Üye değil misiniz?
Aktivasyonunuzu tamamlamadınız!
Zaten bir hesabınız var mı?
Die Hard 4.0 yada Live Free or Die Hard, nerdeyse yirmi yıla yayılmış serinin son halkası, bizde bilinen adıyla Zor Ölüm, John McClane adlı inatçı mı inatçı, yenilmekten nefret eden, işine son derece bağlı bir polis memurunun son hikayesini anlatıyor. İlk film Nakatomi binasında geçiyordu. Bir grup terörist binayı ele geçirip içinde McClanein eşi Hollynin de bulunduğu çalışanları rehin almıştı. Teröristleri durdurmak da elbette McClanein başına kaldı. Bu serinin 88deki ilk halkasıydı ama devamı gelmekte gecikmedi.
Bu filmden iki yıl sonra devam filmi seyirciye, "İlkini sevdiniz ama bunu daha çok seveceksiniz." dedi resmen. Dediğini de yapmadı değil hani. Bu seferki mekan bir havaalanı idi ve macera yine McClanein olaya bir noktada dahil olmasıyla başladı. Bu kez de McClanein bulunduğu havaalanı çok önemli bir suçlunun transferi için kullanılacaktı. Sizinde tahmin ettiğiniz gibi bu sıradan bir transfer değil aslında transfer edilecek generalin kaçış planıydı. Fakat McClane durumun farkına vardıktan sonra buna izin vermemek için elinden gelen her şeyi yapar. Ancak bu kez tehlikede olan bir binada rehin alınan bir avuç insan değildir. Tehlikenin boyutu çok daha büyüktür.
1995, evet beklenen film nihayet seyirciyle buluşmuştu. Serinin üçüncü filmi ilk iki halkasındaki kalıplardan biraz dışarı çıkıyordu. Mesela ilk ikisinde olduğu gibi McClane bu filmde işi tek başına alıp götürmüyor, yanında tesadüfen olaya dahil olsa da bir yardımcısı bulunuyordu. Zeus adındaki bu elektrikçi, Samuel L. Jackson tarafından başarıyla canlandırılıyordu ki hem rol için onun tercih edilmesi hem de McClane in yanına ona yardım eden sıradan birisinin verilmesi fikri oldukça önemliydi. Bunu şu şekilde değerlendirebiliriz: İlk filmde McClane bütün işi kendi yaptı. Çok küçük oranda pay sahibi olsalar da onu gökdelene getiren limuzinin şoförü olan genç ve telsiz başındaki polis memurunun da yardımı olmadı değil hani. ikinci filme bakarsak burada da McClane tek tabanca çalışıyor ama yine az da olsa kontrol odasındaki görevliden ve Marvin den -havaalanındaki görevlilerden biri- küçük yardımlar alıyordu. Ancak üçüncü filmde, filmin başından sonuna kadar yanındaki gayet sıradan birinden yardım alıyordu. Peki neden böyle bir şey yapılmaya gerek duyulmuş diyebilirsiniz elbette. Açıkçası McClane serinin yıldızı ve olağanüstü durumlarda olağanüstü şeyleri yapabilen birisi. Yani biz izleyiciler gibi sıradan değil. Bu yüzden o bir kahraman. Ancak Zeus öyle değil; o bizden biri. Yani özel bir yeteneği yok, yeterince cesur değil, sıradan ve bize daha yakın bir karakter. McClane in her alandaki başarılı durumu göz önüne alındığında, Zeusun McClane ile yan yana gelmesi, hem McClanei dengeliyor hem de bu karakter zamanla başlarda gösterdiğinden daha fazla beceriklilik ve cesaret göstererek kritik bir zamanda önemli bir rol üstlenir hale geldikçe, seyirci de bu karakterde kendisinden (sizce de böyle bir sıfatı üstlenecek karakterin bir siyahi oyuncu tarafından canlandırılıyor olmasının altında başka bir şey amaçlanmış olabilir mi?) daha fazla şey bularak filme daha iyi adapte olabiliyor. Filmde dışına çıkılan kalıplardan bir başkası ise ilk ikisinde olduğundan daha fazla dış mekan çekimine sahip olması. Bu kez olaylar New York un göbeğinde geçiyor ki şehrin tanıtımı amaçlanmış ise amaca başarıyla ulaşılmış.
Seriyi özetlemeye çalışan bu uzun girizgahtan sonra gelelim son filme; aslında filmin çekileceğini duyduğumda bende birçok izleyici gibi korkmuştum. Çünkü aklımda o müthiş üçleme vardı ve "acaba dördüncü bir film ile seri adını lekeler mi?" diye telaşlanmadan edememiştim. Malum son film hem seride hem de benzer aksiyon filmlerinde çıtayı öylesine yükseltmişti ki bir hayal kırıklığı yaşamak içten bile değildi. Neyse ki film bu korkuların yersiz olduğunu göstermekte gecikmedi. McClane bu kez dedektif olarak değil de polis teşkilatına bağlı başka bir birimde görev yapıyor. ilk iki filmde gördüğümüz, son filmde ise telefonla aramaya çalıştığına tanık olduğumuz eşi Holly bu filmde sadece boşandığı eski karısı olarak anılıyor. Oysa ilk üç filmde sadece varlığından haberdar olduğumuz çocuklarından kızı Lucy yi bu filmde görmek mümkün. Elbette araları açık ve kızı babasını pek sevmiyor. Oysa McClane in tek derdi onun incinmesini önlemek.
Son fılmde nerdeyse hiç saçı kalmayan McClanei bu fılmde dazlak haliyle görüyoruz. Biraz daha yaşlanmış elbette ama deliliğinden hiçbir şey kaybetmediğini ispatlamaktan çekinmeyen sahnelerde kendisini göreceğinizden şüpheniz olmasın. Macera McClane'in bir şüpheliyi merkeze götürmesi görevinin kendisine verilmesiyle başlıyor diyebiliriz. Önce şüpheliyi korumak için çabalarken sonra da kaçarken keyifli sahneler izliyoruz. Seri zamana da ayak uydurarak her şeyin bilgisayarlarla kontrol edildiği günümüzde Amerika?nın her anlamda sonunu getirmeye çalışan bir grup bilgisayar korsanını durdurmaya çalışan McClane'in yeni macerası olarak çıkıyor karsımıza. Dengeleyici karakter uygulaması bu kez genç bir bilgisayar korsanı olarak filmde yer bulmuş. McClane bir yandan onu korumaya çalışıyor diğer yandan da onun yardımıyla diğer korsanları durdurmaya. Yangın satışı adlı kaos planına göre önce ulaşım sistemi çökertiliyor daha sonra ise haberleşme ağı kesiliyor. Son halka ise enerji kaynaklarının kullanılmasını (nükleer güç, elektrik, su, petrol ürünleri, vs.) durdurmak. Canının kıymetini hiç bir zaman bilmeyen McClane bu kez de olmadık şeyler yaparak skoru kendi lehine çevirmeye çalışıyor. Ancak açılış sahnesindeki yangın söndürücüyü vurması ile başlayan, su pompasına arabası ile çarparak helikopterdeki nişancıyı düşürmesi, araba ile helikopteri havaya uçurması ve f-35'i - evet biraz aşırıya kaçılmış ama- patlatması ile devam eden, finalde de kendisini rehin tutan ve tüm bu kaosun yaratıcısı olan Gabriel'i, kızını ve ülkesini (milliyetçilik duygularının bu şekilde pompalanmasına alışığız ne de olsa) kurtarmak için tekrar vurması ile son bulan her şey ama her şey son derece orjinal ve şapka çıkartılacak kadar detaylı düşünülmüş. Her ne kadar küçücük çantasında dünyaları barındıran, her alete uyabilecek giriş kablosunu bulmakta zorlanmayan genç hacker Matt aynı coşkuyu bize veremese de McClane biraz abartılı da olsa bize bu zevki yaşatıyor.
Korkuların ne derece yersiz olduğunu, ilerlemiş yaşına rağmen Bruce Willis'in ve tabi McClane'in neler yapabileceğini bu serinin başarısından da rahatça görebiliyoruz. İkinci filmde çıta tavana değdi artık derken dördüncü film tavanı deldi ve çıtayı yukarı çekti. Bu serinin en iyi filmi demek için belki birkaç kez daha izlemek gerekebilir. Ancak beşinci film çekilmediği ve aynı şekilde komplo teorileriyle çizgisini sürdürmediği sürece bu serinin en iyi filmi olarak kalacak sanırım. Gerçi film birazcık Amerika reklamı yapmış ki bu tür Hollywood filmlerinden başka bir şey beklemek neredeyse imkansız.
Son söz olarak bu filmde bir geleneğin (eski aksiyon yıldızlarının seri olarak çektiği filmlere yaşlandıktan sonra son bir halka ekleme geleneğinden bahsediyoruz elbette: bkz. Arnold Terminator 3, Mel Gibson Cehennem Silahı 4, Stallone Rambo 4 ve Rocky 6, Harrison Ford İndiana Jones 4 vs) sürdürülmesi söz konusu. ancak bu durum böyle başarılar getirdiği sürece gayet güzel bir gelenek. Hele ki önceki serileri ilk çıktıklarında izlemiş ve doyamamış benim ve eminim birçoğunuz gibi iflah olmaz seyirciler için...