Üye değil misiniz?
Aktivasyonunuzu tamamlamadınız!
Zaten bir hesabınız var mı?
"Ne kadar asortik adam" deyişimin üzerinden tam 21 sene geçti. Zeki Müren'i her anlamda algılamak için emekleyişimin başlangıcı olan 1989 yılında, o da tıpkı Zülfü Livaneli, Sezen Aksu, Grup Yorum ve Modern Talking gibi walkmanimde dinlediğim kasetlerden birinin sahibiydi. Erol Atar'ın objektifinden çıkma bol makyajlı, kendinden oldukça emin görünen küstah görünüşlü bu adamın fotoğraflarını o denli alımlı cüretkar buluyordum ki, şarkılarını dinlerken ve TRT yılbaşı dayatmalarında yeni yılı karşılarken izlerken; muhafazakar Türkiye mozaiğinde, olanı biteni 10 yaşında bir çocuğun gözünden algılamaya çalışıyordum.
Bu saplantı bende oldukça yer etmiş olmalı ki sınıfta şarkı söylemek için öğretmenimiz İsmail Mıdıkoglu, bizleri sırasıyla tahtaya kaldırdığında genelde söylenen şarkılar; beyaz gül kırmızı gül, of of eminem, sen ağlama, geri dön olurken ben deli cesaretiyle yarım saatten fazla süren kahır mektubunu okumaya çalışıyordum. Ceylan ve Emrah gibi arabesk figürler yanında Modern Talking, A-ha ve George Michael gibi batı popçuları ile uzlaşma içinde olmaya çalışan 80'lerin kafası karışık Türkiye'sinde, Zeki Müren başlı basına bir sanat mecrasıydı. Genelde toplumsal yaptırımını aşağılama, ayıplama ve hor görme olarak uygulayan Türk toplumu, konu Zeki Müren'in allığı ve pudrası olunca nedense bir anda sus pus oluyordu. Bu denli rahatlatıcı bir meşruiyet kaynağı acaba ne olabilir diye düşünürken bir anda kendimi tüm mesaisini Zeki Müren için harcayan biri olarak buldum. Yaşadığım yer çok küçük olduğu için Zeki Müren kasetlerinin orjinallerini satın almak imkansızdı. Önce sipariş veriyordum bir hafta sonra da kasedin kopyasına sahip olmanın sevinci ile kasetçalarımın yanında alıyordum soluğu. Bir çocuğun o yıllarda en büyük isteği ya da sahip olmak istediği oyuncak neydi bilemiyorum ama ben orjinal Müren kasetleri ile dolu bir oda düşlüyordum hep. İstanbul'a sık sık yolu düşen bir komşumuzun vasıtası ile biriktirdigim harçlıklarla İstanbul'dan orjinal kayıtları getirtmeye başladım. 8 yıl içinde tüm kasetleri tamamladım ve üniversite sınavına hazırlandığım 1996 yılı yazında en büyük zevkim onun kaset ve cdleri ile dolu odada müziği son ses açıp boğulmak oluyordu.
Üniversite okumak için İstanbul'a gelince bu kez taş plaklarını, haberleri yer alan her türlü gazete ve dergilerini bulmak için eskicilere dadanmaya başladım. Her şartta ve koşulda tek başına ayrıca başlıbaşına yeterli bu emsalsiz ses, o denli etkileyiciydi ki benim için Eylül 96'da ansızın çekip gidişi sadece yer değiştirmeydi aslında. Çünkü kimsenin dünyaya temel attığı görülmüş bir şey olmadığı için hayattan ebediyete göçen birinin ardından üzülüp hayıflanmak yerine onu anımsatan şeyleri telaffuz etmenin daha faydalı olduğunu düşünüyorum. Zeki Müren ismi benim için başlı başına bir beşeri bilim konusu. İsmi ile ruhsal açlığımı gideren, sesiyle beni bir yerlere götüren çok doyurucu bir süje. Sanatsan bakış açısı dışında ona yamanmaya çalışılan her türlü söyleme de kulaklarımı tıkamış durumdayım. Ancak bundan bir kaç sene evvel -sanırım 2002 yılıydı- Özdemir Erdoğan tarafından ortaya atılan etik nosyonu ve Zeki Müren faciası ile ilgili söyleyecek bir kaç sözüm var elbet. Kariyerine aile baskısı nedeni ile caz müzikle başlayan, sözüm ona daldan dala konan; pop, musiki ve türkü albümleri ile her defasında başarısız grafikler çizen; Sezen Aksu'nun sayesinde şöhret olan ve 2002 yılında başarısız albümünü tanıtmak için kafayı Zeki Müren'in makyajı ile bozan detone sesli şarkıcı Özdemir Erdoğan; kanal kanal dolaşıp ahlak kuramını anlatmaya çalışmış toplumu bozan yegane kişilik olarak da Zeki Müren'i işaret etmişti. Sanatsal güç olarak bırakın Zeki Müren'i sadece Müren'in isminin yanında sonsuzluk evreninde küçük bir nokta teşkil eden Erdoğan'a en güzel cevabı Muazzez Abacı ve Adnan Şenses vermişti. Muazzez Abacı gündemi boş yere işgal eden bu konu nedeni ile o denli rahatsız olmuştu ki konuşamıyordu bile, ama Adnan Bey tüm samimiyetiyle "Ölmüş birinin ardından bu şekilde konuşmayı doğru bulmuyorum. Sanat olarak ise Müren ile kıyaslanacak birini göremiyorum. Özdemir Erdoğanın detone sesini dinlemektense Zeki müren'in berrak sesini dinlerim elbet" demişti.
Böylece kapitalist dünyanın zorlaması olarak hortlayan pop star yarışmalarından önce detone-sürtone gibi müziksel terimleri öğrenmiş olduk. Ölmüş birinin ardından konuşulur mu? Elbette ki konuşulur? Hatasıyla sevabıyla sanatsal değer taşıyan birinin gıyabında tabiki kritik yapılabilir. Ancak bunu ucuz bir promosyon malzemesi haline getirmek için çabalarsanız karşılığını da sert bir şekilde görürsünüz. Çünkü Zeki Müren açıkça hoşlanmadığını beyan ettiği Münir Nurettin Selçuk hakkında bile bu şekilde karalama yoluna gitmemiştir. Evinde yer alan plakları sayan Müren, Safiye Ayla ve Müzeyyen Senar plaklarını zikretmiş ancak Selçuk'a ait plak bulundurmadıgını 60'lı yılları ortalarında katıldığı bir radyo programında itiraf etmiştir. Elbette bunun sebebi büyük üstad Münir Nurettin Selçuk'un eserlerinin küçük oluşu ya da Zeki Müren'in sesinin küçük oluşu değil aksine bu bestekarın şarkı yapma saikidir. Başka sanatçılar okuyamasın diye daima zor ve karmaşık eserler besteleyen Selçuk'un musiki geleneği ile hiç bağdaşmaz bu asosyal durumu Bülent Ersoy tarafından da ikrar edilmiş bir olgudur. Ama asıl anlaşılmaz olan Münir Nurettin Selçuk'un kendi şarkılarını okuma cesaretidir. Ne kadar üstü kapatılmaya çalışılsa da Münir Nurettin Selçuk'un diğer erkek solistler gibi şarkı söylememesi gerektiği görüşündeyim. Keşke söylemeseydi. Klasik musikiye ve sanat müziğine erkek sesinin yakışmadığı görüşündeyim. Tek istisnası tabiki Zeki Müren. Bestekar Timur Selçuk baba mirasını daha sert olarak devam ettirmiş, beste yapıp şarkı söylemiştir. Babadan gelen katı anlayışın içine bir de maddiyat olgusunu eklemiştir. Bir tiyatro oyununa şarkı almak için kendisine giden Müjdat Gezen'in, Timur Selçuk'un istediği parayı duyunca dudağı uçuklamış, soluğu Sezen Aksu'nun kanatlarında almıştır. Sezen aksu ile çok yakın olduğu bilinen Gezen'e, Sezen şarkıyı hediye etmiştir. Kurtlar sofrasından farksız olan sanat camiasında hayatta kalmanın formülü Zeki Müren'e göre "Çalışmak çalışmak çalışmak"tır. Musikide hep ileriye dönük işler yapan ve bunları çoğu zaman aynı adlı filmle taçlandıran Müren, en sert musiki dinleyicisine hitap eden kalıplı şarkılar yanında türkü ve arabesk şarkıları da fevkalade güzel okumuştur. "Görmedim ömrümün asude geçen bir demini" yanında bir "geceler yarım oldu"yu bir "kul defteri"ni de o denli sağlam okumuştur Zeki Müren...
İddialı jübile gecesinden sonra hastalanıp 1939 yılında ölen, Sadi Işılay'ın eşi Deniz Kızı Eftalya, 1998te geçirdiği trafik kazasında politik oyunlarla ölümü örtbas edilen ve şaibeli bir biçimde hayata veda eden musiki devi Sevim Tanürek, en dokunaklı kadın seslerinden Muzaffer Akgün, fiziki güzelliği ile ses güzelliğini aynı bedenden birleştiren Mualla Mukadder, çocuk yaşlarda radyo hayatına başlayan Perihan Altındağ Sözeri, assolist kavramının içeriğini her anlamda dolduran istisna ses Gönül Akkor, ilkokul öğretmenliğinden musikiye transfer olan Safiye Ayla ve tüm zamanların tartışmasız en iyi kadın sesi Müzeyyen Senar klasik musiki geleneğinde ve TSM formatında toplumu beslerken, Zeki Müren bunu bir adım daha ileri taşımıştır. Sanat hayatına musiki şuuru ve Müzeyyen Senar aşkı ile başlayan Zeki Müren, mesleğinin zirvesinde olduğu 70'li yılların ortalarından sonra ve 80'lerin hemen başında Ahmet Selçuk İlkan, İ. Behlül Pektaş, Muzaffer Özpınar ve Selami Şahin gibi as bestekar ve güftekarların desteği ile arabesk formda şarkı söylemeye yönelmiştir. [Ölüyorum Kederimden (1976), Dost Bildiklerim(1977), Hayat Harcadın Beni(1979)] Osmanlının aşina olduğu saray müziğine çağdaş Cumhuriyet geleneğinde bir türlü ısınamayan halk, güle aşkını ilan eden bülbül yerine, acılı ve buruk yaşanmışlığın göstergesi olan hüzünlü tınıları tercih ediyordu. Hiçbir zaman türkü ve halk müziğinin önüne geçemeyen musiki geleneği yeni dönemle birlikte iyiden iyiye geri plana itilmiş gibiydi. Zaten eskisi gibi şarkı yapan besteciler kalmamıştı halen var olanlar ise serbest şarkı yazma anlayışı ile sanatçıya uygun beste yapma arayışına girmişlerdi. Toplumla barışamayan ve sınırlı bir kesimde yaşam alanı bulan musiki, Zeki Müren'le en gösterişli zamanlarını yaşadı ancak Mürenin müzik tarzını nispeten değiştirip arap tınıları ile bezeli şarkılara yöneldiği yıllarda bir iki isim dışında herkes bu müzik türüne yöneldi. 80'lerin hemen başında Nilüfer bile bu formda kasetler doldurdu. Hatta en büyük pişmanlığının maddi sebeplerle albüm yapmak olduğunu da kendi ağzı ile dile getirmiştir. Zeki Müren'in, Müren Recordstan yayınlanan Ayrılık Ateşyen bir Ok, Sahibinin Sesinden yayınlanan Bir Muhabbet Kuşu, ne kadar Zeki Müren'e özgü ise "bir şiir yazdım sana , bir şarkı yaptım sana, mutlu günüm her şeyim...ahhhh.. beni anlasana; masaların üstüne ismini kazıyorum, bu kahır mektubunu bin kere yazıyorum..." şeklinde devam eden Kahır mektubu(1981) da o denli ustanın üslubunu yansıtmaktadır.
Şarkıcılık ve sinema oyunculuğu yanında tiyatro uyunculuğu da yapan Müren, 1955 yılında "Çay ve Sempati" adlı oyunda oynamıştır. 91 yaşında zatürreden ölen oyun yazarı Robert Anderson tarafından oldukça ironik şekilde yazılan oyun gizli eşcinsel üniversite öğrencisinin, öğretmeninin karısı ile olan duygusal iletişimini anlatmaktadır. Böyle bir konunun o yıllarda Müren tarafından başarı ile temsil edilmesi de ayrı bir cesaret tabiki. Sitemizde de ayrıntılı şekilde yer alan Zeki Müren sayfasına "Zeki Müren" kötü bir oyuncudur" yazan arkadaşımıza sormak istiyorum. Hiç "Çay ve Sempati" oyununu Zeki Müren ya da Cüneyt Gökçer temsilinden izlemiş mi? Yahut Rober Anderson'un bu oyunun filmleşmiş halini izlemiş mi? Hepsini geçiyorum Zeki Müren'in sinema filmlerini nasıl bir bakış açısı ile izlemiş? Beklenen Şarkı(1953) adlı filmle sinemada yaratılan şöhretlerin film ile topluma yansıtılması başlatılmış, anlatılan öykü ve yaratılan şöhret arasında ilişki kurularak baştan sona bir şöhretin doğuşu beyaz perdeye aktarılmıştır. Bu film yenilikçi anlayışı yanında Zeki Müren'in başarılı oyunculuğu ile de dikkat çeker. Herşey bir yana film daha sonraki kuşaklarda şarkıların filmleşmesine ve arabesk dönemde şarkıcıların tanıtılması için yegane örnek olmuştur. Son Beste (1955) ise Müren'in dram ve duygusal formdaki filmleri ustalıkla oynadığını gösteren bir filmdir. Ancak en ilgi çekici nokta, usta; izleyiciyi sarsan ve göz yaşına boğan dram türüne yönelmek gibi kolaycı bir yol seçmemiş komedi tarzındaki filmlerde de başarı ile oynamıştır. Berduş(1957) ve Hindistan Cevizi (1967) büyük ustaların yer aldığı ancak içinde komedi unsurlarının da olduğu çok başarılı filmlerdir. Komedi türü sinema oyuncuları ve eleştirmenlerince oynanması en zor olan tür olarak telakki edildiğine göre, Müren'in aynı zamanda çok başarılı bir oyuncu olduğunu düşünüyorum. Bir an için hayal edelim: Zaten var olan şarkılarla bu filmleri doldurmak bile yeterli olabilirdi. Hiç oyunculuk sergilemese sadece şarkı söylese hatta bu filmlerde senaryo olmasa bile yine de izleneceği kanısındayım. Zira Altın Kafes(1958) adlı filmi belki 200 kez ilemişimdir. Ancak bu filmde sıfır oyunculukla sadece şarkılara ağırlık verilse yine de aynı zevkle izlerdim. Onca film arasında bir Atıf Yılmaz filmi olan Aşktan da Üstün (1970) adlı filmi çok özel buluyorum. Film, filmleşmiş şarkılardan biridir aslında. Zeki (Zeki Müren)'in yanına sığınan Oya(Filiz Akın), başlangıçta Zeki için kurtarılması gereken bir değerken; yardım hissi yerini zamanla aşka bırakır. Hemde Oya hamile olduğu halde. Filmde sözleri İsmet Nedim'e güftesi Mehmet Erbulan'a ait olan Arım Balı Peteğim şarkısından, Küçük Kurbağa (Küçük kurbağa küçük kurbağa,Yüzgecin nerede? Yüzgecim yok, yüzgecim yok Yüzerim derede..) şarkısına kadar pek çok kült şarkıyı dinlemek de mümkün. Artık gençlik dönemine yavaş yavaş veda eden Müren, filmde orta yaşlı hali ile izleyici karşısına çıkar. Olgun ve kendinden emin hali ile bu filmde tam bir profesyoneldir. Senaryo ince elenip sık dokunmuş bir kumaş gibi. Aşk ile çıkar ilişkisini karıştıran Oya yegane kötlük sembolü Turgut (Salih Güney)tan hamile kalıyor ancak bir yandan da aklı Zeki'de. Selma (Lale Belkıs) ve diğer mihrakların entrikaları sonuç veriyor ve Oya, meçhule yol alıyor. Oya'nın gidişi ile boşluğa düşen Zeki ise evine kadının kocaman resmini asıyor ve onu aramaya koyuluyor. Arama anlarındaki deniz ve sahil sahneleri, çalan müzikler müthiş. Oya'yı alt seviye bir kulüpte şarkıcı olarak bulan Zeki tam sevinecekken, Zeki'yi hak etmediğini düşünen Oya; yalan söyleyip hayatında bir erkek olduğunu ima ederek, Zekiyi uzaklaştırmaya çalışıyor. Peki gerçek öyle mi? Şarkıcı Oya hasta, oğlu ise ateşler içinde kıvranmaktadır. Buna inanmayan Zeki kadını gizlice takip eder ve yaşanan drama şahit olur. Çocuğa toplum gözünde kötü bakılmaması için onları yanına alıp evine döner ve Oya'ya da evlenme teklif eder. Ancak Oya'nın oğlu kaçırılır ve kadın herşeyi göze alarak Turgut'u öldürür. Kendisi de ölür. Artık Oya'nın mezarının başında bir Zeki bir de oğlu vardır. Tüm filmlerinde bir anlamda şarkıcı Zeki Müren'i oynayan Zeki Müren bu filmde de diğer filmleri gibi çok kırılgan mesafeli ve naif. Ancak aynı zamanda sahiplenici ve sıcak. Erkekliğin belli başlı üreme organlarına sahip olmakla kazanılmadığını bunu besleyen ve yönlendiren daha asil kavramların olduğunu gözler önüne seriyor. Dramatik bir filmin sonuna yakışan bu kötü son, filmde kopma anı. Çok ama çok başarılı bir film.
Zeki Müren'i oyuncu olarak beğenmeyenler ya da toplum katında sakıncalı bulup yargılayan detone sesli şarkıcılar dışında aslında daha büyük bir tehlike de yönetim katında yaşanabiliyor. Bunu da mı duyacaktık ya da bunuda mı görecektik dediğimiz olaylar maalesef hala gündeme gelebiliyor. Adını yazmaya gerek duymadığım Kültür Bakanımız yani bir devletin bakanı yakın tarihe yönelik kıssadan hisse yaparken kaş yapayım derken göz çıkarmış "Bu ülke öyle günler yaşadı ki, Zeki Müren'in yılın sanatçısı seçildiği günler gördük" şeklinde beyanatta bulunmuştur. Sanki bu ülkede geçmişte siyasi anlamda hiç hata yapılmamış gibi kültürel bir hata olarak Zeki Müren olgusuna işaret etmeye çalışmıştır. Bundan daha trajik durumların yaşandığı da görülmüştür. Örneğin bu sene Zeki Müren'i anmak için gittiğim Bursa Emirsultan'daki sınırlı Zeki Müren sever azınlık gibi. Hatta azınlık da denemez. Üç beş kişi... Ama yaşanan en vahim olay sanırım Rize'de cami minaresinden yapılan Zeki Müren yayınıydı. Kasıtlı olarak yapılmadığı bariz olan yayın öyle dallanıp budaklandı ki müftülükçe asrın sabotajı olarak gösterilmeye çalışıldı. Herkes çok mutlu. Millet olarak yarına umutla bakıyoruz. Ekonomi ve siyaset zirvede. Sanata ve sanatçıya bütçeden ayrılan pay en yüksek seviyede. Kısaca çok mutlu bir toplumuz. Hiçbir sıkıntımız yok. Tek derdimiz Zeki Müren... (En azından şunu gördük ki herşeye rağmen Rize'de de Mürensever şahsiyetler varmış...)