Kurgu bir filmi iyileştirir, ona dinamizm kazandırır, iyi bir kurgucu filmi alır başka yerlere götürür falan diyorlar ya, ben bunlara hiç inanmıyorum. Bence kurgu zaten yönetmenin çekerken oluşturduğu bir şey... Onun dışında yapılan kurgu işin tekniğidir. Ama filmi alıp, tamamen değişik bir kurgu atmosferi içine sokacaksa kurgucu, bu başka bir film olur.
31 Temmuz 2012

Kurgu yönetmenin filmi çekerken oluşturduğu bir şey...

Kurgu bir filmi iyileştirir, ona dinamizm kazandırır, iyi bir kurgucu filmi alır başka yerlere götürür falan diyorlar ya, ben bunlara hiç inanmıyorum. Bence kurgu zaten yönetmenin çekerken oluşturduğu bir şey... Onun dışında yapılan kurgu işin tekniğidir. Ama filmi alıp, tamamen değişik bir kurgu atmosferi içine sokacaksa kurgucu, bu başka bir film olur. Onun filmi olur. Benim için çekimin içinde zaten kurgu halledilmiştir. Onun için de kurguyu çok çabuk yaparım. Önce bir genel kurgu yapıyorum. Sonra temizleme işi başlıyor. En uygun yerden bağlanıyor planlar. Ondan sonra bir revizyon daha yapıyorum. O zaman başka düşünceler başlıyor. Çektim, seyrettim, şimdi bir de seyirciye seyrettirmem lazım. O ikisinin arasında ince, hassas bir hat var; onu oturtuyorum. Sonra bir daha revizyona giriyorum. Bu da olmasa olurmuş, şunu da atalım veya hayır o kestiklerimizi geri koyalım diyorum.
 
Oyuncular çok ilginç sanatçılar.

Oyuncuların muhakkak role katacakları şeyler vardır. Fenomendir oyuncular. İyi tanıyorum oyuncuları. Talat Bulut mesela çok ilginç bir insandır. 'Her Şeye Rağmen'in senaryosunu okuyunca, Hasan'ı oynamayı çok istemişti. Hazırlanmak için üç ay süre istedi benden. 'Ben biraz kilo alayım.' dedi. 'Peki' dedim. Zaten hapishanede uzun süre yatan insanlar yağ bağlarlarmış. Neyse, Talat gitti, üç ay sonra 15 kilo almış olarak geri döndü. Sonra, 'Manisa Tarzanı'nda da 20 – 25 kilo verdi. Rol için anlaştıktan sonra, 'Bir yıl sonra döneceğim.' demişti. Bir gün kapı çaldı, açtım; Manisa Tarzanı karşımdaydı! Saçı, sakalıyla, yanmış cildi,  kara donuyla... Asansörde soyunmuş. 'Bravo!' dedim. Alkışlanacak bir durum? O kadar benzemişti ki Ahmet Bedevi'ye, filmi çekerken gören yaşlılar falan duygulanıyor, ağlıyorlardı; onu görmüş gibi oluyorlardı. 

Oyuncuları kendi hallerine bırakamazsınız. Onları mutlaka denetlemelisiniz.

Oyuncu benim avucumun içinde olmalı. Sinematografik açıdan bana kendini tamamen teslim etmeli. Oyuncuyu boş bırakmamak gerekir. Çünkü oynarken kendisini göremez o, hissedemez. Siz ancak onu denetleyebilirseniz iyi sonuç alırsınız. Belki o kendine göre rolü çok iyi yorumlamıştır ama önemli olan sizin dünyanızın içinde doğruyu yapıp yapmadığıdır. Kendisini göremez dediğim bu. Yönetmen bir filmi bütün olarak düşünür ve karakterleri bu bütünün içine yerleştirir. Burada oyuncunun o sahnedeki performansına kapılıp, bu bütünlüğü unutup, 'a çok güzel oldu' diye yanılmakta var. Bu bir risk... Eğer ona kanarsanız yanlışa düşersiniz. Oyuncunun düşünülen karakterin dışına çıkması her zaman filme zarar verir. Zaten ne yapacağının bir yönetmen tarafından söylenmesi, oyuncunun da işini kolaylaştırır... Ben oyuncu yönetimi konusunda özgür olmayı, biraz doğaçlama çalışmayı seviyorum. Tamam, senaryomuz a'dan z'ye belli ama bunun içinde özgürce varyasyonlar yaratabilmeliyim ben. Oyuncuların içgüdüsel, neredeyse hayvani sezgileri vardır; onlardan yararlanırım. Çok fazla ön çalışma yapmam. Sadece senaryo üzerinde karakteri çok iyi anlatmaya çalışırım oyuncuya. O bunu iyice kavradıktan sonra, filmdeki karaktere benzeyen birini bulmak gerekir; gerçek hayattan birini. Böyle bir gözlem yapmak oyuncunun işini kolaylaştırır. O kişiliği üzerine giymeye başlar. Yani önce karakteri tanıyacak, sonra bunu uygun şekilde zenginleştirecek. Bunları yapabildiyse sorun yok. Ondan sonra zaten benim denetimimde. Ben onu istediğim gibi yönlendireceğim, o da çok rahat edecek. Bu çalışmalar yapıldığı zaman sete fazla bir şey kalmaz. Ama yine de o karakterin yürüyüşü, davranış biçimleri vs. çekim sırasında önem kazanıyor. Onlara dikkat ediyorsunuz.

Sette rolünü yaşayan bir oyuncu değil, o karakteri yaşatan bir profesyonel isterim.

Oyuncu rolünü sadece oynamalı. Rolü yaşamak her zaman insanı yanlışa götürür. Bilinç dışı hatalar yaptırır ki, sinemada öyle bir şeye yer yoktur. Profesyonel bir oyuncunun işi oyunculuktur ve oynayacak tabii. Zaten ben onu görüyorum, denetliyorum. Hiçbir zaman oyuncunun bazı sınırları aşmasına müsaade etmem. Mesela 'Üçüncü Göz'de bir hatamız oldu bizim. Filmi bir daha görürseniz, dikkat edin. Filmin baş karakteri bir sahnede şarap içiyor ve sarhoş oluyor. Tarık 'ben burada gerçekten şarap içeyim mi bir iki kadeh?' dedi. 'İyi iç bakalım, nasıl olacak.' dedim. Çekime başladık. Ama bu bir süre sonra gerçekten sarhoş olmaya başladı. Derken diksiyonu bozuldu, dengesini kaybetti, hareketleri garipleşti. Yani oynamadı, yaşadı o sahneyi. Ama olmadı bana sorarsan. Sarhoşu oynaması gerekiyordu. Sarhoşmuş gibi dengesini bozması, oraya buraya çarpması ama bunu bilinçli bir şekilde yapması gerekiyordu. Gerçekten sarhoş olunca, enerjisi düştü, kontrolünü kaybetti. Tabii sarhoşluk uç bir örnek, ama bu durum her konuda geçerli. Ben yaşayan bir karakter değil, onu yaşatacak gerçek bir oyuncu isterim.

Kameranın karşısında kim daha iyiyse o olsun derim. Bu açıdan bakınca mankenden de oyuncu olur, şarkıcıdan da...

Tiyatro ve sinema oyunculuğu arasında tabii ki çok fark var. Bazıları sinemaya uyum sağlayamıyor. Sinemanın 'minimum' dediğimiz oyunculuk stiline zor adapte oluyor. Perdede bazen sadece gözü yada kulağı görünüyor oyuncunun; tiyatrodaki gibi değil. Eğer oyuncu bu farklılıkları anlayabilir, dengeleri iyi tutturabilirse, tiyatro geçmişinin, eğitiminin çok katkısı olur. Ama doğaçlama oynayan, tiyatroyla hiç alakası olmayan, fiziği, duruşu, bakışı ile perdeyi dolduran oyuncular da var. Buna sinema estetiği diyoruz. Bu yapısal bir şey... Öğretilemiyor. Bazı oyuncular bu ışıkla doğuyorlar. Ben 'İki Başlı Dev' filmi için Fikret Kuşkan'ı sahnede seyretmiştim. Kalktı, sahnenin bir başından öbür başına yürüdü. Bunu görmek bana yetti. 'Tamam' dedim. Bu ışık bir oyuncuda vardır yada yoktur. Ben onu hemen anlıyorum... Hiç eğitimsiz bir adam kameranın karşısına oturuyor, bir şeyler konuşuyor. Bu kadar doğal olamaz! Sinemanın böyle bir olanağı var. Ama tabii o adamı alıp tiyatroda ezbere sokarsan, yok iki metre oraya gideceksin, lafını söyleyip, bir metre de bu tarafa yürüyeceksin diye oyun verirsen, yapamaz. O başka bir teknik. Ama sinemada adamın o doğal hali kullanılabilir. Benim için eğitimli olmuş olmamış hiçbir oyuncunun ayrıcalığı yok. Biraz egoistim galiba. Kameranın önünde kim daha iyiyse o olsun isterim. Şarkıcıdan da, mankenden de oyuncu olur böyle bakarsanız. Bir dizi için Deniz Akkaya ile deneme çekimi yapmıştık. 'Bundan hiçbir şey olmaz' demiştim. Sonra 'Vizon Tele Tuuba'da denizkızı rolünde gördüm onu. Çok yakışmıştı mesela. Konuşmuyordu, sadece duruyordu. Görüntüsü ile filme çok hizmet etmişti bana göre.

Bir starı alıp ona yeni bir yüz eklemek mümkün değil.

Sette star benim diye düşünürüm. Star bir oyuncunun gelip setimde baskı kurması mümkün değil. Ancak işte 'Orhan Oğuz starlarla film çekiyor' diye haberler çıkar, sinemacı arkadaşlar 'özgün birini bulamadın mı?' diye laf atarlar... Ama eninde sonunda herkes starlarla çalışmak zorundadır. Mesela ben Hülya Avşar ile bir dizi çektim. E oynuyor kadın. Yılların oyuncusu üstelik... Zaten starlığı sadece sinemasal anlamda değil ki; medyada, basında, şurada burada. Şimdi nasıl 'onunla çalışmam' diyebilirsiniz? Ama eğer sinema filmi çekiyorsam, o zaman oyuncular konusunda çok düşünürüm. Çünkü sinema filmi, bana ait bir şey. Onun içinde de bir star olabilir ama senaryo ile, benim kurduğum dünya ile uyumsuzsa, olmaz. Tabii tamamen özgür de değiliz bu konuda. Bazen yapımcı der ki; 'şu oyuncu olursa, şu firmalar sponsor oluyor. O zaman filmimizi daha iyi imkanlarda çekebiliriz. Ama tanınmamış bir oyuncu olursa ben nasıl işin altından kalkacağım?' Yapımcı ve yönetmen arasında gerçekten büyük bir mücadele oluyor kapalı kapılar ardında. Ve o mücadelede genellikle yapımcı kazanıyor. Pek görülmüş şey değil yönetmenin kazandığı...  Bir de starların yüzleri zamanla belli bir karakter ile özdeşleşiyor. O zaman da inandırıcı olmayabiliyor. Onu ancak yine bir star olarak kullanabilirsin filmde. Kendisine yakın bir rol oynar. Yoksa onun dışında star birini alıp, ona yeni bir yüz eklemek mümkün değil.... Şaban Ağa rolü için mesela, keşke hiç tanınmamış biri olabilse. Yapımcımın dediği gibi Sean Connery olursa, işin ticari yanı ağır basacak. Rol ne kadar inandırıcı olacak, tartışılır.

Televizyon, sinema yönetmeni için bir deneme alanı.

Dizi çekerken, sinemada ekonomik olarak riskli olabilecek pek çok şeyi deneyebilirisiniz.
Bant çekiyorsunuz çünkü, ucuz bir malzeme. Kurgudan, sahneyi yorumlamaya kadar kendi içimde çok denemeler yaptım dizilerde. Çok özgürdüm. Benim için etüt gibi oldu. Çok enteresan mesela, iki saat içinde dört sayfalık bir sahneyi bitirdim. Ki sinemada böyle bir sahne için iki gün harcarsınız. Bir hız treninde gibi çektim ve çok da güzel oldu. Bu farklı bir deneyimdi... Teknik olarak sinema ve televizyon çok farklı tabii... Televizyonda inanılmaz bir hız var. Bant çektiğin için çok fazla tekrar yapabiliyorsun. On tane kamera koyup, sahneyi yüz kere çekebilirsin. Ama tabii en önemli dezavantajı perdede değil, küçük bir ekranda seyredilmesi. Ben 25 objektifi sinemada kullanırım ama televizyonda tercih etmem. Genellikle 50 veya 75 objektifle çekerim. Etkisinin daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Televizyonda geniş açı kullanmanın bir anlamı yok. Zaten ekran küçücük, bir de onun içine bit gibi insanlar koyunca, olmuyor. Formatı da iyi değil televizyon ekranının. Hep monitörlerin altını üstünü kapatırım ben. Kare bir kadrajda resim yapamıyorum. Rahatsız oluyorum. Sinema formatına alışmış gözüm...

Reklamcıların getirdiği teknoloji, sinemaya fayda sağladı.

Reklam konusunda çok fazla konuşmak istemiyorum. Çünkü çok sıkıldığım günler oldu. Bir ten rengini bulmak için saatlerce uğraşıp, laboratuara gönderip, olmuş mu diye tartışmak, bir daha, bir daha çekmek... İnsanlar, tuvalet kağıdının üzerindeki dokunun suyu emerken ne hal aldığı hakkında saatlerce konuşuyor, felsefe yapıyorlar. Reklam işinde kimse hiçbir şey değil. Hiç kimse karar veremiyor. Müşteri de dahil... Delirebilirsin yani... Ama reklamın Türk sinemasına çok yararı olduğuna da inanıyorum. Çünkü bütün teknolojiyi Türkiye'ye reklamcılar getirdi. Mükemmeli aramalarından, titizliklerinden dolayı... Bunların Türk sinemasına doğru yansıdığını düşünüyorum. O teknolojiye çok hızla sahip olduk. Platolar, kameralar, teknik donanım. İşte bunlar benim çocukluğumda var olsaydı, biz şimdi bir sanayiydik ve gerçekten filmlerimizi tüm dünyaya dağıtıyorduk.

Filminizi insan için yapmalısınız. O zaman ister istemez evrenseli yakalarsınız.

Uluslararası olabilmenin bir sırrı yok. Biraz yönetmenin düşünce biçimiyle ilgili belki... Sonuçta dünyanın her yerinde insan, insandır. Amerikan filmlerinde de, Japon filmlerinde de izliyoruz, insanların belli durumlarda verdikleri reaksiyonlar aynı. Kızıyorlar, seviniyorlar, aşık oluyorlar. Çünkü bütün bu davranış biçimleri daha çok id ile ilgili. Süper egoya bağlı davranışlar söz konusu olursa, belki farklılıklar ortaya çıkabilir. Ama id, dünyanın her yerindeki insanlarda aynıdır. Zaten insan şöyle bir şey yapayım da, evrensel olsun diye yola çıkmaz. Filminizi insan için yapmalısınız. O zaman zaten evrensel oluyor.

Edebiyat kişiye hayal kurdurtur, sinema ise o hayali bir bütüne seyrettirir.  

Sinemanın olanakları hiçbir zaman edebiyatta yok. Edebiyat kişiye hayal kurduruyor. Sinema ise bir bütüne o hayali seyrettiriyor. Sinema bütün temel sanatların bileşimi... Hepsi var içinde. Edebiyat tabii ki çok etkili ama dediğim gibi, herkes ayrı bir film seyrediyor kitap okurken. Herkesin yorumu farklı olabilir. Ama sinema öyle değil. Sinemada gerçekte çok yoğun bir enerji var. Onu hissedebiliyorsun. Bir de her yönetmenin ayrı bir dünyası var. Bir Tarantino filminden çıkıp, Kurusava filmine girdiğinde aklın şaşar. Kitaplarda bu kadar farklılığı yaşayamazsın. Çünkü kitap okurken bir anlamda sana ait olur. Senin bakış çerçeven içinde algılarsın. Ritmini bile sen belirlersin. Bazen sıkılır, bekletirsin, kimisini bir solukta okursun. Ama sinemada öyle değil, seni bir salona kapatıyorlar, izliyorsun. Ancak uyuyabilirsin.   

Bir yönetmenin şansı, iyi bir yapımcıya düşmektir.

'Her Şeye Rağmen'i çekeceğim zaman Kadri Yurdatap'a otuz sayfalık bir taslak vermiştim sadece. Hemen kabul etti. 'Tamam Orhan, ne istiyorsan çek.' dedi. Tabii yıllardır birlikte çalışmışlığımız vardı. Ben onun pek çok filminde görüntü yönetmenliği yapmıştım. Meslekteki davranış biçimim falan belliydi. Bana güvendi, riske girdi. Daha sonra 'Dönersen Islık Çal'ı da birlikte yaptık. Kadri Yurdatap'ın güçlü bir altıncı duyusu vardır. Bir filmin iyi olup olmayacağını hemen hisseder. İşi iyi takip eder. Stüdyoya gider, yıkanan kopyaları ilk o seyreder vs. İyi bir yapımcıdır. Bu da bir yönetmenin şansıdır tabii. Bazı yapımcılar da vardır ki, her şeyi sizden daha iyi bilir. Her aşamada kendi fikrini kabul ettirtmeye çalışır. Daha iyi nasıl olur diye değil, daha ucuza nasıl yapılır diye düşünür. Hele ufak hesaplar peşindeyse, bir kahvaltı sahnesinde aksesuar olacak zeytinleri bile saymaya kadar işi götürüyorsa, yandınız! Daha işin başında yandınız.

Hiçbir zaman amaçsızca, laf olsun diye film yapılmaz.

Tabii ki her filmin bir amacı, bir mesajı olur. Yönetmen insanlara bir şeyler söylemeye, sesini duyurmaya, derdini anlatmaya çalışır. Hiçbir zaman amaçsızca, laf olsun diye film yapılmaz. Tabii bu durumda film, ister istemez insanları eğitir. Ama yönetmenin amacı hiçbir zaman bir film yapayım da, insanları eğiteyim değildir. Ben 'Manisa Tarzanı'nı insanları eğiteyim diye çekmedim. Ahmet Bedevi diye bir adamın yaşamış olması bana çok enteresan geldi, insanlar da onu tanısın, bilsin istedim. Çocukluğumda hatırlıyorum; gazetede görmüştük Manisa Tarzanı'nı arkadaşlarla. Hatta, macera olsun diye Manisa'ya gitmeyi bile düşünmüştük. Yıllar sonra ben onun filmini çektim. Bir biyografi filmiydi o. Yarı belgesel tadında bir film. Yoksa amacım, insanlara yeşili koruyun, ağaç kesmeyin filan gibi bir şeyler söylemek değildi. Tabii bir öğretisi de vardı içinde ve film ile birlikte insanlara sunuldu. Yoksa pankart açmaya çalıştığın zaman olmaz. Düşünce, filmin içinde gelişir. Şaban Ağa için de aynı mesela. Böyle bir adam yaşadı ve bu adam benim dedemdi. Onun öyküsünü çekeceğim ama içinde büyük de bir öğreti olacak. Filmlerimde hiçbir zaman için insanlara böyle yapın yada yapmayın demiyorum. Gösteriyorum sadece. Alan alır.

İyi filmler Türk sinemasının en fazla yüzde onunu kapsar. Geri kalanı çöp!
 
Bazı ülkelerin sinemalarında etnik özellikler ön plana çıkabilir. Mesela Londra'da film çekersen, soft beyaz bir ışık hakimdir. Ama Akdeniz'e indiğinde güneşten ötürü her şey daha sarı görünür. İran sinemasında da sarıdır mesela. Fakat anlatım dili adına bir üsluptan bahsedeceksek, bu Türk sinemasında yok. Biraz toplumun bilincinden kaynaklanıyor bir üslup oluşmaması. Yüz yıldır Türk sineması var ama iyi film olması gerekenden çok az. Türk sinemasında yılda iki yüz film çekilen ve seyircilerin akın akın sinemaya gittikleri bir dönem var. Ama iyi film yok. Seyirci o dönemde kaliteyi istememiş. Kalitenin farkında değilmiş. Ne verirsen onu alıyormuş. Onun için de bir haftada çekilen binlerce Türk filmi çıkmış ortaya. Bazen Sinema Türk kanalını izliyorum, çok kızıyorum. Tekniği rezalet, renk yok... Önemli yönetmenlerimiz ve önemli filmlerimiz var tabii ama genelde eğitimsizlerce, yine eğitimsiz insanlara sunulmak üzere yapılmış filmler çoğunlukla. Para kazanmak amacıyla, perdede bir görüntü çıksın da, nasıl olursa olsun mantığıyla... Şimdi öyle mi? Bir film yapacaksan, teknik kalitesini yüksek tutmak zorundasın. Ancak o zaman filmini tüm dünyaya gösterebilirsin. Yoksa standardı yakalayamazsan, projeksiyonlardan geçmez. Sesler okunmaz. Bir de seyircinin gözleri, kuklaları o kadar kaliteye alıştı ki, teknik olarak istiyor bazı şeyleri. Sesleri beş kanaldan duyacak. Ona alıştı. Böyle tek noktadan gelen sese güler geçer, terk eder salonu. Şu anda bütün dünyanın standardı aynı... Ama konular üzerinde etnik olabiliriz. Türk filmidir, bize özgüdür. Ne yazık ki, eski filmlerimizde bu da yok. İyi filmler Türk sinemasının yüzde onunu kapsar en fazla. Geri kalanı çöp! At, yak, yok et... Siyah beyaz dönemindeki filmler biraz daha iyi. Çünkü siyah beyaz çekmek zor... Bir kere düşük asalı film... Onun ışığını iyi yapmazsan, görüntü alamazsın. Onun için o dönemde filmin sadece görüntülerinin seyredilebilir olması için uğraşmışlar. Ama sonra renkli film çıkınca, asalar yükselince, hadi bunu da ışıksız çekelim gibi bir mantık oluşmuş. Zaten halk da anlamaz! Böbürleniyorlar şimdi yılda iki yüz film çekiyorduk diye. Ne çekiyordunuz? İki tane iyi film yok içinde. Aç işte, bak! Jenerikler kötü, müzik kötü, her şey özensiz. Ve Türk filmi olarak oynuyor. Halk onlara nostaljik bir şey olarak bakıyor. 'A bak Ahmet Tarık Tekçe, ne tatlı adamdı!' falan diyor. O kadar yani... Ya da eski İstanbul görüntüleri.           

Halk bunu istiyor diye kalitesiz işler yapmak büyük hata.

Bugün artık taşlar yavaş yavaş yerine oturuyor. Gerçekten bir Türk sinemasının varlığından bahsedilebilir. Bundan sonra daha da iyiye gideceğini düşünüyorum. Ama ekonomik sorunlar çözülürse... Çünkü bu sorunlar çözülmezse, özgürce film yapılamayacak. Yönetmenler gerçekten istedikleri filmleri belki de medyatik bir platforma sokamayacakları için yapamayacaklar. Nasıl ki Amerika'da ticari filmler yapan bir Hollywood ve daha kendilerine özgü işler yapan bağımsızlar var, bizde de öyle olması gerek. Hollywood, bağımsızları besliyor maddi olarak. Sanatçılar özgürce istedikleri filmleri yapabiliyorlar. Arkalarında büyük bir sanayi var. Ama bizde maalesef öyle değil. Çok garanti işler vardır, seyirciyi salona çekebilecek komedi filmleri mesela. Eğer kastını da iyi yaparsanız, seyirci gelir. İnsanların büyük bir bölümü 'Cem Yılmaz'ı görelim, Yılmaz Erdoğan'ın filmine gidelim' derler. Bu sinemanın bir yanı... Ama diğer yandan, ilerde Türk sinemasının mihenk taşı olacak filmlerin de çekilmesi gerekiyor. Bunun için de, maddi katkıların, sponsorlukların olması şart. Bir yönetmen her sene bir film yapıyorsa, en azından bir tane de kendi istediği filmi çekebilmeli. Avrupa'da bazı kanunlar uyguladılar bankalar falan sponsor oluyorlar filmlere. Bizde de bir ara Kültür Bakanlığı böyle bir şey başlattı ama kısa sürede kapatıldı. Ben çocukken de kızıyordum bunlara ama nasıl olsa ben büyüyüp film yapana kadar değişir, düzelir her şey diye düşünüyordum. Büyüdüm işte, ne oldu? Hiçbir şey değişmedi. 'Her Şeye Rağmen'i bir daha çekmek isterim. Teknik yetersizliklerden bahsediyorum. 'Manisa Tarzanı'nın seslerini bir daha yapmak isterim. Mono oynuyor çünkü. Hazin bir şey... Hatta bazen keşke eski dönemde yaşasaydım diye düşünürüm. Yılda iki yüz film yapılıyordu ya, belki kafamdaki filmleri çekebilirdim o zaman. Nasılsa seyirci de var... Aslında eskiler büyük fırsatlar kaçırmışlar. Seyirci onları aşağıya çekmiş, onlar da seyirci ne istiyorsa vermişler. Halbuki seyirciyi yukarı çekmek gerek. Şimdi aynı hata televizyonlarda yapılıyor. 'Halk bunu istiyor' diyorlar o saçma sapan şeyleri yayınlayıp. Hayır. Nereden biliyorsun halkın ne istediğini? Halk mail mi gönderiyor? 'Yapın kaynana programlarından üç beş tane' mi diyor? Hayır, yok öyle bir şey. Halka ne verirsen, onu alır. O zaman bunu kullansana! Sanatçı en önde olmalı. Eskiden tek kanallı dönemde (TRT)'birçok kaliteli filmler seyrederdik. Halk yine bu halktı!

Yabancı festivallerde filmlerimizin başarısına şaşırıyorlar. Bu bile bir hakaret!

Şu anda dünyaya film falan satamıyoruz. ZDF bir filmimi istedi televizyonda oynatmak için. 'Tamam, alın' dedik. Ama sonra bir haber geldi ki, bu sene alamıyorlarmış. Çünkü üç yıl önce Türk filmleri almışlar, bu yıl da Arap filmleri almışlar. Benimkini ancak seneye alabilirlermiş.
Film olarak yoksun yani. Hep 'Türk filmi', 'Arap filmi' gibi guruplar içindesin. Renk olsun diye alıyorlar. Ki benim filmlerim de bir sürü ödül almış Avrupa'da... Festivallerde çok acı şeyler yaşadım. Cannes'da bir filmim oynayacak, yetmişe yüz afişlerim vardı sadece, oraya buraya yapıştırılmış. Ama bir bakıyorsun, insanlar filmleri için büyük reklamlar yapıyorlar, balonlar uçuruyorlar, dev afişler falan. Eziliyorsun, eziliyorsun, yok oluyorsun. Ama film oynuyor, herkes şaşırıyor. Şaşırmaları bile insanı aşağılıyor. Neden şaşırıyorsun? Yapılamaz mı Türkiye'de yani? Benim filmim oynamadan evvel, başka bir filmi görmeye gittim. Azerbaycan filmiydi galiba. Beş dakika geçti, birileri kalktı. Yedi yüz kişilik salonda, on dakika sonra kimse kalmadı. Film kötüydü. Çok bilgili ve deneyimli bir seyirci var orada, hemen anlıyor. Tekniğine falan da dikkat ediyor. Ertesi gün, benim filmim oynayacak. Yapımcım ile birlikte özel bir locadan izliyoruz. Ben hep seyirciye bakıyorum. Bir kişi kalkarsa, salon boşalacak diye korkuyorum. Ama olmadı öyle bir şey. Film bitti, alkışladılar falan neyse. Yönetmenlerin gittiği bir kafe vardı. Orada insanların bana bakışları değişti filmden sonra. Ama böyle olmamalı. Kötü bir ön yargıları var ve bu kırılmıyor. Olmuyor. Bütün ülkelerin standları var; film sunuyorlar, satış yapılıyor başka ülkelere. Bizimkiler raptiyelerle bir takım afişler asmışlar, suntaların üzerine. Video götürmüşler ama çalışmıyor. Tam karşımızda da bir Çin standı vardı. Allah'ım, uçmuşlar ve vızır vızır insanlar film almaya geliyorlar. Bizde de doğru dürüst lisan bile bilmeyen iki üç kişi oturuyor orada. Devletin kurduğu bir stand anlayamıyorum sinemaya doğru dürüs bir katkısı yok işi ne orda.

Filmlerimizin yurt dışına pazarlanması şart.

Devletin sinemaya desteği 'devlet baba bize yardım ediyor' anlamında olmamalı. Bir hak olmalı bu. Belediye rüsumlarından, bilet gelirlerinden sinemaya bir pay aktarılabilir mesela.  Sinemacıların haklarının kanunlarla korunması gerekiyor. Sinema bir sanayi olamamış, hiçbir şeyimiz yok. İşte bir iki tane derneğimiz var, o kadar. Çok yazık. Üzülüyorsun. Hep iyiye gidecek diyorsun ama hiçbir şey değişmiyor. Filmlerin yurt dışına pazarlanması şart... Hadi Amerika'ya gidemeyiz, Avrupa'ya da satmamız çok güç ama belli bölgelerde dağılabilir filmlerimiz. Rusya'ya, Arap ülkelerine, bir yerlere sat be kardeşim! Devlet politikası olarak sat. Onlardan başka bir şey al, film ver falan. Amerika bunu çok iyi başarıyor. En büyük gelirleri sinemadan... Türkiye'de en çok iş yapan filmi dört milyon kişi izliyor. O da çok uç bir rakam. Dört milyon seyirci için Amerikalı bugün parmağını bile kımıldatmaz. Bir şirket oluştursunlar, gitsinler Patagonya'ya falan satsınlar filmlerimizi. Tuz alsınlar, karşılığında film versinler, ne bileyim! Böyle bir oluşumla en azından biliriz ki, burada beş yüz bin seyirci var, etraftan da yedi yüz elli, bir milyon kişi; o zaman harika filmler yapılabilir.

Özgürlük adına toplumun bazı kanunlarını yıkmaya kalkışmak doğru değil.

Bugüne kadar çektiğim filmlerin hiçbirinde sansürü düşünmedim. Sansür biraz da insanın kendi içindedir. Sanatçı kendisini tanır, toplumunu tanır, bazı ilkeleri, her şeyden önemlisi de vicdanı vardır. Ben özgürüm, her şeyi yapabilirim doğru ama yazılmamış bazı kanunları var toplumun ve bunları yıkmak da aykırılık falan değil. Romanda da yazamazsın bazı şeyleri. Ben de çok uç noktada filmler yaptım. 'Kara Kentin Çocukları'nda çok aykırı bir gurubu anlattım mesela. Sonra 'Her Şeye Rağmen'de kilisede çalışıyordu filmin baş karakteri. 'Niye camide çalışmıyor?' dediler. Çalışamaz ki! Hapisten çıkmış. Camiler devlete ait. Ayrıca hikaye için kilise olması gerekli. İçeri giremiyor, yadırgıyor, tanımadığı bir yer... Orada mesela benim sonradan attığım bir sahne vardı. Şimdi düşününce yanlış geliyor. Ortalığın tozunu alırken Hasan, haçı tükürüğü ile ıslatıp siliyor. Onu çektim ama kullanmadım. Adam farkında değil onun kutsal bir şey olduğunun. Nikelajları parlatıyor ya. Doğal bir şey. Ben sansürümün kendi içimde olduğunu biliyorum. Benimle beraber yürüyor.

Bazı filmlerde bir seyirci olarak kandırıldığımı hissediyorum ve hemen çıkmak istiyorum sinemadan. 

Ben çok az film seyrederim. Filmlerden beslendiğimi söyleyemem. Film seyrederken benim için en önemli olan teknolojik gelişim sürecini takip etmek. 'Gladyatör' mesela. Filmi izlediğimde o dijital sistemi görüyorum ben. Ama Ridley Scott'ın da orada klasik bir anlatım diliyle, teknolojinin uç noktasını birleştirip seyirciye sunuşunu görüyorum. Çok da iyi bir film mesela 'Milyon Dolarlık Bebek' filmini izledim. Bin yıllık Amerikan sineması grafiği kullanılmış yine. Grafiğin alt çizgisi filmin dramatik yapısı dediğimiz ana hat, o konuya göre belirleniyor. Ama üstteki grafik hep aynı... Toplanıyor senaryo gurubu; 'üç dakika bilgi verdik tamam, şimdi beşinci dakikada bir aksiyon başlasın' diyorlar. 'Ne başlasın?' Fikirler geliyor. Ne modaysa onu koyuyorlar. Bugün ötenazi oluyor, yarın başka bir şey. İşte ben bu filmleri sevmiyorum. Oyunları biliyorum çünkü. Kandırıldığımı hissediyorum ve o zaman sinemadan hemen çıkmak istiyorum. Ama bunun yanında bir Kieslowski'ye bakıyorsun; usta. Hikayesi, kurgusu, duygusu, her şeyiyle. Yani onda da belli bir grafik görebilirsin ama seni kandırmadığını, samimi olduğunu da hissediyorsun. Bu çok önemli...

Eleştirinin amacı iyileştirmek olmalı, hakaret etmek değil.

Eleştirmenlerin çoğu, mesleklerini kelimenin salt anlamıyla algıladığından, mutlaka eleştirmek gereği duyuyor. Film hakkında olumsuz birkaç cümle söylemek zorunda hissediyor kendini. Mutlaka kusur bulmalıyım yoksa eleştirmiş olmam diye düşünüyorlar herhalde. Mesela Atilla Dorsay, 'Büyü' hakkında, 'aslında filmle ilgili kötü duyumlar almıştım ama izleyince beğendim' diyor. Sonra da 'Orhan Oğuz korku filmi seyretmezmiş, korkarmış, o zaman niye korku filmi çekiyor?' diyor. Bu çok sığ bir yaklaşım. Aslında benim eleştirmenlerle ilgili çok fazla sorunum olmadı. Genelde beğenildi filmlerim. Ama çok acımasız yazdıklarını da görüyorum bazı arkadaşlar için. Bu kadar acımasız niye olunuyor? Bir filmi eleştirebilirisin, kötü bir film olabilir senin için. Ama her film iyi olması ümit edilerek yapılır. En azından birkaç güzel kare veya birkaç iyi şey vardır içinde. Aslında onların da mantığını anlıyorum ben. O sert yazıların altında kendilerini gündeme getirme isteği de var. Sinema eleştirmeni kariyerlerini sağlama almaları gerekiyor. Çok içten eleştiri yaptıklarını zannetmiyorum. Filmin felsefesiyle, yönetmenin kafasındakilerle pek ilgilenmiyorlar. Söyledikleri genelde çok yüzeysel... Halbuki şöyle eleştiri yapabilir: 'Yönetmen bu sahneyi şöyle düşünmüş. Ben algılayabildim ama seyirci için çok açık olmamış.' gibi... Yönetmenleri de eğiten bir tavır olmalı. O da düşünmeli, ben hayal ettiğim şeyi neden yansıtamadım, nerede hata yaptım diye. Eleştirmen dediğinde, o adamın film çekebilecek bir teknik bilgisi olmalı ki, yargılayabilsin. O zaman biz de yazdıklarını oturup keyifle okuruz, yararlanırız. Onlara da sorarsan diyorlar ki, 'e halkımız anlamaz, biz halka yazıyoruz.' Niye halk anlamayacak? Karşısındaki zaten gazete okuyan biri... Sinema da ilgisini çekiyorsa, böyle bir yazıyı ilgiyle okur ve hoşuna da gider. Eleştirmenin görevi sevmediği film için 'sakın gitmeyin!' demek mi yani? Niye gitmeyeyim kardeşim? Ayrıca zaten çok az film yapılıyor. Uğur Vardan, Oğuzhan Tezcan'ın filmini eleştiriyor, okuyunca adama şahsi bir garezi varmış hissine kapılıyorum ben. O kadar acımasız. Eleştirmekle, hakaret etmek farklı şeyler. Eleştirmenin objektif bakabilmesi gerek. Sen sevmezsin ama başkaları sevebilir o filmi. Bir resim eleştirmeni mesela Modigliani'yi eleştirirken, 'aman o sergiye sakın gitmeyin!' diyor mu? Hayır. Bize tüm hayatıyla, yaşadığı dönemle, tarzıyla bir sanatçıyı anlatmaya, analiz etmeye çalışıyor. Eleştirmenin tek amacı iyileştirmek olmalı. O filmi analiz edip, okuyucusuna sunmalı.

45 tane ödülüm var. Geçen gün hepsini toplayıp çöpe atmak istedim.

Sekiz yıldır Şaban Ağa'nın filmini çekmek istiyorum. Hiçbir ticari kaygı olmadan, istediğim gibi... 45 tane ödülüm var biliyor musun? Türkiye'den ve Avrupa'dan görüntü yönetmenliği ve yönetmenlik... Geçen gün, hepsini bir koliye doldurup atayım istedim. Neden ben film çekemiyorum? Ki artık en olgun dönenimdeyim. Her şeyi süzmüşüm, hatalarımı çok aşağıya indirmişim. Ben her sene bir film çekebilmeliyim. Bu imkanlar sunulmalı bana. 'Kara Kentin Çocukları'nı kendi paramla yaptım. Aldım elime kamerayı çıktım. O kadar istedim bu çocukların hayatlarını film yapmayı. Filmi bitirdim ama vizyona sokamadım. Param kalmamıştı çünkü. Sorunca sinemalara, oynatmayı kabul ediyorlar ama en az 30-40 kopya basılmasını istiyorlar. Dağıtım ağlarının en düşük rakamı bu... 40 kopya ne demek? İki yüz bin dolar sadece kopya masrafı. Reklam giderleri vs. de var tabii. Filmin ne getireceği de belli değil. Böyle bir riske tek başıma giremedim. Tek bir kopyası var filmin, o da evde duruyor. Halbuki çok ciddi bir işti benim yaptığım. Tanıyorum bu çocukları ben. Beyoğlu'nun arka sokaklarında yaşayan, aralarında konuştukları on cümleyi geçmeyen, 'looser' çocuklar bunlar. Çıkarıp 50 milyar para versen, ne yapacağını bilemez. İşte üç beş kuruş bulunca barlara gidip, bira içiyorlar. Amaçları kalmamış. Onların yaşamlarını, hayallerini, insanlara bakışlarını, korkularını çektim ben. Ama ne oldu? Hiç...

Bütün sinema öğrencileri yönetmen olmak istiyor.

Sadece okulla sinemacı olunmaz. Okuldaki eğitim pek çok açıdan eksik. Ben birkaç okula panele gittim. Çocuklarla konuşuyorum, hepsinin gözünde yönetmen olma hayali. Hepsi yönetmen olmak üzere yetiştiriliyor. Çok enteresan. Marmara'ya Mimar Sinan'a, Anadolu Üniversitesi'ne, Dokuz Eylül'e gittim. Hepsinde aynı. Karşımda üç yüz öğrenci var; hepsi de yönetmen olacak! Orada bazı gerçekleri söylemek zorunda kaldım. 'Evet hepiniz yönetmen olma hayalleri kuruyorsunuz fakat, içinizden belki bir belki iki tane yönetmen çıkacak.' dedim.  Biraz moralleri bozuldu. Aslında verilen eğitim içinde çocukları yönlendirmek, bilinçlendirmek lazım. Sinema sadece yönetmenlik demek değildir ki. Herkes kendi yetisine göre önünü açmalı. Burada tabii eğitimcilere düşüyor iş. Ben mesela 'İki Başlı Dev'i çekerken Eskişehir'den, Mimar Sinan'dan bir de Marmara'dan çocuklar aldım. On kişiydiler toplam. Sette çalıştılar benimle. İlk geldiklerinde hepsi yönetmen gibi düşünüyordu, yönetmen gibi davranıyordu. İşin sonuna doğru baktım kendi aralarında ayrıldılar. Biri kurguya gitti, 'ben kurgucu olacağım' dedi. Gülen Gül diye bir kız vardı, o yapımcı oldu, Serdar Akar vardı, setçilik falan yapmıştı filmde, çok çalışkan bir çocuktu; o yönetmen oldu...  Sete girdiklerinde kendi yerlerini buldular. Kimse bir şey söylemedi onlara, sen şu işi yap diye... İyi bir deneyimdi o film benim için. Eğitim içinde bunlara dikkat etmek gerekiyor. Yoksa mezun olunca hüsrana uğruyor çocuklar. Gençlere tavsiyem, kendilerine karşı tamamıyla dürüst olmaları... Sinemayı yeterince seviyorlar mı, hangi branşta çalışmak istiyorlar, kendilerini adamaya hazırlar mı, yetileri nelerdir? Muhakkak biliyorlardır bu soruların cevaplarını ama insan bazen kendi kendisine de yalan söyler. Çok engebeli bir yol sinema. Dışarıdan görüldüğü gibi değil. Çok hüsrana uğrayabilir, ömür boyun hiç film çekmeden kalabilirler. Büyük hayallerle gelen ama bunları gerçekleştiremeden ölüp giden yüzlerce kişi geldi geçti sinema dünyasından. Çok acı bir şey bu. Çok şeye göğüs germek zorunda kalıyorsun. İş bulamayacaksın, aç kalacaksın ama yine de vazgeçmeyeceksin. O zaman başarırsın. Öyle sinemayı çok seviyorum, aşığım falan demekle olmuyor. Gerçek anlamda kendilerini bu işe adamaları lazım. 


 

Kaynak
Orhan Oğuz
 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)