Üye değil misiniz?
Aktivasyonunuzu tamamlamadınız!
Zaten bir hesabınız var mı?
İtiraf ediyorum: Ben de Duvar'ı izlemeye az çok bir görev duygusuyla, 'hani bu kadar uğraşmışlar, buralara kadar gelmiş, bir de yıllarca yasaklanmış, gitmezsek ayıp olur' halet-i ruhiyesi içinde gittim. Üstelik edindiğim ön bilgiler Yol kadar iyi olmadığı, fazla şiddet, kan ve intikam (!) ögeleri içerdiği yönündeydi. Heyhat, sinemadan çıktığımda, klasik deyişle biraz 'duvara çarpmış' gibi, fazlasıyla da 'kelimelerin kifayetsiz' çaresizliği içinde kalakaldım. Aslında hazırlıksız yakalandım belki de, her hafta 1-2 kez sinemaya gitsem de, ne çok olmuş bu denli samimi ve yürekli bir film izlemeyeli diye hayıflandım.
Duvar Yılmaz Güney'in, Cannes'da büyük ödülü alan Yol'dan sonra ilk, yaşamında ise son filmi. Konusunu 1976'da Ankara Kapalı Cezaevinde, Yılmaz Güneyin'in de tanıklık ettiği, bebeler koğuşunda çıkan ve tüm cezaevine yayılan bir isyandan alıyor. Bu olaydan derinden etkilenen Yılmaz Güney, isyanın arkasından gönderildiği Kayseri Cezaevinde 'Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz' ismiyle bir roman yazdı. Talepleri, insanlığın ihtiyaçlar hiyerarşisinde ki ilk basamakta yer alan isyancılar, yalnızca doymak ve ısınmak istiyorlardı. Cezaevinde ki şiddete, işkenceye, cinsel istismara dur demekti amaçları. Yılmaz Güney 1981'de yurtdışına çıktığında, gerçekleştirmek istediği proje, bu 'kan, ateş ve gözyaşı içinde, duvarların karanlığında, ışığı ve suyu arayan' küçük arkadaşlarının öyküsünü anlatmak, onları insanlığa maletmekti. Bu amaçla çalışmalarına başlayan Güney, bir Türk cezaevini Fransa'da canlandırabilmek, birçok yabancı ve amatör oyuncu ile çalışmak zorunda kalmak gibi zorlukların yanısıra ciddi maddi olanaksızlıklarla da karşı karşıyaydı. Tuncel Kurtiz ve Ayşe Emel Mesci dışında ki tüm oyuncular hayatlarında ilk kez kamera karşısına çıkıyorlardı...
Filmi izlediğinizde sizi şaşırtabilecek ilk şey mekanlarda, oyuncu seçim ve performansında ki başarı olacaktır. Alışık değiliz tabi bunca yıllık Yeşilcam izleyicileri olarak bu kadar falsosuz, gerçek, içten oyunculuklara ve yaratıcılığa. Yılmaz Güney'de bunu kolay başarmamış zaten. Eski bir manastırı cezaevi haline getirmişler elbirliğiyle. Yüksek duvarlar örmüşler bahçesine, pek çok detay malzemeyi gizlice Türkiye'den getirtmişler. Sonuçta sizi hiç şaşırtmayacak bir cezaevi görüntüsü çıkmış ortaya. Bu kadar kısıtlı bir mekanda geçen bir film, başka ellerde bu gerçekliğe, bu vuruculuğa ulaşamazdı sanırım. Bunda Güney'in uzun yıllarını cezaevlerinde geçirmesinin, kadınlar koğuşu için de yine cezaevi deneyimli Ayşe Emel Mesci'nin yardımlarını almasının etkisi büyük şüphesiz. Oyuncuların canlandırdıkları rollerle uyumları ise inanılmaz. Tümü amatör olan çocuklar ve gardiyanlar çok iyi seçilmişler. Özellikle Ahmet Ziyrek tarafından canlandırılan gardiyan Cafer tiplemesi çok başarılı. Güney oyuncu yönetiminde de az rastlanır bir başarıya imza atmış. Hayatlarında ilk kez rol yapan insanlar yeşiçam'ın 'rol kesen' artistlerine ders veriyorlar neredeyse. Güney bu performansa, kendi deyimiyle 'militanca yaklaşımla' erişmiş. Filmde ki havayı yaratabilmek için plato da benzer bir ortam yaratmış. Kendisi olayı şöyle anlatıyor: "Filmin maddesi olan tedirginliği açıklamak, dolayısıyla havasını yaratmak; bu tedirginliğin filmden çıkarak ekibin günlük hayatına ve platoya geçmesini sağlamak gerekliydi. Açıkçası bir hapishanedeydik ve şef gardiyan bendim... Bu film için hikayenin aslıyla tam anlamıyla ahenk sağlayan bir şekle ihtiyacım vardı. Bunu elde etmek için değişik metodlar kullandım. Örneğin; bütün çekim süresince bütün ekibe, bütün oyunculara bu dekordan dışarı çıkmayı yasakladım, hapishanede ve filmde görülen yataklarda uyumaya zorladım." 1
Duvar, Türkiye'de pek fazla itibar görmese de yurtdışında oldukça olumlu eleştiriler almış. Bakınız Güney'in sineması, Fransa'nın ünlü eleştirmenlerinden, Libération yazarı Serge Toubiana tarafından nasıl taçlandırılmış: "Elbette Duvar siyasi bir filmdir...Ama gene de, bu filmde, önceki filmlerinden daha fazla, onun sinema arzusundan bir şeyler geçer bize, daha iyi ve daha güçlü bir şekilde...O arzu çok kuvvetlidir, filmde tümüyle hakimiyetini kurar, kendini Duvar'ın her planında hissettirir...Duvar'ın gücü Türk sinemasının beslendiği o lanetli bölgeden kaynaklanır: Bu lanetli bölge bir prense, sinemayla dolu bir adama aittir."2 Evet Yılmaz Güney sineması bir okuldur artık. Lümpendir, değildir ekseninde anlamsız ve zavallı bir tartışma yürütülürken hakkında, onun ekolünün öğrencileri uluslararası platformlarda ödüller almaya devam ediyorlar. Son örnek Cannes'da altın ödüller alan İran sineması. Yeşilçam, 'Gemide', 'Tabutta Rövaşata' gibi bazı özgün örnekler dışında, kayda değer atılımlar yapamazken, İran'dan Bahman Ghobadi, Atların Sarhoşluk Zamanı adlı Güney ekolünden filmiyle ödül alıyor. Aslında denklem o kadar zor değil. Bu hangi tribüne oynadığınızla ilgili birşey. Yeşilçam kapalıya oynamayı tercih ediyor. Hani mesaj kaygımız da yok ya artık. Güney ise herzaman kale arkasına oynadı, hatta herzaman kale arkasındaydı zaten. Duvar'ın İstanbul gişe sonuçları da bunu açıkça gösteriyor. Görece yoksul semtlerde ki sinemalarda, diğerlerine göre çok daha fazla gişe yapıyor Duvar. Kale arkası, öteki Türkiye ona sahip çıkarken, orta ve üst sınıflar fazla şiddete tamah etmiyorlar. Çünkü onlar, X-Men ya da Snatch'a gidip başka türlü bir şiddet izlemek istiyorlar, vicdanlarına dokunmayan. Bilmiyorlar Güney'in filmdeki şiddetle ilgili söylediklerini: "Olayları olduğu gibi mi yoksa dolaylı bir yoldan mı anlatmalıydım?? Birinci yol, yani olayları bütün çıplaklığıyla anlatmak yolu, gerçeğe ne kadar yakın o kadar inanılmaz görülecekti. Zira bugün Türk hapishanelerinde inanılması güç olaylar cereyan ediyor. Diğer bir zorluk daha vardı: Türkiye'den uzak kaldığım sürede, hayatımın politik tarafı, politik kişiliğim oldukça önem kazandı ve bunun filmimi gölgelemesini istemiyordum; çünkü hangi gerekçeyle olursa olsun bu filmin salt bir propaganda aracı olarak değerlendirilmesini istemiyordum. Sanatsal bir anlatım bulmam, anlatım dilinin bahsetmek istediğim gerçekliği taşıması ve anlatması en azından hissettirmesi gerekiyordu."
Günlük hayat büyülü bir kavram gerçekten. Bu şüphesiz yeni icat edilmedi, yani eskiden de günlük hayat vardı, ama son on yıl sanırım bu kavramı daha bir içselleştirdik, daha çok kullanır olduk, artık daha bir mübah 'yaşam gailesi' mazereti. Zaten, şairin dediği gibi 'biz büyüdük ve kirlendi dünya', oysa kirleneli ne çok olmuştu, belkide. Velhasıl, efendim; 'işler çok yoğun, ne çok iş var yetiştirecek' iseniz, ve de 'üff kredi kartı, çocuğun okul taksitleri,' endişelerinde, üstelikte 'hafta sonu keyifli birşeyler' izlemek arzusundayken, sakın ha Duvar'a gitmeyin. Çünkü, hiç istemediğiniz bir anda, Serdar Turgut'un 'öteki Türkiye'sine çarpabilirsiniz. Beklenmedik bu kaza, belleğinizin tozlu raflarından bazı dosyaların düşüp canınızın acımasına yol açabilir. Can havliyle anımsamak istemediğiniz şeyleri yok sayıp, inkar yoluna gidebilirsiniz. Serde orta sınıftan olmak var zaten, çok sevmez miyiz görmek istemediğimiz şeyleri inkar etmeyi? 'Ama olmaz ki bu kadar da, ne çok şiddet kullanmış, fazla didaktik değil mi? Zaman değişti artık' deyiverirsiniz bir çırpıda. Geçen yıl Ulucanlar da öldürülen on mahkumu, cezaevi isyanında dozerle kolu koparılanları, daha yeni beş kişiyi öldürüp, onlarcasına inanılmaz işkenceler yapan Ergin çetesini anımsamazsınız bile.
Yine de Metin Üstündağ'ın dediği gibi; "Yılmaz Güney, en hakiki bir kanka'dır be...Haydi Duvar'a".