıyafetlerin cazibesine kapılıp giden, ruhunu paranın satın alma gücüne teslim eden film karakterlerinin yaşamı, her daim facia ile nihayete ermiştir.

Yeşilçam, zenginlik uğruna doğru yoldan saparak batağa saplanan muhteris ruhların ders niteliğindeki trajik hikayeleri ile doludur.
Peki, Yeşilçam neden her zaman doğru ve haklının yanında saf tutmuştur? Neden bu kadar hümanist ve didaktiktir? Neden maneviyatı bu derece yüceltmiştir? Fakirliği neden kutsamış, zenginliği neden aşağılamış ve tabir-caizse servet düşmanlığı yapmıştır? Neden filmlerin sonunda kötüler mutlaka cezasını bulur, iyiler geç de olsa kazanır?
Sebep çok basit aslında...
Çok yüzeysel ve basit bir bakış açısı ile sebep şudur:İnsanlığa olması gerekeni göstermek, iyi ve optimal olana yöneltmek, eğitmek sanatın en klasik işlevlerinden birisidir.
Bu bağlamda, Yeşilçam üzerine düşeni layıkıyla yerine getirmiştir.
Peki, sinemamız böylesine ulvi değerlerin savunuculuğunu ve toplum geneline yayma misyonunu salt sanat için mi, sanata olan saygısından dolayı mı üstlenmiştir?
Cevap yine çok basit...
Hayır...
Çünkü, Yeşilçam bir "halk sineması"dır.Bu sektörü senelerce ayakta tutan ve besleyen, düşük ve orta gelir düzeyine mensup halk yığınlarıdır.Doğal olarak da sektör, orta sınıf tipik bir Türk vatandaşının duygularına, kültür seviyesine, beklentilerine, hasretlerine, aşklarına, vb.uygun kalıp filmler üretmiştir.
"Ah nerede o eski filmler", "Eski filmlerde saflık vardı, farklı bir tat, büyü vardı" gibisinden özlem dolu iç çekişlerle yâd ettiğimiz Yeşilçam masalı, maalesef biraz da ekonomik sebeplerle pembe renge boyalıdır; sahte bir samimiyet içerisindedir.

Bir diğer ifade ile Yeşilçam, senelerce "tribünlere oynamıştır."
İşte bu yüzdendir ki filmlerimiz; abartılı, aşırı ve yapış yapış bir duygusallık, melankoli, fedakârlık, iyimserlik vb.ile yoğrulmuştur.
Bu doğrultuda Yeşilçam,  yapmak istediklerine en elverişli alt yapıyı hazırlayan "melodram" öğelerini ana motif olarak kullanmış, daha açıkçası bu türe can simidi gibi sarılmıştır.
www.vikipedia.org sitesinde melodram şu şekilde açıklanmıştır:
"Ağlatı ve dramın bozulmuş, karikatürleştirilmiş biçiminden ortaya çıkan sinema türü. Ağlatı gibi insanı öteden beri ilgilendiren sorunları, insanlığı altüst eden duyguları ele alır, ancak bunu yaparken son derece yalın, belirgin bir yol izler. Melodram her şeyi kalıplar içinde ele alır. Dünya, iyiler ve kötüler olarak kesinlikle ikiye ayrılmıştır. İyiler çok iyi, kötüler çok kötüdür. Her adımda beklenmedik bir rastlantı, kahramanın işini kolaylaştırır.

Sinemacılar kimileyin bir tür, daha çok bir anlatım yolu olarak melodramdan yararlanmaktadırlar. Melodramatik tutum, dramın karikatürleştirilmiş biçimi olduğu kadar gerçeğin de karikatürleştirilmiş biçimidir. Sinemacı gerçeği, bütün varsıllığı, karmaşıklığıyla anlatamadığında, çıkış yolu olarak melodrama başvurur. Böylelikle, doğrudan doğruya melodram türünde çevrilmemiş filmlerde, iyi niyetli sinema yapıtlarında bile melodram öğelerinin yer aldığı, zaman zaman melodram özelliği gösteren gülünçlüklere başvurulduğu ya da başlangıçta sağlam bir gidişi olan filmin, sonunda melodrama dönüşmesine sık sık rastlanır.

Her olayı, durumu veya duyguyu kaba çizgileriyle ve belli kalıplar içinde ele alan melodramda insanlar iyiler ve kötüler olarak olarak kamplaştırılmıştır. Bu iki grup arasındaki mücadelenin sonucu en baştan bellidir. Hiç akla gelmedik rastlantılar, karmaşık ilişkiler, birbirini takip eden acıklı ve sevinçli durumlar ve basmakalıp karakterler melodramların olmazsa olmazlarıdır. Film boyunca binbir zorlukla karşılaşan iyilerin başına gelmedik şey kalmaz ama sonunda ortaya çıkan sürpriz bir kurtarıcı (kişi veya olay) her şeyi tatlıya bağlar."

Gerçektende, Yeşilçam; "bu kadar da olmaz ki" dedirten tesadüfleri, akla hayale gelmeyecek binbir çeşit durum ve tiplemeleri ile yıllarca seyirciyi üzmeyi, ağlatmayı, sinirlendirmeyi, güldürmeyi, sevindirmeyi, eğlendirmeyi, heyecanlandırmayı başarabilmiştir.

Bunu yaparken de mantık, fizik, tıp, hukuk vb.kurallarını çiğnemekte hiç beis görmemiştir.
İşte size  oldukça çarpıcı bir itiraf, hem de birinci ağızdan, duayen senarist Bülent Oran’dan...
"Biz birtakım mantıksızlıklar yaptık doğru. Ama bütün bunları hesap ederek, bilerek yaptık. Bilmeden yanlış birşey yaparsan bunu seyirciye yutturmak zordur. Mesela kız kör olur da yahut erkek kör olur da kız, hemşire diye yanına gelir. Normal olarak insanlar telefonda bile alo deyince seslerinden hemen karşısındakinin kim olduğunu farkeder. Bunun değişmez bir formülü vardı. Kız hemşire olarak kör delikanlının yanına gelir, konuştuğu zaman delikanlı irkilir. "Bu ses bana yabancı gelmiyor" der. Kız da der ki, "ses sese benzer." Öyle dediği zaman seyirci rahatlar . Ben hukuk okudum. Bir sürü filmde bile bile şu yanlışı yaptım. Birini mirastan mahrum etmek ister baba ya da anne, seyirci de bunu istiyordur. O mirası falanca yoksula ya da şu kıza versin diye. "Seni mirastan mahrum ediyorum" der, ötekine verir. Şimdi burda bir avukat der ki; "bunlar salak mı, mahfuz hisse diye bir şey var. Hiçbir zaman mirasın tamamını kendi üstünden birine en azından üçte birini veremezsin. Şimdi ben şunu hesaplıyorum, salonda beşyüz kişi varsa, bunların iki tanesi avukatsa bunlar salak cahil diyecekler ama dörtyüz doksan sekiz kişi kendi isteği doğrultusunda olduğu için filmi beğenecek. Yani bazı mantıksızlıkları bilerek yaptık, bilmezsen yutturamazsın. Mesela Yeşilçam'ın kendine göre bir tıbbı vardır. Gerilim artsın diye gider hastaneye, doktor der ki birbuçuk aylık ömrün var. Allah Allah niye iki ay değil, beş ay değil de birbuçuk ay. Seyirci bu gerilim içindeyken birşey olur, ansızın iyileşir. Bunun da mantığı yok. Fakat seyirci o kızın ya da erkeğin iyileşmesini istediği için onun mantığını düşünmez, rahatlar. Yani böyle birtakım yanlışları bilerek ve çok hesaplı olarak yaptık. Filmlerin iş yapması için. Çünkü biz masala benzeyen bu filmleri bir çeşit seyirciyi kendi sıkıntısından uzaklaştırarak ona umut verecek tonda çalıştık."(1)

Şunu da belirtmek gerekir ki, Bülent Oran ayni röportajda, özürlü tiplemelerin Amerikan ve Fransız sinemasında da var olduğunu, kendilerinin bunları alıp kendi kültürümüze göre uyarlayıp abarttıklarını da belirtmiştir.

Kısaca "Yeşilçam klişeleri" olarak adlandırılan bu durum ve tiplemeler, o yıllarda ciddi ciddi izlenirken 80’ler itibarı ile sarakaya alınmaya, parodilerle küçümsenmeye başlanmıştır.Diğer yandan, çeşitli çekim ve devamlılık hataları, amatörce ve özensizce yapılmış çekimler, kötü oyunculuklar da, alaylardan nasibini fazlasıyla almıştır.(Ancak, çekim ve devamlılık hataları konusunda Yeşilçam’a bu kadar da yüklenmemek gerekli.Zira, bu tür hatalara sadece bizde değil, Amerikan Sineması’nın en önemli yönetmenlerinin filmlerinde dahi rastlamak mümkündür.)

SENARYO ZAAFLARI
Halk arasında  "klasik Türk filmi" olarak nitelenen standart bir Yeşilçam senaryosunda; Bülent Oran’ın da onayladığı üzere, türlü mantıksızlıklara, müspet ilim dallarına aykırı unsurlara, gerçek hayatta gerçekleşmesi milyonda bir ihtimal tesadüflere rastlamak çok kanıksanmış bir durumdur.Yeşilçam’ı Yeşilçam yapan biraz da bu özelliğidir; olumsuz da olsalar bunlar filmlerimizin tadıdır, tuzudur, biberidir, baharatıdır, aromasıdır.

Bunun yanı sıra, senaryolarda göze çarpan bir başka özellik; tam anlamı ile bir "mantık hatası- mantıksızlık"  olarak kabul edilemese bile akıl, fikir, izan sınırlarını fazlasıyla zorlayan "abes" durum ve tiplemelerin varlığıdır.

Bazı filmlerde;  seyirciyi etki altına alacak, galeyana getirecek mahiyette çelişki veya çatışma yaratma, filmin iletisine uygun bir duruma veya sonuca varabilme, daha da açık söylemek gerekirse duygu sömürüsü adına senaryolarda rasyonellikten rahatsız edici derecede uzaklaşılmış, senaryolar amaca uygun olarak  eğilmiş bükülmüş, zorlanmış, "kastırılmıştır".
Aşağıda hizmet ettikleri amaçları ile beraber örneklendireceğim bu zorlama ve abartılar, filmlerin inandırıcılığını ciddi şekilde zedelemiştir.
İlk örnek ; nereden tutsanız elinizde kalacak senaryosu ile Nasıl İsyan Etmem (1982-Temel Gürsu) filminden...

Konu, meşhur"Kaç para ulen flut" vakası...
Olay şu: Üç çocuğu, karısı ve annesiyle beraber yaşam mücadelesi veren Hasan (İbrahim Tatlıses), oğluna bir flüt bile alamayacak kadar çaresiz olmasına içerlemektedir.Teselliyi meyhanede aradığı günlerden birinde rakı içerek sarhoş olur, "kaç para ulen flut, oğluna bir flut alamayan adama adam mı denir?" diyerek ağlar,dövünür.Meyhanede demlenen diğer garibanları da derdine ortak eder.Hep birlikte hüzne gark olurlar.

Oysa, rakıya vereceği para ile oğluna rahatlıkla bir flüt alabilecektir.
Bu flüt davası üzerine aslında espri eklemeye gerek yok.Çünkü, olay başlı başına karikatür gibi.İnternet ortamındaki bazı sözlük ve video paylaşım sitelerinde de enine boyuna didiklendi.
Aslında, belki de biz haksızlık ediyoruz.
Nereden biliyoruz ki, o sahnede rakıyı Hasan’a bir arkadaşının ısmarlamadığını?
Ancak, filmde bize böyle bir bilgi verilmediğine göre varsayımlarla hareket edemeyiz.
O halde, bir kere de biz hep bir ağızdan Abdurrahman Palay dublajını taklit ederek senarist Arda Uskan’a soralım ayni soruyu...Kaç para bir flüt? Ve ardından şu soruyu ekleyelim? Bir duble rakı kaç TL?
İlkokul yılları 80’lere tekabül edenler iyi hatırlar, Cem blok flütleri vardı.Fiyatını tam hatırlamıyorum ama adam batıracak  bir fiyatı yoktu.

Yaptığım araştırmalara göre, bugün 4 veya 5 TL’ye dahi iyi kötü bir flüt almak mümkün. Bir duble rakı ise ortalama 8-9 TL civarında.
Yani, Hasan  o gece bir duble rakı az içse problem kalmayacak.
Peki amaç ne bu sahnede? Oğluna bir flüt bile alamayacak durumdaki babanın trajedisini gözler önüne sermek...Sadri Alışık argosu ile söylenecek olursa da seyircinin "hissiyatının frenini patlatmak."
Görüldüğü üzere, bu sahnede herhangi bir mantıksızlık yoktur.Hasan, meyhane sahnesinden bir önceki sahnede karısına "Nafakamızı flute mi yatıralım haa ?" diye sorarak zaten ekonomiden bihaber olduğunu göstermiştir.(!) Flüt fiyatları hakkında piyasa araştırması yapmamıştır, rakı keyfinden  feragat etmeye de  niyetli değildir.Belki de içkiye ayırdığı parayla oğluna flüt alabileceği aklına bile gelmemiştir.
Ayni filmden bir başka ilginçlik...

Bizim jönler; eline, beline, diline pek sadıktır.Hele de, arabeskçi jönlerimizle bu konuda hiçbirisi yarışamaz.Zaman zaman sevgilileri ile gayrı meşru ilişkiler yaşayıp çocuk sahibi olsalar da, aşklarına ve çocuklarına ne pahasına olursa olsun sahip çıkarlar.(İstisnaları elbette var.Mesela Ferdi Tayfur, Ben de Özledim filminde, aşık olmadığı halde alkolün etkisiyle de olsa maalesef Banu Alkan’ı iğfal ederek arabeskçilerin yüz karası olmuştur.)

Hasan da; senaryo icabı son  derece namuslu, çoluğunun çocuğunun nafakasından başka düşüncesi olmayan kaya gibi  sağlam bir delikanlıdır.
Ailesi uğruna işlemediği suçu üzerine alarak hapishaneye düştüğü ilk zamanlar, ziyarete gelen karısı Emine (Meral Orhonsay), kendisini çok özlediğini söylediğinde şöyle bir karşılık verir:"Özlemek, sevgi gibi laflar lüks bizim için kadın...Çocuklar nasıl onu söyle."
Yani bu derece aşktan, meşkten, kendinden vazgeçmiş, libidosu düşük birisidir.Hasan için sevgi emek değil yemektir, ailenin rızkını ve geleceğini düşünmekten kendini düşünecek hali kalmamıştır.
Hapishanede geçen uzun yıllar boyunca bağrındaki ateş hiç sönmez, acıları katlanarak çoğalır.
Tahliye olduğunda artık yaşayan bir ölü gibidir.
Hapishane arkadaşlarının yardımı ile yitirdiği oğlu ve kızını aramaya başlar.Oğlunu uzaktan da olsa görüp acılarının katmerlendiği günün gecesi (muhtemelen), arkadaşları onu çalgılı-çengili bir randevuevine götürür.Randevuevindeki görmüş geçirmiş muhabbet tellalı (Muzaffer Civan), uzun yıllar hapiste yatan bir erkeğin bazı ihtiyaçları olduğu söyleyerek Hasan’a güzel bir kız önerir.
Evet, filmde bize sunulan karakter yapısı itibarı ile, bu teklif karşısında Hasan’dan beklenen şudur:"Ben kahrımdan geberiyorum, sen bana ne teklif ediyorsun ulen" diye kükreyerek adamın gırtlağına yapışmalı, ortalığı dağıtmalıdır.
Fakat, Hasan hepimizi hayal kırıklığına uğratarak, eline tutuşturulan viski şişesiyle güzel kızın odasına girer.

Amaç: Odadaki kız, Hasan’ın öz kızıdır.Baba ile kızı yıllar sonra, hem de utanç verici bir şekilde karşıya karşıya getirmek suretiyle seyircinin yüreğinin dağlanması hedeflenmiştir.Bu doğrultuda da Hasan’ın karakter özellikleri ile oynanmıştır.

Güler misin Ağlar mısın (1975-Osman F.Seden)
Rasim Usta (Kadir Savun), yörenin eli sıkı zenginlerinden Cemal’in (Ali Şen) yanında senelerce inşaat işleri yaparak hayatını kazanan, kasabalı tarafından çok sevilen babacan bir adamdır.İki kızı ve eşi ile beraber Cemal Bey’in evinde kira ile oturmaktadır.
Günlerden bir gün, Cemal Bey Rasim Usta’nın evini yıkarak "mini golf sahası" yaptırmaya karar verir.(Mini golf golfün küçüğü, golf de mini golfün büyüğüdür.)
Haberi duyan Rasim Usta, doğal olarak çok üzülür.Haklıdır da.Şüphesiz ki evden atılmak, yeni bir ev bulmak kolay değildir.Fakat, başta Rasim Usta olmak üzere ailenin tepkisi şaşırtıcı boyutta abartılı olur.Alınan haber, sanki evin yıkılacağı değil de aile fertlerinden birinin ölümcül bir hastalığa yakalanmış olması kadar bomba etkisi yaratır.Herkesi derin bir keder duygusu sarar.Usta, başını iki elinin arasına alarak Karadeniz’de gemileri batmış gibi kararır da kararır.
Durum vahimdir gerçi,  ancak o kadar da ümitsiz değildir.
Evden atılacağını öğrenen bir şahıs, ilk olarak ne çare düşünür?
Elbette, yeni bir ev bulmak...
"Madem evden atılıyorsun, neden yeni bir kiralık ev aramıyorsun be Rasim Usta?"
Maalesef, başta Rasim Usta olmak üzere oyuncu kadrosundan hiç kimsenin aklına ev aramak gelmez,hatta  lafı dahi edilmez.Sanki, topyekün bir akıl tutulması yaşanmaktadır.
Rasim Usta ne bir emlakçıya gider ne  sokak sokak dolaşıp ev arar, ne de eşe dosta haber salar.Zaten kasabada herkes tarafından sevilen birisidir, talebi halinde kasaba halkı seferber olacak, bu sayede eğer mevcut boş bir ev varsa bulmak nispeten kolaylaşacaktır.Ayrıca, elinde evi onarmak için kenarda biriktirdiği bir miktar para da mevcuttur, yani kaparo problemi de yoktur.
Ama hiçbir çaba göstermez, çareleri tüketmez.Direkt olarak parkta, sokakta, Büyük İskender’in evinde kalmayı, kasabayı terk etmeyi düşünür.
Seyircinin, yaşanan olumsuzluğa inanması ve üzülmesi için bütün umudun gerçekçi anlamda tüketilmesi gerekmektedir.
Rasim Usta için çırpınan sevgi kelebekleri Zeki veya Metin’den birisi, yeni bir ev bulunana kadar aileyi evlerinde bir süre misafir etseler dahi sorun çözülecektir.(Gerçi, Metin yarım ağızla, ustanın kızına "hemen evlenelim, biz de kalın der" ama fazla ısrarcı olmaz.)

Amaç: Sokakta yaşamak zorunda kalan bir ailenin dramından hareketle, insanların vefasızlığını, vurdumduymazlığını sergilemek ve konut sorununa dikkat çekmektir.Netice itibarı ile hiçbir şeye dikkat çekilemediği gibi Zeki’nin, olayın anlam ve önemine binaen attığı  nutuklar ile Cahit Berkay’ın ağlayan yaylı tamburu destekli dramatik sahneler  boşa gitmiş, havada asılı kalmıştır.
Evsiz kalma durumu hakkında bir başka akla ziyan hadise, Yakışıklı (1987-Orhan Aksoy) filminde yaşanır.

Maddi yetersizlik ve evsizlik problemine rağmen evlenen Selim (Kemal Sunal) ve Aliye (Ayşegül Uygurer) ilk gecelerini kamyonet kasasında geçirirler."Kamyonet kasasında gerdek gecesi" elbette ki konut sorununun ulaştığı boyutları gözler önüne sermek amacıyla bilinçli olarak abartılmış, sembolik bir durumdur.Ancak, "sosyal sorunlara parmak basıyoruz" gerekçeli olsa da kantarın topuzunu bu derece kaçırmanın, saçmalamanın alemi  yoktur.

Hangi kadın ömrünün en mutlu gecesini böylesi namüsait bir ortamda yaşamak ister? Bu ne hastalıklı bir kabullenme duygusudur? Selim, nasıl bir adamdır ? Hiç mi erkeklik gururu  yoktur? Yanında kendisi olsa dahi, genç ve güzel karısının neredeyse sokak ortasında, türlü tehlikelere açık bir yerde gecelemesine gönlü nasıl razı olur?
Anladık para yok, ev yok. Ama, insan; o gece hatırına imkanlarını biraz zorlar, borç alır, orta halli bir otelde kalır.Bir arkadaşından evini bir geceliğine tahsis etmesini rica eder.Böyle özel ve güzel bir amaç uğruna borç verecek, evini açacak arkadaş da bulunur, akraba da bulunur.
Yakışıklı filminin aksine, bir başka Kemal  Sunal filmi olan 1989 tarihli Kartal Tibet’in yönettiği Gülen Adam’daki mobilize ev fikri ise gayet hoş, dengeli ve yaratıcıdır.

Çaresizler (1973-Natuk Baytan)
Kadir (Cüneyt Arkın), alemin en namlı ve gözü pek kabadayısı olup piyasadaki haracı tek başına toplamaktadır.Kadir sorununu kökten halletmek isteyen mafya, bu zor görevi hapisten yeni çıkmış eski belalılardan Osman’a (Ahmet Mekin) verir.
Görev gerçekten zordur, zira Kadir mangal gibi bir yürek sahibi, yaman bir adamdır.Bilek gücü ile Kadir’i saf dışı bırakmak neredeyse imkansızdır.Ancak, tabanca diye bir icat da vardır ve Kadir’de en nihayetinde  etten kemikten yaratılmış bir fanidir.Ayrıca, Kadir diğer mafya babaları gibi yeraltında, gizli kapaklı korunaklı mekanlarda ve yanında "köpek"leri ile değil; ortalık yerde, orada burada "Haymana Beygiri" gibi gezinip durmaktadır.
Yani, Kadir’i pusuya düşürüp keklik gibi avlamak işten bile değildir.Mafya, emrinde bu işi yapacak sürüyle adam beslemektedir.
O halde Kadir’i temizleme görevi neden yaşlı ve çaptan düşmüş Osman’a verilir?

Amaç: Osman, Kadir’in öz babasıdır.Baba ve oğulun yıllar sonra böylesi yürek tırmalayıcı bir sebeple boğaz boğaza gelmeleri ve sonradan gerçeği öğrenerek birbirlerine kenetlenmeleri hiç kuşkusuz senaryoya büyük renk ve heyecan katacaktır.

Yalan (1982-İbrahim Tatlıses)
Yusuf (İbrahim Tatlıses) ile Safiye (Perihan Savaş)  enstitüden arkadaştırlar.Yusuf yoksul bir gençtir ve geceleri taksicilik yapmaktadır.
Safiye’nin babası hakimdir , Yusuf’a nazaran ekonomik ve sosyal durumu daha üst seviyededir.Yusuf, Safiye’yi içten içe sevmektedir.
Filmin büyük çoğunluğu Adana’da geçer.
Safiye’nin doğum gününe davet edilen Yusuf, "ne hediye alayım acaba" diye vitrinlere bakınırken küçük bir sokak köpeği görür ve Safiye’nin defter kabındaki şirin köpek resmini anımsar.Hediye olarak bu köpeği vermeye karar verir.(Kararda, Safiye’nin defter kabı kadar Yusuf’un likidite sorunu da önemli bir faktördür.)
Köpeği eve getirir, yıkar paklar, boynuna kurdele bağlar, son derece sakil bir mukavva kutunun içine koyar, (Enstitüde okuyorsun Yusuf.Biraz ince düşün!..)  köpek hava alsın diye bıçakla kutuyu deler.
Safiye’nin evine geldiğinde parti başlamıştır.Daha kapıda iken Safiye’nin kucağındaki sevimli süs köpeğini fark eder.Üstelik  köpek, zengin züppesi Bülent (Tuğrul Meteer) tarafından hediye edilmiştir.
"Elalemin zenginleri bak nasıl cins köpek hediye ediyor.Biz de para yok ki anasını satayım.Getire getire sokak köpeği getirdik, rezil olacağız" duyguları içerisinde partiye katılmaktan ve köpeği hediye etmekten vazgeçer.
Tam bu noktada flüt skandalı benzeri "hediye köpek" skandalı patlak verir.
Kıza doğru düzgün bir hediye alacak parası olmayan Yusuf, bu moral bozukluğu ile soluğu Nasıl İsyan Etmem’deki Hasan gibi meyhanede alır.Hem bu seferki,  Hasan’ın gittiği meyhaneden daha hâllice bir mekandır.(Ocak başı)
Orada içtiği yetmiyormuş gibi  yanına da bir büyük yolluk yapar.(Ne diyelim sana artık.Kıza bir tek gül almayı düşünemeyecek kadar kaba olmana mı yanalım,yoksa meyhanelere yüklü hesap ödeyip sonra da "fakirim ben, fasfakirim edebiyatı" yapmana mı?)

Amaç: Seyircinin duygu dünyasında sarsıntı yaratmaktır. Ayni filmle devam edelim.
Safiye ile Yusuf parkta gezerken iki şehir magandası güpegündüz Safiye’yi  kaçırmaya kalkar.(Bu arada bu nasıl bir kaçırma anlayışıdır? Durup dururken onca milletin içinde, koskoca kızı testi gibi kollarından tutarak kaçırmaya kalkışmak akıllı adam işi midir? Zaten Yusuf da, "Dağ başı mı burası?" diye gayet doğru bir tespitte bulunur, izleyicinin hislerine tercüman olur.
Çıkan arbedede Yusuf elini kana bular ve mahkum olur. Akabinde, Yusuf ile Safiye artık sevgilidir.
Yusuf hapishanede gün sayarken Safiye’nin babası emekliliği sebebiyle İstanbul’a taşınmaya karar verir. Safiye, Yusuf’un tahliye gününü hasretle beklemektedir ve Yusuf’a şöyle bir söz verir:"Tahliye gününde  Adana Gar’ına giren ilk trenle sana döneceğim"
İkili bu arada sürekli mektuplaşmaktadır. İstanbul’a taşındıktan kısa bir süre sonra, Safiye’nin babası ölür.Safiye’nin halası (Diler Saraç), Safiye’yi zengin ve yaşlı bir adamla evlendirmek istemektedir.Bunun için, Safiye’ye, Yusuf’un öldüğüne dair bir mektup yazar veya yazdırır.(Mektupların üzerinde geldiği şehrin damgası olmaz mı? Bu mektubu atmak için Adana’ya kim gitti? Hala, bu mektup işini nasıl tertipledi, kime yaptırdı?)

Dolayısı ile tahliye günü Adana Gar’ına giren ilk trende Safiye yoktur. Yusuf, bir gün bekler, iki gün bekler. Safiye gelmez.Yusuf umutla bekler, aylarca bekler, saç sakal birbirine girmiş halde bekler de bekler. Ömrünün sonuna dek beklemeye kararlı gibidir. Eve barka uğramaz olur, Adana Garı artık onun evi gibidir.Orada yatar kalkar ve Safiye’nin trenden ineceği günün hayaliyle yaşar durur.
İkilinin mektuplaştığını daha önce belirtmiştim. Yani, Yusuf Safiye’nin adresini bilmektedir. O halde neden günlerce, aylarca meczup bir halde gar köşelerinde gençliğini çürütür? Ortada bir sorun olduğu açıktır. Otobüse atlayıp Safiye’yi bulsa olay aydınlığa kavuşacaktır. Çözüm bu kadar basittir.
Ama, Yusuf kendine acı çektirmekten zevk aldığından olsa gerek, çocukların bile akıl edeceği bu seçeneği değerlendirmeye gerek görmez.
(Bu filmde kızı aramayı akıl edemeyen veya üşenen İbrahim Tatlıses, bir yıl sonra çektiği Günah adlı filmde ise dansöz sevgilisini görebilmek uğruna Urfa-İstanbul güzergahında saatlerce direksiyon sallar.)

Amaç: İlahi bir aşkla sevdiğini bekleyen adamın yitip gidişini resmetmektir.Daha da önemlisi, umudun insan yaşamındaki önemini vurgulamaktır.
Senaryo hataları görmezden gelinirse, Adana Gar’ında geçen sahneleri başta olmak üzere Yalan, aslında gayet güzel bir filmdir. Tren istasyonları ve garlar, sinematografik açıdan güzel resimler almaya elverişli mimari yapıları ile doğal birer film platosu gibidir; bu filmde de, ilk kez kamera arkasına geçen, acemi yönetmen İbrahim Tatlıses tarafından gereğince değerlendirilmiştir.

Hababam Sınıfı Tatilde (1977-Ertem Eğilmez)
Filmin  başında okula yeni gelen edebiyat öğretmeni Avni (Avni Yalçın), Hababamcılarla maç yaptıktan sonra paçaları sıvalı vaziyette öğretmenler odasına girer.
Girer demem lafın kibarcası, Avni Hoca odaya girmez, pervasızca dalar.
Tam da Mahmut Hoca’nın karşısına oturur, ayaklarını havlu ile kurular ve çoraplarını giyer.Mahmut Hoca ile girdiği diyalogda da gayet lakayt bir tutum içerisindedir.
Herşeyden önce bu ne terbiyesizliktir, bu ne densizliktir, bu ne küstahlıktır!..Genç bir öğretmen , yeni geldiği ve kendisinden yaşça çok büyük hocalarla dolu bir ortamda (akranları da olsa bir şey değişmezdi) nasıl bu kadar rahat davranabilir? Kendisinin de öğretmen olması ona bu hakkı verir mi?
Daha ilk dakikada kabalığı ile antipati toplayan bu adam, bir iki sahne sonra idealist kişiliğini ortaya koyar.
Avni Hoca, neden bu kadar çelişkili biçimde karakterize edilmiştir?
Bu olayın ilk yönü.
Diğer ve daha ilginç, kabul edilemez olan ise şu?
Mahmut Hoca, bu adamı doğrudan doğruya öğrenci zanneder.Oysa, okulda yaşı geçkin öğrencilerin bulunduğu sınıf Hababam’dır.Bu sınıfın öğrencilerinin tamamı Mahmut Hoca tarafından çok iyi bilinmektedir. Yani, bu adamın Hababam mensubu olmadığı aşikardır.
Diğer yandan Kel Mahmut gibi yılların kurt hocası, sadece Hababam’ı değil, okuldaki bütün öğrencileri az çok tanıyacak kapasitede zeki ve tecrübeli bir adamdır.
Ayrıca, Avni okula yeni kaydolmuş bir öğrenci de olsa kayıt esnasında mutlaka Mahmut Hoca tarafından görülecektir.
Aralarında geçen konuşmalarda Mahmut Hoca, Avni’ye "sen bu okula yeni mi geldin?" diye de sormaz. Anlaşılan odur ki, Avni, Kel Mahmut tarafından okulun mevcut öğrencilerinden birisiymiş gibi değerlendirilmiştir.

Peki, pos bıyıklı ve hiç de öğrenci kılığı olmayan bu adama  Mahmut Hoca neden hiç sorgulamadan okulun öğrencilerinden birisiymiş gibi muamele yapar? Zaten ukala olan Avni’nin ekmeğine yağ sürer?

Amaç: Filmde, genel olarak Mahmut Hoca-Avni Hoca çatışması yaşanır.İki karakterde, okul filmlerinin klasik teması olan "geleneksel öğretmen tipi-eğitim anlayışı" ile bu kalıpları kırma amacındaki idealist öğretmen tipinin temsilcileridir.(Diğer filmlerde zafer idealistlerin olurken, Hababam Sınıfı Tatilde filminde haklı çıkan Mahmut Hoca olur.Çünkü, Mahmut Hoca göründüğü gibi sert ve otoriter değil, müşfik ve yufka yürekli birisidir.Eğitim anlayışı da, modern ve öğrenci odaklıdır.Bunların farkına varan Avni, hatasını anlar ve Mahmut Hoca’dan özür diler.)
Amaç, zıt kutuplarda olan  veya ilk etapta olduğu öngörülen bu iki unsuru, beraber görüntülendikleri ilk plandan itibaren karşı karşıya getirmektir. Sonuçta, olan Mahmut Hoca’ya olmuş, kırk yıllık  karizması  yerle bir edilmiştir.

Güneşin Tutulduğu Gün (1983-Şerif Gören)
Manav kızı Sevgi (Müjde Ar) giyim mağazasında tezgahtarlık yaparken, içinde debelendiği sefaletten çıkmak için en kolay yol olan fahişeliği tercih eder. Bir süre işler yolunda gider, para kazanır. Ancak, baba baskısı neticesi evi terk ettiği gece sokak çocuklarının tecavüzüne uğrar, bir çöplükte ölü olarak bulunur.
Sevgi, fahişelikten elde ettiği geliri ailesi için kullanırken bir yandan da biriktirmiştir. Evden kaçtığı gece, sokaklarda çaresizlik içerisinde kıvranmasına gerek yoktur. Çünkü, herşeyden önce otele gidecek kadar parası vardır.
Bu filmle ilgili Agah Özgüç’ün yorumu da benzeri noktalara dikkat çeker: "Gören’in gerçekçi insan portresiyle, Müjde Ar’ın kenar mahalle kızı tipine getirdiği yorumla, film dikkati çeker. Ama filmin ve fahişeliğin finali her zaman tartışılır. Çünkü böyle bir son, gerçeğin dışındadır. Abartılmıştır... Günümüzde gizli fahişelik yapan her kadın köşeyi kolay yoldan dönüyor. Çoğunun altında son model arabaları, katları, paraları var... Kaldı ki Sevgi gibi feleğin çemberinden geçmiş bir kadının bu yaşamda tanıdığı zengin işadamları peşindeyken, onlara sığınmayıp bir çöplükte çırpınması tutarsız kalıyor"(2)

Amaç: Amaç, çok açıktır.Her ne şart altında olursanız namuslu yaşamaktan vazgeçilmemesi öğütlenmiştir. Aksi takdirde neler olacağı en acı haliyle gözler önüne serilmeye çalışılmıştır. 

                                                (DEVAM EDECEK)

                                               
1-Sadık Yalsızuçanlar’ın Bülent Oran’la gerçekleştirdiği "Yeşilkanlı Adam’ın Sırrı" adlı söyleşiden alınmıştır.
2-Agah Özgüç,Türk Sineması’nda Cinselliğin Tarihi, s.203

 

Kaynak
Eylül Fırtınası
 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)