Üye değil misiniz?
Aktivasyonunuzu tamamlamadınız!
Zaten bir hesabınız var mı?
Zeki Demirkubuz?un ?İtiraf?ı başladığında masmavi bir İstanbul bizi karşılar. Maviliğe şehrin gürültüsü karışırken, uçup giden bir kırmızı balonu ve onun ardından bakan Harun?u görürüz. Bu uçup giden kırmızı balon, kaybedilen masumiyetin ardından bakakalmayı mı anlatır acaba? Bir iş gezintisinde olduğunu anladığımız Harun?un karısı Nilgün ile yaptığı telefon görüşmesinde buz tanelerinin soğukluğunu hissederiz. Harun ile birlikte kaldığı otel odasına girdiğimizde kamera bir şeyler ararmışçasına hareket eder ve sonra da yatağın başucundaki masaya odaklanır: her şey karmakarışıktır: gördüklerimiz Harun?un içi olmasın? Zaplanan televizyon kanalları arasında parayla satın alınacak cinselliğin de reklamlarına şahit oluruz. Bu, bir ipucu mudur acaba? Harun?u rahatsız eden şeyin temelinde cinselliğin bir payı olabilir mi? Ve başlangıçtan itibaren açılan, kapanan kapıları, pencereleri, bunların önünde ya da gerisinde karanlığı ve ışığı görmeye devam ederiz. Ani bir kararla iş gezisini yarıda kesip gece yarısı Ankara?ya dönen Harun?a eşlik ederiz çok geçmeden. Özellikle de o bitmeyecek gibi gelen tünelden geçerken; bizi bekleyenin ne olduğu konusunda kendi kendimize sorular sorarız. Bu tünelin sonunda ışık var mı? Tünelin sonu bizi nereye götürecek?
Harun, eve vardığında kapılar ve pencereler yine işbaşındadır. Açılan kapıyla eve girer ve ne bulacağımızı ya da bulamayacağımızı merak ederiz. Bomboş bir ev bulunca Harun?la birlikte evin karanlığında beklemeye koyuluruz. Acaba Nilgün nereye gitmiştir? Nilgün kocasını aldatıyor olmasın? Ve yine açılan bir kapının sesini, içeriye dolan yarı-ışığı, Nilgün?ün ayak seslerini duyarken Harun?la birlikte bekleriz. Aslında ne olup bittiğini anlamışızdır da yine de Nilgün?ün 216 nolu otel odasını aramasıyla Harun gibi duymamış numarası yapmayı yeğleriz. İşte o andan itibaren geriye dönüşü mümkün olmayan bir sorgulama sürecinin içine çekilmiş buluruz kendimizi:
Doğrulara, yanlışlara, söylenmemişlere, tıkanıklıklara şahit oluruz. Ama Demirkubuz?un yönetiminde ilişkiler bir çırpıda anlaşılmaz. Kimin haklı, kimin haksız olduğuna karar vermek çok güçtür; Nilgün?ün sessizliği bunu daha da güçleştirir. Sözler sayfalara sığmaz, hareketler yerinde duramaz, içimiz bulanır, karanlığa mahkum oluruz. Ne gerek vardı şimdi bunlara diye düşünürüz? Gerçek bu kadar acıtacaksa neden üstüne kapatmayız ki diye düşünürüz. Ne bulacağız ki bu acının sonunda? Ya iki katına çıkacaksa karanlığımız? Olsun ne olursa olsun! Kemirecekse bütün bir yaşam boyu orada kara bir delikte saklanan, çıksın işte şimdi ortaya; saçılsın saçılabildiği kadarıyla. Ve çeksin içine çevresinde ne varsa. Kimbilir başkasının itirafını duymayı beklerken kendi içimizdeki düğümdür çözmek zorunda kalacağımız en sonunda... Yaşamaktansa saklanılanın yalnızlığında yüzleşelim kendimizle ya da içimizdeki düğümlerle...
Zeki Demirkubuz, Taner Birsel ve Başak Köklükaya, beni yukarıda yazdıklarımı düşünmeye yönelttiler. Daha başka ne yazabilirim ki: Sağolsunlar!...