Üye değil misiniz?
Aktivasyonunuzu tamamlamadınız!
Zaten bir hesabınız var mı?
"Yılmaz Pütün Adana nın Yenice köyünde 1931 yılında doğdu. Ancak babası nüfus cüzdanını altı yıl sonra alabildi.Bu yüzden doğum tarihi resmi kayıtlara 1 Nisan 1937 olarak geçti.Kendi deyimiyle topraksız yoksul bir ailenin çocuğuydu. Okuma yazma bilmeyen okul yüzü görmemiş ailesi onu okutmak için herşeyi göze aldı. 6 km ötedeki köy okuluna kah kızgın çukurova güneşi kah öfkeli adana yağmuru altında hergün yürüyerek gidip geldi Yılmaz Pütün. 4. Sınıfta babası ile annesi ayrıldılar, annesi ile birlikte zor günler geçirecekleri Adana ya geldiler.Bir yandan okuluna devam etti bir yandan pamuk çırpaladı, koyun güdüp bağ baktı, simit gazoz satarak para kazanmaya çalıştı. Bir gün okul çıkışında bir sinema gördü ve içeri girdi... ve..." Can Dündar
Yılmaz Güney'i biraz tanımak demek her gün hakkında daha fazla bilme ihtiyacına duymaktır. Merak edilince tanınan, tanıdıkça sevilen, tanıdıkça düşündüren, tanıdıkça özlenen biri. Yılmaz Güney'i gerçek anlamda tanıyan hemen hemen herkesin hakkında sayfalarca yorum ve bilgi aktarabileceği bir gerçek ama bizi ilgilendiren olaylardan çok olgular... Olaylar Güney in yaşam öyküsü olgular ise 'Yılmaz Güney' kavramı nedir? İşte bu noktada benim aktarabileceğim Yılmaz Güney 21. Yyda nerededir ve nerede olmalıdır?
Yollarda yürüdüğünüz zaman görüyoruz ki ne ilan panolarını süsleyen bir resim, ne de istanbul özel tiyatrolarında varlıklı bir ailenin iteklemesiyle dizi piyasasında haftalık rol yapan bir oyuncu, ya da gündemi iyice çalkalayan bir talk showun sesli sessiz harfleri birbirinden ayıramayan sunucusu, ya da geçen yüzyılın romanlarını günümüze uyarlama adına sündüre sündüre önümüze fırlatan bir dizi senaristi değildi. Evet Yılmaz Güney ünlüydü ve tanınıyordu ve bugün olmadığı kadar saygı duyuluyor, takdir ediliyor ve beğeniliyordu. Ama bugün yaşayan ve yaşı otuzu geçmeyen bir kişi tarafından sadece kulağa tanıdık gelen bir isim, ya da adını birkaç kere duyduğu bir yeşilçam oyuncusudur... Onun dönemindeki sinemacı nesilden şansızlığı, zamanının ötesinde olması, kabından taşması başka bir tabirle politik yönüydü. 116 adet filminden sadece ve sadece iki üç tanesi televizyonlarda yılda bir kez dönmekte ve Güneye yapılan ambargo maalesef halen devam etmekte. Nitekim Anadolu gençliğimizin çoğu sanatı, haberi ve bilginin çoğunu televizyon aracılığı ile aldığından böylesine bir kişilikten habersiz. Yurt dışında daha fazla tanınıyor desek belki yeridir.
Yılmaz Pütün kendisini çocukluktan gelen bir tutku ile gerçekleşmesi bir rüya olan sinema sektörüne adadı. Sinemayla yatıyor, sinemayla kalkıyordu... Aylık, haftalık dergilere kısa öyküler yazıyor bir yandan kendini tatmin ediyordu... Ta ki İstanbulda Atıf Yılmaz ile tanışana kadar. 1959'da senaryosunda çalıştığı ve başrolünde yer aldığı Alageyik ile sinemaya adım atıyor çok sürmeden ilerde bu sahnelerin tekrarlanacağı tutuklamalar dönemine girmiş bulunuyordu. İki yıl hapis hayatı yaşayıp dışarı çıktığında işlerin iyice zorlaştığını ve onun siyasi kimliğinden dolayı kimse tarafından makul görülmediğini görüyoryor, ellerinde bomba taşımak istemedikleri gerekçesiyle bir türlü hiç bir projeye dahil olamıyordu... Bir gün Atıf Yılmaz'ın Güney'i Memduh Ün'e götürüp bu gençte çok iş var demesi, fakat Memduh Ün'ün Güney'den kömürcü çırağı dahi olamayacağını belirtmesi üzerine; bu cevap ünlü yönetmene yıllar sonra Umutsuzlar filminde bir tokat olarak geri dönüyordu. Çok geçmeden arkadaşları tarafından 3-4 takım elbise diktrilip ve filmlerden arta kalan negatiflerle filme çekmeye koyuldu. Bir daha kaleminin çıkmayacağı sinema piyasasına şaşırtıcı bir biçimde döndü... Kurguladığı macera filmerinde ezilen, hor görülen bir 'Anadolu çocuğunun' otriteye başkaldırısı vardır... Daha sonradan Çirkin Kral olarak da adlandırıldığı bu karaketeri bir çok filminde tekrarlayıp Anadolu'nun ücra köşesinde tahtatan sandalyeleriyle kurulma sinema salonundaki seyircilerin her yumrukta, hep kurşunda yürekleri hoplatması göğüslerini kabartması Güneyin halk tarafından kucaklanmasını sağladı... Başlarda Beyoğlu sinemacıları tarafından ciddiye alınmasa da zamanla Güney'in taşradaki başarısına İstanbul sinemacıları da kucak açtı... Daha önceden Amerikan star sinema sistemindeki tüm bebek yüzlüler iyi, çirkinler yardımcı rollerdeki kötü adamlardır ilkesi yıkılıyor, artık çirkinler de seviyor, baş rol oluyor ve yazıyor yönetiyor ününe ün katıyordu...
Yılmaz Güney tam anlamıyla bir sinemacıydı ama gerçek şu ki aynı zamanda da sosyo-politik konulara aşırı duyarlı bir bireydi. Tecrübe edindiklerini kağıda aktarıyor, ifade etmek istediklerini oynuyor, beklenen ilgiyi bir şekilde toparlıyordu. Özellikle 1960'ların sonuna doğru senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini yaptığı ve oyuncu ekibinin başında bulunduğu filmlerle populerliğini artırıyor, yavaş yavaş festivallerden ödülleri toparlıyordu. Filmlerinde replikten çok mimik, nutuktan çok bakış gibi duruşuyla siyasetçilerin aksine çok konuşup hiçbir şey ifade etmemek yerine; az konuşup çok şey ifade ediyordu. Okuduğu felsefik kitapları, gözlemlediği çarpık düzeni, duyduğu efsaneleri ve ütopik dünyasını bir şekilde harmanlıyor ve sinema eseri haline getiryordu.
Yılmaz Güney yakaladığı Çirkin Kral tarzından epeyce bir ekmek daha yiyebilirdi lakin tarih artık 1970'leri yazmaya başladığında ülke tam anlamıyla bir politik karanlık çağına girmekteydi. Bir yandan darbe denemeleri ve okul içi çatışmalar diğer yandan halkın içine kara bulut gibi çökmüş ekonomik sıkıntı. İşte bu sırada duyarlı sinemacı Güney artık birkaç kötü adamı halteden keskin nişancı karakterini bıraktığının sinyallerini verdi ve 1970'te çevirdiği Umut filmiyle Güney ve Türk sinemasında yeni bir devir açmış oldu. Çevirdiği politik filmler de kendi deyimiyle didaktikten öteye düşündürmeye davet eden filmlerdi. Bugün Fransa sinema müzesinde Türkiye adına bir karagöz ve hacivat gölge oyunu ve Umut (1970) Filmleri bulunmaktadır. 1971 Yılı yılmaz Güney adına verimli geçildi. Bu yılda yaptığı Acı (1971), Baba (1971), Ağıt (1971) ve Umutsuzlar (1971) filmleri Güney başyapıtları arasına girdi. Lakin 1972'de devrimcileri evinde sakladığından dolayı 2 yıl hapse ve sürgüne mahkum edildi. 1974'te beraat ettiğinde ekibi toparlar toparlamaz önceden kaleme almadığı halde kafasında toparladığı Arkadaş (1974) filmini daha sonrada Zavallılar (1974) çekti. Yine aynı yıl Endişe (1974) filmi çekimleri için bulundukları Adana'da bir set çıkışı toparlandıkları bir gazinoda yan masadaki Yumurtalık savcısıyla girdiği tatsız polemik üzerine silahlar konuştu. Tabiki olay yazabileceğimden çok daha detaylı ve halen tam olarak açıklanamamış durumda. Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başlayan yargılamaların sonucu 13 Temmuz 1976'da 19 yıl hapis cezasına çarptırıldı.Kendi deyimiyle bedeni hapis fakat düşünceleri özgürdü.İçerde kendini yiyip bitirmek yerine bir yandan kitap halinde senaryolar yazıp yayınlatıyor bir yandan da kendisin yayınladığı güney dergilerine makaleler hazırlıyordu. Senaryosunu içerde yazdığı Sürü filmi (1978) Zeki Ökten, Yol (1981) filmi de Şerif Gören tarafından çekildi. Ekim 1981de izinli olarak çıktığı Isparta Cezaeviden arkadaşlarıyla daha önceden hazırladıkları bir plan ve tekneyle bir daha dönmemek üzere Fransa'ya yerleşti. Hapis döneminde yazdığı bir çok makaleden dolayı hakkında açılan 10 davadan istenen ceza yüz yıl idi. Fransa'da Yol kurgusunu tekrar yaptı ve Cannes Film festivalinde altın palmiye ödülünü aldı. 1983'te Fransa'da Duvar filmini çekti. 1984'te mide kanserinden vefat etti.
Yılmaz Güney Sinemasın dönemindeki filmlerinden daha başarılı olmasının altında yatan belki de en büyük nokta, konuya gerçekçi yaklaşımı.Özelliklede 1970 sonrası yaptığı filmlerde kör bir şarkıcıya, dokuz canlı gangstere, bütün çirkinlerin kötü adam, bebek yüzlülerin iyinin tarafında olduğuna rastlanmaz ve abartılı sahnelere, sahil kenarında birden bire sebepsiz bir şekilde patlayan bir arabesk şarkıya ya da ikinci kez araba çarptığında gözleri açılan kıza, milyonda bir olacak rastlantılara, lotonun filmde vurmasına, bir anda zengin olmaya, on kişinin arasına dalıp süpermen gibi çıkmaya, bir kadını 3 kişinin bir anda sevmesine, ne olursa olsun mutlu biten sonlara rastlanmaz. Güney sinemasında sadece gerçek vardı, kavgaysa zamane Bruce lee kopyası karate değil, bildiğimiz boğaz sıkılan yumruk yumruğa kavgalar, tehlikede şans garanti değildi, ucunda ölüm olurdu. Abartlı replikler yerine sade bir dil ve vücut dili örnek alınırdı.
Yılmaz Güney 20.yy ikinci yarısından rüzgar gibi geldi geçti. Yaptığı filmler, kendine has yalın oyunculuk anlayışı, yazdığı özgün senaryolar, yetersiz şartlarda hakkını fazlaca veren yönetmenliği, güzel ahlakı, topluma duyarlılığı, Cesareti ve azmi, özgün duruşu, paylaşımcılığı, topladığı sayısız ödülleri, yayınladığı onlarca kitap ve makaleleriyle tarihin her anında takdiri hakkaden bir sanatçı oldu. Yılmaz Güney sanatçı kelimesini tam anlamıyla hakkaden bir sinemacı ve güzel bir insan. Bugün halen Güney filmleri Türkiyenin sessizce de olsa göğsünü kabartıyor, kendisinden sonra gelenlere bir örnek teşkil ediyor.
20 yy. da yaşamış bir vatandaş olarak Yılmaz Güney;
http://tr.wikipedia.org/wiki/Y%C4%B1lmaz_G%C3%BCney
Yeşilçam dan geçmiş bir sinemacı olarak Yılmaz Güney;
http://www.sinematurk.com/kisi/2428/Yilmaz-Guney
Bir bütün halinde belgesel olarak Yılmaz Güney