"Toptan fiyatına perakende hayaller pazarlayan, görüntülü fotoroman bezirgânı". Özellikle entelektüel kesimdeki yerleşik Yeşilçam algısı, maalesef bu doğrultudadır ki pek de haksız bir yargı sayılmaz. Yeşilçam bu algıyı kendisi yaratmıştır.
31 Temmuz 2012

"Toptan fiyatına perakende hayaller pazarlayan, görüntülü fotoroman bezirgânı"

Özellikle entelektüel kesimdeki yerleşik Yeşilçam algısı, maalesef bu doğrultudadır ki pek de haksız bir yargı sayılmaz. Yeşilçam bu algıyı kendisi yaratmıştır.
Ancak, Yeşilçam'ı salt "zengin kız- fakir erkek" ve türevlerine indirgeme anlayışı, en hafif tabirle "isabetsiz bir genelleme",  en sert tabir ile de "cehalettir."
Yeşilçam sadece; fahiş fiyata "pembe panjurlu ev" satabilmek için tek ayağının üzerinde kırk yalan çeviren, hinoğluhin bir emlakçı gibi görülmemelidir.
İnsanlığa olması gerekeni göstermek, iyi ve optimal olana yöneltmek, eğitmek sanatın en klasik işlevlerinden birisidir" demiştim ilk bölümde.
Aynı basite indirgenmiş bakışla sanatın bir başka klasik işlevi ise şudur: Muhalefet etmek, karşı durmak... Farkında olmak... Görmek, duymak, bilmek... Kral çıplak diyebilmek... Oyun bozmak...
Bu anlamda da Yeşilçam üzerine düşeni layıkıyla yerine getirmiş; cesur, kararlı ve gerçekçi bir duruş sergilemiştir.
Sansürün ve karasal siyasi iklimin en çetin koşullarda hüküm sürdüğü yıllarda dahi sinemacılarımız bozuk düzeni sorgulamış, bu düzenden beslenen kan emicilerin ipliğini pazara çıkarmıştır.Vurguncular, karaborsacılar, siyasi iktidara sırtını dayayarak palazlandıkça palazlanan türedi  patronlar, Yeşilçam'ın öfkeli kameralarından kurtulamamıştır.
Siyasetten bağımsız olarak da  yaşamın tatsız ve acımasız yanları; tüm çıplaklığı, çirkinliği ile  perdeye yansıtılmıştır. (Osman F.Seden, 1974 yılında çektiği Erkekler Ağlamaz ve özellikle Çirkin Dünya  filminde  Sam Peckinpah'la yarışacak seviyede şiddet öğeleri kullanmıştır.)
Yeşilçam; şiddet gösterisi yapmaktan kaçınmamış, perdeyi kana bulamaktan çekinmemiştir.(Bu konuda, teknik yetersizliğine rağmen Hollywood'la yarışır.)
Töre, örf  ve âdetlerle kaynaştırılmış, zor çözünen bir kimyasal yapıya sahip geleneksel ilişkiler sistemimiz;  bize özgü, Doğu'ya özgü bir "suç üreten bataklık" gibidir.
Bundan dolayı, Hollywood veya diğer Batı dünyasına ait sinemalardan farklı olarak, bireysel veya mafya tipi örgütlenme kaynaklı suçlar dışında,  bizde suç ve suça iten sebepler, yerel kültürel yapı itibarı ile çeşitlilik gösterir.
Yeşilçam'da namus temizleme maksatlılar başta olmak üzere cinayet, yaralama, adam veya kız kaçırma, tecavüz (haneye dahil),  soygun,  dolandırıcılık vb.eksik olmaz.
Bütün bu hengame, hır gür, çatışma içerisinde polislerimize, jandarmaya, hâkim, savcı, avukatlara büyük görev düşer.Bütün yük onların üzerindedir.
Şimdi, Yeşilçam'da kolluk kuvvetleri ve adli makamlar nasıl çalışır? Senaryo gereği, ne tür davranışlar sergilerler? Ne derecede başarılı olurlar? sorularına cevap arayalım.

Yeşilçam'da hâkim, savcı ve avukat üçlüsü
Hâkimlik mesleği, hukuki bilgi ve birikimin yanı sıra birtakım kişilik özellikleri de gerektirir.Çünkü, hüküm tesis edilirken, hukuki argümanlar kadar hâkimlerin vicdani kanaatleri de belirleyici rol oynar.Bundan dolayıdır ki hâkimler sıradan insanlar  değillerdir(olmamalıdırlar), her koşulda tarafsızlıklarını koruyacak ve adalet duygusundan sapmayacak derecede olgun ve bilge bir kişiliğe sahip olmaları bu onurlu mesleğin en birincil şartıdır.
İddia, savunma ve karardan müteşekkil "adalet sacayağı"nın en hassas noktasında duran hâkimler; Yeşilçam'da, işgal ettikleri makamın yüceliği ile doğru orantılı olarak önemsenmiş ve değer görmüşlerdir.
İstisnasız  tüm Yeşilçam hâkimleri, beyazperdede, vicdan sahibi ve katıksız birer adalet aşığı olarak tezahür etmişlerdir.
Dürüstlük, insan sevgisi ve yufka yüreklilik diğer ayırt edici özellikleridir.Babacan, cana yakın ve güven duygusu telkin eden bir duruşları vardır.Fiziki olarak da sevimli ve nur yüzlüdürler.
Tarafsızlıklarına gölge düşürecek durumlarda gözlerini kırpmadan davadan el çekerler.
Her ne kadar "koskoca bir hâkim" olsalar da, öncelikle insandırlar.
Yeşilçam usülü hakim figürünün tüm bileşenlerini gözleyebileceğimiz en güzel örnek, hiç şüphesiz Osman F.Seden'in 1965 tarihli Şaka ile Karışık filmindeki meşhur mahkeme sahnesinde karşımıza çıkar.
Ofsayt Osman'ın (Sadri Alışık) efsanevi tiradını başından sonuna sükunetle dinleyen Hâkim (Selahattin İçsel), "Adaletine, insanlığına kurban olayım Hakim Bey!.. Bu da mı gol değil?"  repliğinden sonra aşka gelir, elini masaya vurur ve golü geçerli sayar.
Selahattin İçsel bu sahnede ağlamakla ağlamamak arasında gidip gelir.
Ancak, her Yeşilçam hâkimi, Selahattin İçsel kadar metanetli duramaz.Hâkimlerimiz, yeri geldiğinde  kürsüye cüppeye rağmen gözyaşlarını tutmakta zorlanırlar.
Garip (1986-Memduh Ün) filminde Kemal Sunal'ın, Ofsayt Osman benzeri trajik tiradı, hâkim Seyfettin Karadayı'nın gözlerini doldurur. (Tabi ki, gözlerinin dolması kararını değiştirmez, yasalar neyse onu uygular.)
Yeşilçam hâkimlerinin bir başka özelliği, tatlı-sert halleridir. "Susuuun!...Şimdi atarım dışarı haaa..." repliğini sıkça kullanırlar. Ancak, bu sadece bir tehdit olarak kalır, mahkeme salonundan birilerinin çıkarılması ile sonuçlanmaz.
Sinemamızda, hukuki konuları derinlemesine konu edinen film sayısı azdır.Suç, suçlu, adalet kavramlarına ilişkin önermeler yüzeyseldir.Suç işlenir, hâkim de cezasını verir.Yeşilçam'ın suç ve ceza kavramlarına yaklaşımı, kişileri suça iten toplumsal sebepleri sıralamakla sınırlıdır. "Suç ve ceza", felsefi bir yaklaşımla sorgulanmaz.Mahkeme sahneleri, senaryo gereği filmin kısa bir bölümünü oluşturur. Oysa, Amerikan Sineması, adalet kavramını kamu vicdanı nezdinde tartışmaya açan, oldukça  gösterişli duruşma sahneleri geleneğine sahiptir. (Judgment  at Nuremberg 1961-Stanley Kramer, And Justice for All 1979-Norman Jewison)
Bu bağlamda Reis Bey (1988-Mesut Uçakan) filmi, sinemamızda parmakla gösterilecek yapımlar arasındadır. Yanlış verdiği kararla suçsuz bir adamı idama götüren Reis Bey (Haluk Kurtoğlu), mesleğinden istifa eder. Necip Fazıl Kısakürek'in eserinden sinemalaştırılan filmde, bir hâkimin vicdanı ile yüzleşmesine şahit oluruz. Ancak, teatral öğelerin çok fazla ağır bastığı ve iletisinin tamamen diyaloglara yüklendiği Reis Bey, iyi niyetli ama sinemasal açıdan zayıf bir filmdir.
Yeşilçam'da, adalet mekanizmasının iddia makamını teşkil eden savcılar, hâkimler kadar karakteristik tutum ve davranışlar sergilemezler.Hâkimlere nazaran daha mekanik ve profesyoneldirler; duygularını pek belli etmezler, sempatik ve şefkatli değildirler.
"Şu an sanık sandalyesinde oturan bu masum görünümlü kadın, aslında melek yüzlü bir şeytandır.Bu kadın; bir cemiyet düşmanıdır, namuslu insanların arasında yeri olmamalıdır" gibi ağır ve edebi açıdan süslü püslü cümlelerle ithamlarda bulunmak, en belirgin özellikleridir.Tek amaçları sanığa en ağır cezayı verdirebilmektir.Yaklaşımları objektiftir; kanunun emrettiği, her zaman vicdanlarının sesini bastırır.
Meslek ahlakı, hâkimlerimiz için olduğu kadar savcılarımız içinde en önemli değerdir.
Halit Refiğ'in 1986 yılında  çektiği Yarın Ağlayacağım filmi, bir savcının özel yaşamını ve  yer altı dünyası ile olan mücadelesini konu edinmiş ilginç bir filmdir..Savcı Kemal (Kadir İnanır),  öldüğünü sandığı babası ile yıllar sonra "savcı-sanık" olarak karşı karşıya gelir.Kemal, yaşadığı iç hesaplaşma sürecinde, "Bodrum Hâkimi Nevin" gibi ilkelerini ön planda tutar, şerefine leke sürdürmez.
Atıf Yılmaz'ın 1977 yapımı Yangın filmi de, Savcı Selçuk'un (Ayhan Işık) benzeri ikilemlerini yansıtan bir film olarak dikkate değerdir.
Adalet savaşının savunma hattını oluşturan avukatlar; maalesef hâkim ve savcılar gibi hakkaniyet duygusu ağır basan kişiler olarak idealize edilmemiştir.
O halde, son söyleyeceğimi ilk baştan söyleyeyim: Yeşilçam, avukatları sevmez.
Yeşilçam'a göre avukatlar, şeytanın avukatıdır. Mesleki bilgi ve yeteneklerini adaletin tecellisi için değil, birtakım kişi veya kuruluşların menfaatleri için kullanırlar. Genelde mafya içerisinde yer alırlar, örgütün yasa dışı faaliyetlerini kitabına uydurma konusunda beceriklidirler.
Cinayetin bir başka kişi tarafından üstlenilmesi durumunda, suçu üstlenen kişiye nasıl ifade vereceğini öğretirler.Kaypak ve zayıf karakterlidirler.
Peki, Yeşilçam söz konusu avukatlar olunca neden bu kadar cesurdur? Hâkim ve savcılar  "adaletin yılmaz savaşçıları" olarak yüceltilmişken, avukatlar neden tu kaka edilmiştir?
Bütün hâkim ve savcılar zemzem suyuyla yıkanmışçasına pirüpakdır da, bir avukatlar mı çiğ süt emmiştir?
Sebep, şu olabilir: Hâkim ve savcılar, kamu adına yargı ve iddiada bulunurlar.Organik olarak da, birer kamu görevlisidirler.Avukatlar ise, ücret karşılığı, hukukun sanığa sağladığı hakları kullanılmasına aracılık ederler.En nihayetinde amaç, kamu düzeninin sağlanması olsa da, avukatlar konumları gereği bazen suçlu olduğunu bildikleri kişileri dahi savunma tercihinde bulunabilirler.
Yeşilçam, kamu görevlilerini eleştirme konusunda titiz ve temkinli  davranmıştır. Çünkü, Türkiye'de bazı kişi ve kurumlar tabu haline getirilmiştir. Eleştirilmeleri başa bela açabilir.Hele ki; bakan, hâkim, savcı, ordu mensubu gibi kişiler bir film karakteri olarak boy gösterecekse hassasiyet dozu arttırılmalıdır.
Söz gelimi, Teyzem (1986-Halit Refiğ) filminde, psikolojik sorunlar yaşayan  Üftade (Müjde Ar), emekli ordu mensubu olan üvey babası Recep (Mehmet Akan) tarafından tacize uğradığı sanrısına kapılır. Sansür tarafından yasaklanan bu taciz sahnelerinde üvey baba Recep, askeri üniforma giymektedir. Filmin senaristi Ümit Ünal,  07.11.1986 tarihli Milliyet Gazetesi'ne verdiği röportajda konu ile ilgili görüşlerini şöyle dile getirir. "Benim, filmde oldukça anlamlı bulduğum simgesel bir sahne var. Bir düş sahnesi. Bu sahnede, ataerkil aile sistemi, belki biraz ürkütücü görüntülerle simgeleştiriliyor. Sanıyorum sansürü bu sahne ve üvey babanın mensup olduğu meslek grubunun niteliği rahatsız etti."

Yeşilçam'da polisler, jandarmalar
Daha öncede belirttiğim gibi, Yeşilçam'da suç oranı oldukça yüksektir.Bu bağlamda; zanlı ve zanlıların izini sürmek, iğne deliğinden bulup çıkarmak ve adalete teslim etmek, yani işin en meşakkatli kısmı değerli polis ve jandarmalarımızın görevi dahilindedir.
Dolayısıyla, polis ve jandarmalar filmlerde; hâkim, savcı, avukat üçlüsünden daha fazla yer alırlar.Daha etkin ve belirleyicidirler. Jandarmaların görev ve sorumluluk alanı, polisin görev sahası dışındaki yerler olduğu için, jandarmalar daha çok kırsalda kesimde geçen filmlerde görünürler.
Yeşilçam; hâkim ve savcılara bahşettiği "dürüstlük apoleti"nden polisleri de mahrum bırakmamıştır. Polislerin dürüstlüğünden pek şüpheye düşülmez, ancak vazifelerinde ne kadar başarılı oldukları tartışmalıdır.
Şimdi, yine çeşitli örneklerle Yeşilçam polis ve jandarmalarına, faaliyetlerine bir göz gezdirelim:

Yeşilçam polis ve jandarmaları anlayışlıdır, şefkatlidir
Hâkimlerimiz gibi polis ve jandarmalarımız da şefkatli ve duygusal insanlardır.Çatışma sonucu kıstırılan ve teslim olmak zorunda bırakılan sanık; eşiyle, sevgilisiyle, çocuğuyla, annesiyle vb. vedalaşırken bir kenara çekilip beklerler. Sevgililer ayrılmamak için ellerini son dokunuş noktasına kadar bırakmamak için çırpınırken istemeseler de ayırırlar, bu esnada yüzlerindeki hüznü okumak mümkündür.
Boynu Bükük (1980-Temel Gürsu) filminde Ferdi, plak doldurmak için,  savcının özel izni alınarak jandarmalar marifeti ile stüdyoya getirilir. Şarkısı bitince, jandarma Ferdi'nin ellerini kelepçe ile bağlama ihtiyacı hissetmez. Ferdi şarkıyı öylesine yürekten okumuştur ki, jandarma dahi Ferdi'nin özünde iyi bir insan olduğunu anlar ve şöyle der:"Gerekmez koçum. Kaçıp da bizi yakmayacağına eminim..."

Yeşilçam polislerinin başarısını senarist belirler
Polisin olaya müdahale zamanlaması,  tahkikat sürecindeki tavrı  tamamen senaryo akışına göre şekillenir.
Bu husus, yazının ikinci bölümünde incelediğim "Yeşilçam'da her tür kolaylık mevcuttur" konusu ile yakından ilişkilidir.
Senaryo gereği, polis yakalaması gerekiyorsa şıp diye yakalar; kahramanımızın yakalanmaması gerekiyorsa garip bir aymazlık içine girer.
Çoğu kez, polis olay ile ilgili incelemeyi layıkıyla yerine getirmez. Bu sebeple, Yeşilçam'da suç üstlenmek, birinin üzerine suç isnat etmek son derece kolaydır.
Kişinin "tamam bu suçu ben üstleneceğim abi..." demesi yeterlidir.Polis, kişinin ifadesi ile hareket eder.Olay yeri incelemesi yapmaz, olay mahallindeki kişilerin ifadesi alınmaz. Maktul kişinin hasımları, geçmişi, son günlerde ilişki içerisinde olduğu kişiler sorgulanmaz. Mafya filmlerinde, Hüseyin Peyda ve benzeri üst düzey örgüt mensupları, işledikleri cinayeti ailesine bakma vaadi ile çocuk yaşta bir kişinin üzerine yıkarlar.Yani, ortada bir cinayet vardır ve sokaktan geçen herhangi biri bu cinayeti üstlenebilir. Yeşilçam için bir mahsuru yoktur.
Suç isnadı durumlarında  kullanılan en klasik yöntem şudur:Suçun yükleneceği kişiye ait bir obje suç mahalline bırakılır.Bu obje bazen bir tespih veya kasket, bazen de "kossskocaman" bir palto olur.Kahır (1983-Osman F.Seden) filminde, Metin'in (Salih Kırmızı) işlediği cinayet Erdoğan (Yusuf Sezgin) üzerine bırakılmak istenir.Erdoğan'ı ipe götürecek en önemli delillerden birisi, kendisine ait kaptan şapkasının olay yerinde bulunmuş olmasıdır.
Böyle durumlarda sanık, ifadesinde nedense kendisine ait bir objenin olay öncesi ortadan kaybolduğunu söylemez. Bu ifade, hiç şüphesiz kovuşturmanın seyrini değiştirecektir.
Sanığın, imkansız da olsa ifadesinde  bu hususu atladığını varsayalım. Peki polis neden  olay yerinde bulduğu ve adeta yem olarak atılmış bir objeden şüphelenmez? Kim, mesela soygun yaptıktan sonra paltosunu orada bırakacak kadar tedbirsiz davranabilir?
Üçüncü bir husus, suç isnat edilecek kişiye ait objenin  nasıl elde edildiğidir. Kahır filmindeki kaptan şapkasının, yata gizlice girilerek çalındığı söylenebilir, mantıklıdır. Ya, suç delilinin bir kolye olduğu durumlarda nasıl bir mantıklı açıklama getirilebilir? Sanık hipnotize edilerek mi ele geçirilmiştir o kolye?
Polisin bu sorgulayıcılıktan uzak, basiretsiz tavrı bazı filmlerde çok fazla göze batar.
Alın Yazısı (1972-Orhan Aksoy) filminde yaşanan polisiye süreç, kelimenin tam anlamı ile bir skandaldır.Bu filmde, kasten olmasa da Türk Polisi ile dalga geçilmiştir.
Halil (Cüneyt Arkın), Zeynep (Hülya Şengül), Osman (Erol Taş), Anne (Şükriye Atav), Dayı (Mümtaz Ener), Binali (İhsan Gedik), Beşir (Kamran Usluer), Şehmus (İstemi Betil)
Osman'la Haydar'ın kız kardeşi Zeynep, Sarı Şehmus tarafından zorla kirletilir. Bu utanca daha fazla dayanamayan Zeynep intihar eder ve arkasında olayı tüm ayrıntıları ile anlatan bir mektup bırakır. Mektubunda, başına gelenleri kimselerin öğrenmemesini vasiyet eder.Dayı anneye mektubu okuduğu sırada Osman, olanları öğrenir ve intikam için harekete geçer.Ancak, Sarı Şehmuz ve kardeşleri tarafından öldürülür. Bu esnada şehir dışında olan Haydar, geldiğinde iki kardeşinin de öldürülmüş olduğunu öğrenir ve çılgına döner.
Filmin daha başında iki cinayet işlenir ve polis henüz ortada yoktur. Bu aşamaya kadar iki cinayet arasında bağlantı kurulamamış olması normal karşılanabilir.
Kardeşlerinin intikamı için yemin eden Haydar, işe ilk olarak Binali'yi hamam cinayeti ile ortadan kaldırmakla başlar. İşte, tam bu aşamada artık tüm düğüm çözülmüştür.Olay, mahalledeki 5 yaşında çocukların bile muhakeme edebileceği kadar açıktır. Ortada bir genç kız intiharı vardır, ardından kızın büyük ağabeyi öldürülür. Ardından bu kez karşı taraftan biri öldürülür. Bütün bunlar ayni semtte ve bir hafta içerisinde vuku bulur. Polisin, artık Haydar'ı bir numaralı zanlı olarak takibe alması gerekmektedir.
Ancak, polisin olayla ilgili yorumu şöyle olur:"Bir haftada bu ufacık semtte şüpheli üç ölüm vakası... Hamam vakası ile diğer iki ölüm arasında büyük bir ilişki olabilir"
Ne olabiliri polis beyler, düpedüz alakalı bu üç ölüm birbiri ile.Bunu anlayabilmek için ortalama bir zekaya sahip olmak yeterli...
Polisin hiçbir şekilde şüphe etmediği ve gündemine dahi almadığı Haydar, bu sırada elini kolunu sallaya sallaya dolaşmaya devam eder, eve rahatça girip çıkar.Polis, Halil'e ikinci cinayetini de ağız tadıyla işleyebilsin diye her türlü imkanı sunar gibidir.
Meydanı boş bulan Haydar, ikinci kardeş Beşir'in de işini görür.Yine rahatça dolaşmaya devam etmektedir, yine eve gelir gider, kanlı gömleğini değiştirir.
İkinci cinayetten sonra polislerimiz, nihayet uyanır gibi olmaya başlar.Ama hala Haydar'dan tam anlamı ile şüphe edilmemektedir.Bu aşamada polisin olayı değerlendirmesi şöyledir: "Önce Zeynep intihar ediyor, sonra Osman öldürülüyor, arkasından Binali, şimdi de Beşir.Ufacık bir semtte, sadece iki aileden bir haftada dört ölüm. Aralarında kapıştıklarını anlamak için uzun boylu düşünmeye lüzum bile yok. Şimdi sıra ya Şehmuz'da ya Haydar'da. Şehmuz mutlaka buluncak, bu arada Haydar'ı bulup konuşalım." Dayı ile de görüşülüp Haydar'a haber bırakılır, kendisine birkaç sual sorulacağı söylenir.
Haydar leblebi gibi cinayet işlemekten başı döner vaziyetteyken, acar polislerimiz hala bulup konuşmaktan bahsetmektedir.
Haydar bu arada Ayşe Nine'sini Bursa'ya, oğlunun mezarına götürür.Döndüğünde yaşlı anası da hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Polis tarafından kerhen aranan Haydar, annesinin cenazesini uzaktan izler.
Dayısına tembih edildiği halde ifadeye gelmeyen, annesinin cenazesinde de bulunmayan Haydar'ın artık suçlu olduğu polis tarafından tam bu aşamada anlaşılır.
Nihayet... Nihayet anlarlar artık. (Bu arada polis, işin içinde sınırlarımızı da aşan bir kaçakçılık olayı olduğu gibi paranoyak düşüncelere de kapılır.)
Cinayetlerin düğümünü  geç de olsa çözmeleri, iki cenaze daha kalkmasını engelleyemez tabi ki...Son olarak Halil ve Şehmus'da vuruşarak can verir.
Film boyunca tam  altı kişi hakkın rahmetine kavuşur.Yaşlı ve yorgun kalbi olanları daha fazla kaldıramayan anneyi de sayarsak yedi...
Polislerin, bu başarıları ile hiç kuşkusuz terfi etmeleri gerekmektedir (!)
Alın Yazısı filmindeki kadar vahim  olmasa da bir başka polisiye gaflet , Çiçek Abbas (1982-Sinan Çetin) filminde baş gösterir.
Şakir (Şener Şen), eski muavini Abbas'ın (İlyas Salman),  Nazlı'ya (Pembe Mutlu) ve bir minibüse sahip olmasını sindiremez.Kafası fena halde bozulan Şakir, tamı tamına üç büyük şişe, evet tekrar ediyorum tam üç büyük şişe rakı içer ve Abbas'ın minibüsünün tekerleklerini ve motorunu (kendi deyimiyle ciğerini) sökmeye karar verir. Söker de...
Peki, şimdi Türk Sinemasının gelmiş geçmiş en büyük senarist ve yönetmenlerinden (ironi yok) Yavuz Turgul'a soralım: Şakir, alkol komasına girmesi gereken bir halde iken nasıl oldu da Abbas'ın evinin bahçesindeki minibüsünün tekerleklerini ve motorunu o kafayla, hem de karanlıkta sökmeyi başarabildi? Hiç mi gürültü çıkmadı bu sırada? Ve en önemlisi dört adet tekerleği ve motoru tek başına eve kadar nasıl getirdi? Abbas'ın evine girerken ve çıkarken kimse mi görmedi Şakir'i?
Konu ile direkt ilgili olmasa da bu "ciğer sökme" hadisesinden bahsetmek istedim. Çünkü filmin bu kısmı, aşağıda belirttiğim hususlarla beraber, yazının üç bölümünde de söz konusu ettiğim zaafların  tamamını kapsamaktadır. (belirli bir amaç uğruna senaryo saptırması, oldubittiye getirme, polis savsaklaması)

Asıl konuya gelelim.Sabah uyanıp da minibüsü o halde gören Abbas beyninden vurulmuşa döner ve hırsla soluğu Şakir'in evinin önünde alır. Bağırır, çağırır, camı taşlar ama nafile...
Bir sonraki sahnede Nazlı, Abbas'a polise gidip gitmediğini sorar.Abbas, "gittim, araştıracaklar" diye kestirip atar.
Yine,  cevapsız sorularla konuya son noktayı koyalım:Abbas, polise neden Şakir'den şüphelendiğini söylemez? Aralarındaki husumetten neden bahsetmez? Kaldı ki, bu husumete mahalleli ve Alibeyköy-Aksaray hattındaki bütün minibüsçüler ve muavinler şahittir. Polis çevrede biraz tahkikat yapsa herkes ağız birliği etmişcesine Şakir'i işaret edecektir.Kaldı ki, başkasının tanıklığına da  gerek  yoktur. Çünkü polis,  Abbas'ın ifadesi üzerine, aslında çok korkak bir adam olan Şakir'i biraz sıkıştırsa çalıntı malların ortaya çıkması işten bile değildir.

Yeşilçam polisleri, yakalama, gözaltına alma, tutuklama gibi Ceza Muhakemesi Hukukuna ilişkin görevlerinde hissi ve üstünkörü davranır
Hukukumuzda; yakalama, gözaltına alma ve tutuklama  birer ceza olmayıp, muhakemenin selameti açısından gerekli koruma tedbirleridir.
Yeşilçam'da, polisler çoğu kez (seyircinin de beklentisi doğrultusunda) soruşturmayı objektif kriterler doğrultusunda göre çok yönlü yürütmezler. Kişilerin ifadelerini yeterli sayarlar, kolaylıkla yönlendirilebilirler.
Çile (1980-Remzi A.Jöntürk) filminde, İbo'nun düğün sahnesindeki yakalama vakası bu açıdan oldukça güzel bir örnektir.
İbo ve Bahar'ın (Perihan Savaş) düğünü yapılırken, İbo'nun hayırsız kardeşi İsmet (Levent Çakır) elinde para dolu bir çanta ile teşrif eder.Ağabeyi ve yengesinin bulunduğu odaya girince elindeki paltoyu ve çantayı bir kenara bırakır, tam bu sırada polis sirenleri duyulur.Belli ki İsmet kirli işler çevirmiş ve polis tarafından takip edilmiş, izi bulunmuştur.Polis kapıya dayanıp tıklata dursun (kapının camı buzlu camdır) İbo avazı çıktığı kadar "Neden be, neden!.." diye kardeşine öfke püskürür, babasının vasiyeti gereği doktor çıkmasını istediği kardeşi için suçu üzerine almaya karar verir, "Beni seven susacak" diye de aile fertlerine uyarıda  bulunur.
Seni seven susacak da bir de sen sussan İbo...
Buzlu camın hemen ardındaki polisler, bütün bu konuşma ve tartışmaları nedense hiç duymaz.İbo'nun fedakarlık konulu stand-up gösterisi biter bitmez polisler içeri dalarlar. (Zamanlama yine harikadır) İçeri giren polis sayısı üçtür, odaya son olarak dördüncü bir şahıs girer. Bu şahıs, daha odanın girişinde iken, yani daha paltoyla çantayı görmeden sivil polis amirine paltoyla çantayı tanıdığını söyler. İbo da çantayla paltonun kendisine ait olduğunu söyleyince İsmet arada kaynar gider.
Peki, polis tarafından takip edilip kıstırılan İsmet değil midir? Polis, takip esnasında İsmet'in eşkali hakkında hiç mi fikir sahibi olmamıştır? Neden odaya girince İsmet'i tanımazlar? Neden İbo'nun ifadesini yeterli sayarlar? İbo bu yüzden hüküm giyer. Yargı sürecinde, İbo'nun olayla ilgisinin olmadığı neden ortaya çıkmaz?
Petrol Kralları (1978-Zeki Alasya) filminin finalinde, Hasan Bey (Ali Şen) benzin deposunu boşalttıkları gerekçesi ile Zeki ve Metin'den şikayetçi olur. Hasan Bey, ilk etapta müşteki konumundadır. Ancak  mahalleli, Hasan Bey'in yasa dışı faaliyetlerini (stokçuluk) birer birer ortaya dökünce işin rengi değişir ve müşteki konumundaki Hasan Bey zanlı durumuna düşer.
Her şeyden önce her iki tarafında suçlamaları sadece bir iddiadır. Bu iddiaların polis ve savcı tarafından araştırılması gereklidir. Hukukta, "masumiyet karinesi" gereği hakkında kesin hüküm tesis edilene kadar herkes masumdur, Hasan Bey'in, öne sürülen iddialar karşısında  ifadesi alınmak üzere polis otosuna konularak götürülmesi doğrudur.Ancak, iddialar üzerine polis tarafından suçlu muamelesi görmesi yanlıştır.
Diğer yandan, ortada heba olan bir depo benzin vardır. Zeki ve Metin, bahçesinden petrol fışkıran evlerini değerinin çok üzerinde Hasan Bey'e satmıştır. Hasan Bey'in iddiaları doğrultusunda o polis otosunda Zeki ve Metin'de olmalıdır. Zeki ve Metin hakkındaki iddialar da araştırılmalıdır, bu şekilde direkt temize çıkmaları yanlıştır.
Ayrıca, Hasan Bey'i stokçulukla suçlayan mahalle sakinleri de ifadeleri alınmak üzere emniyete davet edilmeli, iddiaları tutanak altına alınmalıdır.
Burada amaç, hiç şüphesiz dramatik bir final sahnesi yaratmaktır. Yeşilçam, kötülere bir kez daha cezasını verdirmiştir. Film boyunca, menfaatleri doğrultusunda yapmadığı kötülük kalmayan Hasan Bey; eşinin, kızının ve tüm mahallelinin gözü önünde yaptıklarının hesabını ödemek zorunda bırakılmıştır.
Benzeri bir trajik ama yanlış  final sahnesi, Kaçak (1982-Memduh Ün) filminde mevcuttur.
Kötülüklerden uzak, yepyeni  bir hayat kurmak için Adana'ya kaçan Habip (Tarık Akan), Hacer (Fatma Girik) ve küçük oğlu otogarda hasımları tarafından kıstırılır.
Zaten cinayet suçuyla aranan Habip, koleksiyonuna üç ceset daha ekler ve jandarma tarafından yakalanır.
Habip, küçük oğluyla yaşam mücadelesi veren Hacer'i sevmiş, onlara kol kanat germiş ve umut olmuştur. Hacer'de Habip'i sevmiş ve geleceğini ona bağlamıştır.
Ancak, artık bütün umutlar tükenmiştir, Habip dönüşü olmayan bir karanlık yolun başındadır.
Hacer, jandarmalar tarafından kelepçelenerek götürülen Habip'in ardından duvar dibine çöküp kalıverir.
Göz yaşartıcı, yürek burkucu bir final sahnesidir..Hacer yine küçük oğlu ile hayatta bir başına, savunmasız kalakalmıştır. Sinemasal açıdan hedeflenen sağlanmıştır.
Ama, bu uğurda gerçekçilikten uzaklaşılmıştır. Çünkü, Hacer, olaya baştan sona şahit olmuştur.Habip'le beraber onun da en azından ifadesi alınmak üzere götürülmesi gereklidir.

Yeşilçam'da polis, halka yeterli güven duygusu veremez
Bu güvensizlik duygusu, izlediğim filmlerin büyük çoğunluğundan süzülüp gelen bir izlenimdir. Elbette ki Yeşilçam'ın bunu kasıtlı olarak yaptığını düşünmüyorum; ancak Yeşilçam kahramanları genelde kendi işlerini kendileri görme eğilimindedir. Bu durum, öncelikle  içlerinde yeşeren intikam duygusu ve adaleti kendi yöntemleri ile sağlama tercihinden  kaynaklandığı gibi biraz da polisin işe karışmasının işleri berbat edeceği yönündeki endişelerden de beslenir.
Nüfuzlu ve zalim para babaları tarafından türlü haksızlıklara maruz kalan masumların en son aklına gelen çare, polise başvurmak olur. Bunun sebebi, muhtemelen toplumsal bilinçaltımıza yerleşmiş "Tamam, biz gerekeni yapacağız, siz şimdi gidin, bir şey olursa biz sizi ararız" şeklindeki "başından savmacı" tavırdır.
Bizim Aile/ Merhaba (1975-Ergin Orbey) ve Aile Şerefi (1976-Orhan Aksoy) gibi filmlerin dürüstlük timsali aile efradı, gördükleri hakaret ve şiddete karşı sevgiyle birbirlerine kenetlenmeyi yeğlerler.Zaten bu filmlerde, dikkat edilecekse polisler, zabıtalar mazlumdan ziyade güçlünün yanında  gibidirler.
Polisin koruyucu, önleyici bir güç olarak yeterli güveni verememesi yönündeki endişeler haksız değildir.
Nitekim, Seni Arıyorum/Sensiz Yaşıyorum (1989-Ümit Efekan) filminde eşi ve oğlu yüklü miktarda bir fidye için kaçırılan Orhan Gencebay; bu haklı endişeleri sebebi ile polise başvurmaz, fidyeyi vermeyi kabullenir. Arkadaşı Naci (Ferdi Akarnur) ise, Orhan'ın polise gitmesinden yanadır. Orhan olaydan polisi haberdar edip riske girmek istemeyince bu kez Naci, Orhan'dan habersiz işin içine polisleri karıştırır. Orhan, elinde para dolu bir çanta ile kendisine değiş tokuşun gerçekleşeceği söylenen yere gelir. Ancak, polis de Naci'nin ihbarı üzerine olay yerine konuşlanmıştır. Polis tarafından takip edilen ve içerisinde fidyecilerle Orhan'ın eşinin bulunduğu araç kaza yapar.Orhan hem eşini, hem de annesinin ölümünden kendisini sorumlu tuttuğu oğlunun sevgisini kaybeder.
Bireysel olaylar dışında, polisin ve dolayısı ile kamu otoritesinin illegal örgütlenmeler karşısında aciz kalışının en çarpıcı bir biçimde vurgulandığı filmlerden birisi Öğretmen Zeynep'tir. (1989-Ümit Efekan)
Bir arkadaşının tavsiyesi üzerine mafya babalarının sorumsuz ve şımarık çocuklarına özel dersler veren Zeynep (Hülya Avşar), ilk başlarda iyi para kazanır ve bu kaba saba ve acımasız adamlardan büyük saygı görür.
Fakat, zaman geçtikçe kontrol Zeynep'in elinden çıkar.Kibarca da olsa (alttan alta tehdit edilerek) isteği dışında ders vermeye zorlanır. Artık, ilk başladığı noktadan çok uzaktadır.Mafya tarafından yönetilir hale gelir, onlara karşı koyamaz. 
İçine girdiği girdaptan çıkış yolu arayan Zeynep, emrine girdiği adamların en gaddarı olan Demircan (Kuzey Vargın) ve adamları tarafından işlenen bir cinayete tanık olur.Bu, zaten çığırından çıkmış durumu iyice içinden çıkılmaz hale getirir.
Zeynep, Demircan tarafından polise aleyhinde tanıklık etmemesi için ölümle tehdit edilir.Tehdit sadece kendisine yönelik değildir, gözdağı vermek amacı ile nişanlısı Orhan (Bülent Bilgiç) feci şekilde dövülür.
Öldürülen adamın yaşlı ve çaresiz annesi de (Nevzat Okçugil) Zeynep'e, polise doğruları anlatması için baskı yapar.
Zeynep Öğretmen bir yandan ölümün soğuk nefesini ensesinde hissetmektedir, diğer yandan da oğlunu kaybetmiş acılı bir annenin feryatlarına kayıtsız kalamamaktadır.Korkup sinmeyi, zalimin yanında saf tutmayı insanlık onuruyla bağdaştıramamaktadır.
Kısa süreli bir iç hesaplaşma yaşayan Zeynep; ölümü göze alarak bildiklerini, gördüklerini polise anlatır.Mafyanın korkutucu gücü karşısında polisi bir çare olarak düşünmez. Kaderine razı olur, eve gelir,  kuzu kuzu ölümü bekler ve öldürülür.
Öğretmen Zeynep; abartılı bir finale sahip olsa da (polisten koruma talep edebilirdi, veya polis kendiliğinden koruma önerebilirdi), mesajını sakınmadan verebilmiş, yürekli bir filmdir.

SONUÇ:                    
Yeşilçam; popüler kültür mozaiğimizin en  nadide taşlarından birisidir. Gökkuşağı gibi rengarenk dünyası ile Yeşilçam; bu ülke ve insanları için her zaman çok önemli olmuş, sevilmiş, benimsenmiştir.
Sinema bir bilim dalı değildir; sinema duygu işçiliğidir. Sinemada, su her zaman 100 santigrat derecede kaynamaz. Sinemada, 2 x 2 =5 olabilir. (1974-Yavuz Özkan)
Yazı boyunca eleştirdiğim bütün hususlar, diğer ülke sinemalarında da  farklı farklı ortaya çıkmaktadır.
Bu yazı dizisinin amacı, Yeşilçam'ı karalamak, aşağılamak değildir.Yeşilçam, bizim aynamızdır.Bu ve benzeri yazılarımdaki amaç, kendine özgü duygusal bir formasyona sahip  Yeşilçam'ı siyah ve beyaz yönleri anlamaya çalışmaktır.
Yeşilçam'ı hak etmediği kadar hırpalamak ne kadar yanlışsa; gereğinden fazla sahiplenip, kutsayıp hatalarını görmezden gelmek de sağlıklı bir yaklaşım değildir.
Önemli olan objektif olabilmektir. Yeşilçam'ı hatasıyla, günahıyla, sevabıyla sevebilmek ve savunabilmek kanımca en doğru olanıdır.         

Teyzem filmi ve uğramış olduğu sansür ile ilgili olarak bilgilerini paylaşarak yazıma katkıda bulunan sitemizin değerli üyesi Psikiyatr Dr. Özgür Karaçam'a (ozkaracam) teşekkür ederim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)