“Sana bir an önce kavuşmak. Bütün düşüncem, bütün tutkum bu. Her an aklımdasın. İkimize ait rüyalar içindeyim sevgilim. Gökte, samanyolunun altın pırıltısında, yıldızlarla dolu bir yolda, el ele mutluluğa yürüyoruz.”
31 Temmuz 2012

“Sana bir an önce kavuşmak. Bütün düşüncem, bütün tutkum bu. Her an aklımdasın. İkimize ait rüyalar içindeyim sevgilim. Gökte, samanyolunun altın pırıltısında, yıldızlarla dolu bir yolda, el ele mutluluğa yürüyoruz.”

Orhan Aksoy’un yönettiği, Safa Önal’ın senaryosunu yazdığı Kaderimin Oyunu adlı filmde Tarık Akan’ın Hülya Koçyiğit’e söylediği bu cümleyi günümüzde İstiklal Caddesi’nde bir barda masada oturan sevgililerin birbirlerine -aynen bu şekliyle- söylediklerini duymak, elbette mümkün değil. Hele bu sözleri cep telefonuyla sms olarak göndereceklerini aklımıza bile getiremeyiz. Ne var ki, eski (diyelim ki 1975 öncesi) Türk filmlerine baktığımızda, aşkın böyle şiirli cümlelerle ifade edilmesine sıkça tanık oluyoruz. Bu filmlerde aşkı güzelleştirmek, süslemek için edebiyatın gücünden yararlanılırdı. Yazılı sanatların görsel sanatlardan daha güçlü olduğu ve daha uzun süredir var olduğu kültürümüzde, sinemada aşkı anlatmak için görsellikten çok edebiyatın kullanılmış olmasını da elbet doğal karşılamak lazım. Elbette o dönemde gerçek hayatta da sevgililer böyle cümlelerle konuşurdu diyemeyiz. Ama şüphesiz bu aşk filmleri, ilhamını ilişkilerin bugüne nazaran daha uzun sürdüğü, aile bağlarının daha önemli görüldüğü, insan ilişkilerinin daha yoğun olduğu o zamanın gerçek hayatından alıyordu. Eski yılların aşklarıyla günümüz aşkları arasındaki bu büyük fark göz önünde bulundurulduğunda insanın aklına bir çok soru geliyor. Acaba günümüzde aşklar yüzeyselleşti ve elli yıl önceki büyüsünden uzaklaştı mı? Yoksa aşklar aynıydı da eskiden mi daha süslü, daha içli bir şekilde beyaz perdeye aktarılıyordu? Kimin aşkı daha büyüktü, Kenan ile Nalan’ınki mi, yoksa Şehrazat ile Onur’un ki mi? Aşk, eski İstanbul manzaraları ve Türk Sanat Müziği klasikleri eşliğinde izleyiciye sunulursa daha mı ölümsüz ve efsanevi görünüyor?

Sorular çoğaltılabilir. Böyle soruları sorduran etkenlerin en önemlisiyse şüphesiz eski Türk filmlerini seyreden insanların çoğunun o filmlerdeki aşklara yakın çevrelerinde tanık olmamaları. Bu filmlerin geçtikleri dönemi iyi bilmeyen birçok insan, o yılları ağırlıklı olarak Yeşilçam filmleriyle tanıdı. Artık bilgisayarla büyüyen çok genç kuşakları saymazsak, binlerce insan (80lerde çocuk olanlar dahil) Yeşilçam filmlerini izleyerek büyüdü, bu filmler ve bu filmlerdeki efsanevi aşklar onların bilinçaltına kazındı. İster istemez birçok insan eski yıllarda yaşanan aşkların daha kalıcı ve daha tutkulu olduğunu düşündü.

Günümüzde durumun farklı olmasının sorumlusu olarak, teknolojik gelişmelerle hayatın giderek hızlanması, dolayısıyla her şeyin daha çabuk tüketilmesini gördü. Tabii insanların eski filmlerdeki aşklarda beğendikleri ve yaşamak istedikleri, bu şiirsel cümlelerden ziyade bu aşkın çok uzun, hatta ömür boyu sürmesi herhalde. Bilim adamları istedikleri kadar “aşk üç yıldan fazla sürmüyor, kusura bakmayın” desinler, insanlar birine aşık olduklarında bunun asla bitmemesini istiyor. Tabii bu aşkın karşılıklı olması da şart. Böylece iki insan başka kimseye bakmadan sevmeden onlarca yıl sadece birbirleri için yaşayacaklar. Aldatılma ve terk edilme korkusu duymadan, sonsuz bir güven duyacaklar birbirlerine.

Ne var ki günümüzde insanların ideal aşkı bulma arayışları çoğu zaman yanlış kişilere aşık olmaları ve çok kısa süre sonra ayrılmalarıyla sona eriyor. Hatta öyle ki eski Yeşilçam filmlerinin süperstarları aşk ilişkilerini ve evliliklerini onlarca yıl devam ettirirken, günümüz dünyasının ünlüleri belli istisnalar hariç genellikle 1-2 yıldan uzun sürmeyen ilişkiler yaşıyorlar. Magazin dünyasında yaşanan kısa süreli aşklara sokaktaki hayatta da sık rastlıyoruz. İnsanlar Hülya Koçyiğit+Ediz Hun+Boğaz manzaralı tepe+İnleyen nağmeler şarkısı+Pembe güllerle dolu bahçe ortamını gerçek hayatta bulamıyorlar. Ezici çoğunluğu erkek olan bir grup insan bu filmlerle dalga geçse de aslında aradıkları şey hiç değişmiyor: Sonsuz aşk. Sadece zihinsel veya fiziksel uyum değil, hem zihinsel, hem fiziksel, hem ruhsal hem de evrensel uyum içinde olacağı birisini, tabiri caiz olduğu üzere ruh eşini, kişi ömür boyu arayabiliyor. Eski Yeşilçam filmlerinin de insanlara gösterdiği tam anlamıyla bu: Aralarında ne geçerse geçsin asla birbirlerini sevmekten vazgeçmeyen iki insanın aşkı. Bu iki insan aşklarını en saf, en doğal haliyle yaşarlar. Bu filmlerde cinselliğe çok gerekmedikçe hiç vurgu yapılmaz, cinsellik bir çocuğun doğumunda ima edilen, geçiştirilerek anlatılan bir olgudur, böylece bu aşkın fiziksel değil ruh birliğine dayalı doğaüstü, manevi bir aşk olduğu izlenimi uyandırılır. Daha doğrusu cinsellik, kişisel tutkularından başka hiçbir şey düşünmeyen, gerçek sevgiyi bilmeyen kötü karakterlerin nezdinde vurgulanır ve ana karakterlerin birbirlerine duydukları saf sevgi, bedensel tutkuların aleyhine olarak, yüceltilir.

Örneğin eski Türk filmlerinde sık rastlanan bir senaryo vardır. Buna göre bir kadın ile bir erkek tanışırlar, birbirlerine aşık olurlar ama aşklarını çekemeyen üçüncü kişiler vardır ve sevgilileri ayırmak için bir oyun düzenlerler. Bu oyunun sonucu olarak, esas oğlan esas kızı kendisine saldıran bir adamla sevişme pozisyonunda yakalar ve esas kızın kendisini aldattığını düşünür. Esas kızı durumu açıklamaya çalışsa da başarılı olamaz ve ayrılırlar. 20 sene ayrı kalırlar. Ama ayrıldıkları sırada esas kız aslında hamiledir ve esas oğlandan habersiz olarak çocuğu dünyaya getirir. Çocuk büyüdüğünde tanımadığı babasıyla tesadüfen tanışır ve onun babası olduğunu bilmese de hisseder ve onu babası gibi sever. Sonunda bütün gerçek anlaşılır ve çift barışır. Erkek kadına, “Beni affet sevgilim,” der. Kadın da “Sen affedecek bir şey yapmadın ki?” diye cevap verir.

Özellikle 60ların sonu ile 70lerin başındaki filmlerde değişik çeşitlemeli birçok örneğini gördüğümüz bu senaryo türünde ana vurgunun iki sevgilinin birbirlerini daima her şeye rağmen saf ve temiz bir aşkla “sonsuza dek” sevmeleri olduğunu görmek için medyum olmaya gerek yok sanırım. Özellikle “çarpık” ilişkilerin çoğaldığı günümüzde, sonsuz aşk, insanlar için yaklaştıkça daha da uzaklaşan bir serap izlenimi uyandırırken, bu aşka duydukları ihtiyaç, hayallerindeki serabın daha da büyümesine yol açıyor. Böyle bir aşkı yakalamaktaki büyük zorluğun, adeta imkansızlığın verdiği çekicilik, sonsuz aşkı daha da aranır, özlenir bir şey haline getiriyor. Elbette sonsuz aşkın izleyicilerin gözündeki büyük etkisinin kökenini bu aşkın sunuluş şeklinde de aramak gerekiyor.

Yeşilçam’ın siyah-beyaz döneminde başlayan “büyük aşk filmleri” (aşk filmi demeyelim, büyük aşk filmi diyelim) özellikle filmlerin renklenmesi ve fon müziği olarak batı şarkıları yerine Türk Sanat Müziği’nden en içli en acıklı şarkların eklenmesiyle daha da etkileyici bir boyut kazandı. “Hıçkırık” filminin bu bağlamda önemli bir kilometre taşı olduğunu söyleyebiliriz. Orhan Aksoy’un yönettiği, Hülya Koçyiğit, Ediz Hun ve Kartal Tibet’in başrollerini paylaştığı film, türünün birçok örneği gibi bir Kerime Nadir romanından uyarlamaydı, yılarca kavuşamayan ama birbirlerini çok seven iki aşığın sonu ölümle biten aşkını Makber şarkısı eşliğinde anlatıyordu. Siyah beyaz filmler döneminde, örneğin Metin Erksan’ın "Acı Hayat" veya Erdoğan Tokatlının "Son Kuşlar" gibi filmlerinde, daha sade ve mütevazi bir üslüpla anlatılan aşk teması, artık izleyicilere en acıklı nağmeler ve kesintisiz bir gözyaşı eşliğinde veriliyordu. Artık bir kısım aşk filmleri, Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun gibi efsanevi aşk hikayelerini aratmamak çabasıyla bitmeyen bir hüzün havası içinde sürmeye başlamıştı. Hatta bazı filmler, Ertem Eğilmez’in yönettiği "Beyoğlu Güzeli" örneğinde olduğu gibi başlarda (yani çiftin tanışma aşamasında) gayet neşeli ve şen şakrak başlasa bile, sonunda taraflardan birinin ölümcül bir hastalığa yakalanmasıyla altından kalkılamaz bir üzüntüyle doluyordu.

Bu filmleri gözlemlediğimizde, acaba aşkı ölümsüzleştiren, onun sorunlu ve üzüntülerle dolu olması mıdır diye sorabiliriz. Hiç sorun yaşanmadan, onlarca sene lay lay lom bir şekilde binbir çocukla şen şakrak sürüp giden bir aşk hikayesinde filme alınacak kadar kayda değer hiçbir şey yok mudur? Hüzün, aşkı sıkıcılıktan mı çıkarıyor? Elbette gerçek hayata baktığımızda bu sorulara oldukça yüksek sesle "Hayır!" diye bağırarak cevap verebiliriz. Ama aşkın sinemaya aktarılmazsı söz konusu olduğunda izleyicinin istediği heyecan ve merak duygusunu aşktaki çatışmaların verdiği kesin. Şüphesiz bu filmlerin bu kadar tutmasının sebebini sadece konusunda aramak yeterli olmaz. Bu filmlerde insanlar günümüzde kolay bulamadıkları bazı şeyleri buluyordu ki bunların başında sıcak, dostça ve samimi insan ilişkileri geliyor. Kopmayan bağlarla kurulmuş sağlam dostluklar, sürekli ve kalıcı komşuluk ilişkileri, mahalle dayanışması birçok insanın günümüzde özlemini çektiği şeyler. Dolayısıyla, sonsuz aşkın yanı sıra, sonsuz arkadaşlık, sonsuz kardeşlik, sonsuz komşuluk gibi kavramların de insanların gözündeki önemini fark edebiliriz. Aslında insanların en çok ihtiyaç duydukları şey evrenin temel taşı olan sevgi. Dolayısıyla insanlar sevgiyi de türdeşlerinde arıyor ve bu sevgiyi hiç kaybetmeden korumak istiyor. Bu bağlamda eski Yeşilçam filmleri insanlara yaşamak istedikleri ilişkileri gözlemledikleri bir masal diyarı sunuyordu. Bu masal diyarı, arada kötülükler ve çirkinliklerle karanlığa bürünse de sonunda mutlaka mutluluğun güneşiyle aydınlanmalı, filmin sonunda sevgililer birbirlerine kavuşmalıydı. Arkadaşlar barışmalı, bütün mahalle sevgiyle kucaklaşmalıydı. Oldukça önemliydi Yeşilçam aşk filmlerinin çoğunun mutlu sonla bitmeleri. Çünkü iki sevgilinin 20 sene ayrı kaldıktan sonra bile kavuşmaları ve birbirlerini eskisi gibi büyük bir aşkla sevmeleri izleyiciye umut aşılıyordu. Başlarına ne gelirse gelsin sonunda mutlaka bu yaşadıklarını telafi edecek güzel bir şeylerin olacağı ve mutluluğa kavuşacaklarına dair umut. Bu umut izleyicilerinin kişisel ilişkilerindeki sorunlara da daha olumlu bir gözle bakmasına neden oluyordu. Bu nedenle, izleyicinin mutluluğu adına, sonrasında çıkan Arabesk filmleri furyası bu havayı biraz bozsa da son dönemlerine kadar mutlu son, Yeşilçam’dan hiç eksik olmadı.

70'lerin ikinci yarısından itibaren Yeşilçam filmleri sadeleşti. Ağdalı diyaloglar doğallaştı, TSM klasiklerinin yerini pop şarkıları aldı. Ama aşkı anlatma biçiminde fazla değişiklik olmadı. Belki aşka bakış açısı biraz değişti. Örneğin Atıl Yılmaz’ın yönettiği “Selvi Boylum Al Yazmalım” filminde olduğu gibi, esas kız, (Türkan Şoray) filmin sonunda asıl sevdiği esas oğlanı (Kadir İnanır) değil, kendisini karşılıksız seven, sadece iyilik yapmış olan üçüncü kişiyi, kaybeden aşığı (Ahmet Mekin) tercih etti.

“Sevgi iyiliktir, dostluktur. Sevgi emektir,” denildi. Ama genel mesajlarda fazla değişiklik olmadı. Aşk en doğal, en masum şekliyle izleyiciye verilmeye devam edildi. Mekan büyük çoğunlukla yine İstanbul’du. İnsanların betonsuz, denizlerine kolayca girilebildiği, nüfusu daha seyrek, manzarası doyumsuz halini görerek şimdiki haline ah vah ettikleri İstanbul… Eşsiz ve büyüleyici Boğaz, dört mevsimden Çamlıca tepeleri, cıvıl cıvıl Eminönü Meydanı’yla İstanbul, aşkın eşliğinde insanın gözüne daha da güzel, daha da canlı renklerle donanmış görünüyordu.

Artık Yeşilçam filmlerinin yerini diziler aldı. Aşkı anlama ve anlatmakta bu filmlerden geri kalmayan diziler… Üstelik Yeşilçam konularını uzun bölümler halinde yıllara yayan diziler. Sonuçta aşk, yine efsaneleştirilerek, bir masal haline getirilerek izleyiciye sunuluyor. Ya da Kudret Sabancı’nın yönettiği Binbir Gece örneğinde olduğu gibi bizzat masaldan yola çıkılarak dizi yapılıyor. Ne var ki gerçekler hiç değişmeden, orada bir yerde duruyor ve film ya da dizi biter bitmez, odamıza göz gezdirdiğimizde karşımıza çıkıyor. O zaman sıra hayata geliyor. Ama hayalkırıklığına uğramadan, Yeşilçam ekolünden, -sinemasal anlatım yönündeki eleştirileri bir kenara bırakarak,- gerekli dersler çıkardıkça, karşılıksız sevmeyi, içtenliği, dürüstlüğü, bağlılığı öğrendikçe daha da güzelleşeceği, daha da büyük bir anlam kazanacağı apaçık belli olan hayata...

Kaynak
Ece Sonat Kaya
 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)