Üye değil misiniz?
Aktivasyonunuzu tamamlamadınız!
Zaten bir hesabınız var mı?
Clint Eastwood'un Atalarımızın Bayrakları adlı filmle art arda çektiği Iwo Jima'dan Mektuplarıizlemek için çok sabırsızlanıyordum. Özellikle ikinci filmin ilkinden daha da iyi olduğu iddiaları ve "en iyi film" dalında Oscar adayı olması beklentilerimi arttırmıştı. Bir kere daha bir Eastwood filminden fazlasıyla tatmin olmuş bir sinemasever olarak ayrıldım. Şimdiye kadar izlediğim en insancıl savaş filmlerinden birisine imza atan Eastwood, entelektüel gelişimini ve yakaladığı insancıllığı ana-akım sinema üzerinden bizimle paylaşıyor ve bütün bunları yaparken bir yönetmenden çok bir masalcıyı andırıyor.
Eastwood son 4-5 filminde sürekli aynı şeyi yapıyor. "Klasik hikaye anlatımında mükemmelliğe ulaştı" derken her seferinde bir öncekinden daha zengin ve etkileyici bir üslupla hikayesini anlatıyor. Gizemli Nehir, -biraz fazla melodrama kaçmış olsa da- Milyon Dolarlık Bebek, Atalarımızın Bayrakları ve Iwo Jima'dan Mektuplarortak yönleri, çok sabırlı ve ayrıntılara çok önem bir anlatıcı tarafından perdeye taşınmış olması. Bu saydığımız 4 filmde de katmanlar yavaş yavaş açılıyor ve karakterler gerçek hayatın içinden cımbızla çekilmiş gibi duruyorlar.
Iwo Jima'dan Mektupların en etkileyici taraflarından bir tanesi perdede sürekli gri tonların hakim olması. Öyle ki Japon askerlerin pembe yüzleri olmasa siyah-beyaz bir film izlediğinizi de düşünebilirsiniz. Adanın taşları, gökyüzü, deniz, üniformalar ve tüm eşyalar gri tonlarda seyrederken, pembe suratlar bütün bu griliğin içinden sıyrılıp filmin en önemli noktasına yani "karakterlere ve o karakterlerin yaşadıkları drama" dikkat çekiyorlar. Bütün bu griliğin ortasında kalan pembelikler sayesinde umutsuzluğu, yalnızlığı ve çaresizliği hissediyoruz.
Filmin hikayesine gelince; Iwo Jima Pasifik Okyanusu'nda bir küçük Japon adasıdır ve artık II. Dünya Savaşı'nın sonunun yaklaştığı günlerde Japon anakarasına çıkartma yapmaya hazırlanan Amerikan Donanması'nın yolunun üzerinde alınması gereken bir üs durumundadır. Adayı savunmakta olan askerler anakaradan birçok anlamda çok uzaktadırlar. Hem gözden hem de gönülden ırak bir avuç Japon askeri kaderlerine daha doğrusu ölüme terkedilmiştir ve tek dayanakları ise komutanları ve aynı zamanda ruhani bir lider olan General Kuribayashi'dir. (Ken Watanabe)
Askerlerin işleri çok zordur, çünkü bir yandan kaybedecekleri belli olan bir savaşın artık biran önce başlamasını beklerken diğer yandan da batı tahsili görmüş ve sahip olduğu melez kültürün avantajlarını kullanan General Kuribayashi'ye ayak uydurmak zorundadırlar. Adaptasyon süreci bazı orta rütbeli subaylar için savaşın kendisinden daha ızdırab verici olur, çünkü "kaybettim, onurumla intihar edeceğim" gelenekselliğini terk edip ayakta kalıp sonuna kadar savaşma emri almışlardır. Bu entelektüel gelişim baskısı bazı askerlerde savaşın kendisinden daha fazla tahribat yaratır.
Birçoğumuz soğuk savaşın etkisini iyice arttırdığı yıllarda devletten yardım da alınarak çekilen Hollywood usulü savaş filmleriyle büyüyen bir neslin mensubuyuz. En klişe tabirle Rambo III günlerini hatırlayabiliriz. Hatta söz Stallone'den açılmışken, Racky IV'ü de anmadan geçmek olmaz. Dönemin gerek ana-akım sinemasında gerek de B film tabir edilen düşük bütçeli filmlerinde ve dizilerinde sürekli hain kızılları öldüren kahraman Amerikalıları izledik. Esasında daha da geniş bir zamanda düşünüp aynı muamelenin Almanlara, Kızılderililere ve daha birçok millete yapıldığını hepimiz hatırlıyoruz. Hollywood, açık açık taraf tutmuş ve karşısındakileri iki boyutlu, sığ katiller olarak tasvir etmekten asla kaçınmamıştır.
Zamanla bu tavırda bazı yumuşamalar hissedilse de, bu seferde üstü kapalı bir emperyalizme -ki bu üstü açık olandan daha tehlikelidir bence- maruz kaldık. Er Ryan'ı kurtarmak filminde her ne kadar birçok sahnede "Almanlar da insan" hissiyatına kapılsak da, finalde Yüzbaşı Miller (Tom Hanks)'in daha önce merhamet gösterdiği Alman asker tarafından vurulması ile açık bir mesaj verilmişti, "düşmanını bağışlayan erdemli Amerikalı hain Alman tarafından vuruldu"
Eastwood sağ kanat mensubu bir entelektüel olarak bu tarz bir sığlıktan kaçınıyor ve meselenin "erdemli bir insan" olma boyutunu tartışıyor. Amerikalı olabilirsiniz, Japon veya Türk olabilirsiniz. Savaş halinde olabilirsiniz. Ölmek ya da ölmek durumunda kalmış dahi olabilirsiniz. Bu durumda hayatta kalmaktan daha önemli bir şey varsa o da insan olabilmektir.
Eastwood bu evrensel mesajı filmin yapımcısı olan iflah olmaz sistem yanlısı Spielberg'e rağmen veriyor diyebilir miyiz? Belki de birlikte çalışmaları sayesinde kendi hümanizmini Spielberg'e de bulaştırmıştır ne dersiniz? Her şekilde Eastwood'un önünde saygıyla eğiliyorum ona sağlıklı ve uzun ömürler diliyorum. Bir sinemasever olarak daha fazla Eastwood filmi izlemek en büyük arzularımdan birisi.