Üye değil misiniz?
Aktivasyonunuzu tamamlamadınız!
Zaten bir hesabınız var mı?
1800 yılların baş döndürücü keşif ve icatları, insanlık için oldukça önemli gelişmelerle asırların getirdiği monotonluktan kurtulmuş, üretici ve geliştirici toplumlar oluşmasını sağlamıştır. Elektrik, aydınlanma araçları, buharlı taşıma araçları, motorlu motorsuz, karadan, denizden ve havadan gidebilen taşıtlar, hareketsiz ve hareketli fotoğrafın keşfi vb. elektronik devirin başlaması bu günkü teknolojinin temelini oluşturmuştur. Ulus kültürlerinin gelişip aşama kaydetmesi de bu keşifler ve icatlar sayesindedir.
Özellikle hareketli fotoğrafın keşfi, yani sinemanın keşfi bize, yaşadığımız evreni ve evrenleri tanıma ve tanıtmanın ötesinde yakınlaştırmış, yönlendirici ve öğretici olmuştur. Sinema, 28 aralık 1895 yılında ilk çekimi yapılan ve Paris CAPUCİNES Bulvarındaki Grand Cafenin egzotik dekorlu bodrum katında, fotoğraf ve resim sanatçısı ANTOINE LUMIERE'nin oğulları AGUST ve LOIS'nin buluşları olan SİNEMATOGRAF'ın ilk gösterisi gerçekleşmiştir. Toplam 55 saniye süren, (L'Arrivée d'un Train à la Ciotat) "Bir Trenin LA CİOCAT Garına girişi" adlı bu film, ilk izlencesinde izleyenleri koltukların altına saklanmalarına neden olacak kadar etkiliydi. Bu serüven, insanların olağanüstü ilgisi ile bugünkü durumuna gelerek, her geçen gün içinde daha da ileri boyutu hedefleyip doyumsuz bir sanat kaynağına dönüşmüştür.
Başladığı yıllardan bu yana çeşitli aşamalardan geçerken, zaman içinde çeşitli zorluklarla karşılaşmış, savaşlar görmüş, bir çok felaketlerle karşılaşmış yine de gelişmesini hiçbir zaman arka plana atmamıştır. Sinema, insanı öyle bir bağ içine almıştır ki hiçbir güç bunu, insandan ayıramamıştır. Sinemanın önemini kavramak kolay olmamıştır. Hareketli görüntüler eğlence olmaktan çıktığında insanlar, tıpkı bir öykü, bir roman gibi ana fikir içeren, görmedikleri ve bilmediklerini anlatan boyutunu da kavramıştır.
İlk gösterimi yapılmasından bu yana genellikle eğlence olarak algılanan sinema, bir çok uluslardan çok önce ülkemize gelmiştir. Ülkemiz adına büyük devlet adamı, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından sinemaya dikkat çekerek, geleceği görme özelliği ile sinemanın olağanüstü bir icat olduğunu hemen kavramış, kültür görevlilerine, ulusa, devlet adamlarına tarihe geçen şu sözleri emretmiştir. "SİNEMAYA GEREKEN EHEMMİYETİ (önemi) VERİNİZ!"
SİNEMA GELECEKTEKİ DÜNYANIN BİR DÖNÜM NOKTASIDIR. ŞİMDİ BİZE BASİT BİR EĞLENCE GİBİ GELEN, EĞLENCE OLAN RADYO VE SİNEMA, BİR ÇEYREK ASRA KALMADAN YERYÜZÜNÜN ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİRECEK, JAPONYA'DAKİ KADIN, AMERİKA'DAKİ ZENCİ VE ESKİMO'NUN NE DEDİĞİNİ ANLAYACAKTIR. TEK VE BİRLEŞİK BİR DÜNYAYI HAZIRLAMAK SİNEMA VE RADYONUN KEŞFİNİN YANINDA TARİHTE DEVİRLER AÇAN MATBAA, BARUT, AMERİKA'NIN KEŞFİ GİBİ OLAYLAR, OYUNCAK NİSBETİNDE KALACAKTIR. (1934)
O yıllardan bu güne çeşitli aşamalardan geçen sinemamız, kimi zaman çeşitli zorluklarla, kimi zaman da değerli yapıtlarla, hala sözü edilen çok önemli filmleri de üretmesini bilmiştir. Değişen dünya şartlarından Sinemamız da olumsuz etkilenmiş, izleyicisinden uzak konuma gelmiştir. Zaman zaman devletten alınan az da olsa parasal destekler ya da kişisel çabalar sonucu sinemamız, ayakta kalmayı başarmıştır. Özellikle son yıllarda üretilen filmler, uluslar arası konumda "ses" getirir olmuşlardır.
Özetle; sinemamızın bu güne gelişi ile ilgili söylediklerimizden sonra, asıl söylememiz gerekli konulardan söz etmemiz gerekmektedir. Dünya genelinde, Amerika sinemasının ısrarla boy gösterdiği gerçeği, gösterimi üstlenen ülke insanlarının ister istemez etkilenmesine neden olmuştur. Zaman içinde ülkeler, sinemaya yatkınlıklarını keşfetmiş ve kendi ülke insanlarını anlatan yapıtlarla izleyicisinin karşısına çıkmıştır. Sinema eğitiminin de katkılarıyla ülke insanları, sorunlarının ötesinde kendi sinemasal yapıtlarını da oluşturmuşlardır. Genelde ülkelerin, kendi ulusal dili gelişmiş ve bunu yapıtlarına yansıtmışlardır.
Ülkemizde sinemanın oluşumundan bu yana teknik yetersizlikler de içinde olarak, belli bir sinema dili oluşturulamamasına rağmen, bazı önemli yönetmenlerimizin, çok önemli yapıtları, sinemamızın klasikleri arasına girmiştir. Örneğin; ÜÇ ARKADAŞ (Memduh Ün), TAHTA ÇANAKLAR (Lale Oraloğlu), SEVMEK ZAMANI (Metin Erksan), BİR TÜRKE GÖNÜL VERDİM (Halit Refiğ), YOL (Şerif Gören), SUSUZ YAZ (Metin Erksan), genç yönetmenlerden Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu gibi. İsmini sayamadığımız diğer yönetmenlerimizin de ülke sinemasının gelişimi adına, bu türdeki katkıları takdirle karşılanmıştır.
Ülkeler aralarında, kendi kültürleri, örf ve gelenekleri ile ayrışırlar. Ülke olma özelliğini taşırlar. Sinemacılarımızın da ülkemiz gerçekleri ve özellikleri doğrultusunda yapıtlar üretmeleri kaçınılmaz gerçek olarak algılanmış ne yazık ki bu algılanış Ülke hudutları dışına çıkılamadığından kendi içsel sınırları içinde kalmıştır. Sinemamız bu zamana kadar sorumluluk anlayışını ön plana çıkarıp bunları yapılabilmiş midir onu sorgulamamız gerekmektedir. Bir Fransız Sineması, İtalyan sineması, Macar sineması, İran sineması ve sayabileceğimiz pek çok ülke sineması dünyanın önde gelen sinemaları arasına girmişlerdir. Türk sineması var mıdır? Yani Türk sineması, Ülke sineması anlayışı içinde değerlendirilebilir mi? Hayır. Ama umutsuz da değildir. Bazı siyasal çıkarları ve onların getirdiği sorunların üstesinden gelindiğinde bu gerçekleşecektir.
Yıllardır Sinemamız sansür denilen işkencenin pençesinde kıvrandırılırmış, bu nu yapanların oldukça bilinçsiz ve sözde ülke menfaatlerini koruma adına pek çok önemli girişim yapan yapıtların gerçekleşmemesini sağlamışlardır. Bu öylesine yozlaşmıştır ki artık alay konusu bile olabilecek düzeye kadar inmiştir. Ayrıca film yapmak isteyenleri de (sabıkasız suça) itmiştir. Yapımcı sansüre başka senaryo, sinemada gösterime başka senaryodan çekilen filmleri sunmuşlardır. Bir de gelişigüzel, sansürlemeler olmuştur ki bazı filmlerimiz ne yazık ki uzun yıllar çekildikleri halde izleyici karşısına çıkamamıştır. Yılmaz Güney'in "UMUT" filmi sansüre takılan önemli filmler içindedir. Yine Yılmaz Güney'in "YOL" filmi de sansür gazabına uğramış ve ülkede gösterimi yasaklanmış ancak yıllar sonra Ülkemiz sinemalarında gösterilir olmuşlardır. Buna çok örnek verebiliriz. Tv için yapılan, önemli bir yazarımızın (Kemal Tahir) bir yapıtı bu kez de resmi kurul sansürüne takılmış hatta negatiflerinin yakıldığı bile ortaya atılmıştır. Yönetmenliğini geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz büyük sinemacı, yazar ve düşünür, ustam "HALİT REFİĞ"in üstlendiği bu görkemli yapıt, yıllar sonrasında gün ışığına çıkartılarak ancak gösterime sunulmuştur.
Ülkemiz çok kültürlülük içinde bir mozaik olmasına karşın, Sinemasal-Sanatsal işlev yerine zaman zaman siyasal boyutu ile karmaşık bir işlev yaparak Türk sineması adına işlevsizlik örnekleri vermişlerdir. Tek tek bu filmleri analiz ettiğimizde genelinin filmsel boyut ve anlatım olarak geçmişe oranla daha da ön plana geçtiğini görmemiz mümkündür. Bu arada gelişen teknolojinin ve filmsel anlayışın, filmsel tekniğin de kullanılmaya çalışılması, yapıtları daha bir değerli kılmaya yeterli olmamaktadır. Sinema eğitimimin de yetersizliğinden, deneme yanılma biçimi içinde filmler, yönetmenlerin kendi içsel sorunlarının yansıtıldığı bir arenaya dönüşmektedir.
Oysa sinemanın insanı insana insanla anlatıldığını düşündüğümüzde, yapılacak filmlerin, yansıtılacak sorumluluğunu kavramamız gerektiği şeklinde ortaya çıkacaktır. Bunu da Ülkemizin tüm dünya ülkelerinin üzerinde bir kültür zenginliği içinde olması, filmlere yansıması, anlatım ve görsel tekniğin karakter yapımıza uygun olması ile gerçekleştirebiliriz. Bunu gerçekleştirecek ortak fikirde anlaşmamızla bu, mümkün olur düşüncesindeyim.
Öncelikle bilgilenmek gerekir. Şimdilerde, Eski-Yeni sinemacı kompleksini ve psikolojik savaşını geride bırakıp, eskilerin deneyimi ve bilgilerinden yararlanmakla bu oluşun, önemli halkalarından biri olduğunu gösterecektir bizlere. Biliyorum ki bu kaynaşma, sinemamızın, çok daha etkin biçimde ileri gitmesini sağlayacaktır. Gerçi sürekli öğütülen un gibi diziler Tv lerde boy göstermektedir. Bu değirmenin suyu da artık bulanmıştır. Sanat ve insan adına bir takım gariplikleri izleyici istiyor diye sorumsuzca gösteremeyiz. İzleyici istiyor diye seviyesizliğe imza atamayız. Seyirci istiyor diye Güzelim Türkçe' mizi dejenere ve deforme etme hakkına sahip değiliz, bunu yapamayız. Genel ahlak ve genç kuşaklara örnek olacak saygısız yaklaşımlar sergileyemeyiz. Bunu, sözde sanat adına ya da izleyici istiyor diye, ya da reyting böyle istiyor, hangi yapıtın reytingi fazlaysa o iyi yapıttır, diye algılayamayız ve bunun arkasından gidemeyiz. Çünkü bu, sorumsuzca, çok basit düşünce ürünü olarak insanlara, saygısızca yaklaşmak demek olur ki bu saygısızlığı da yapamayız.
Artık bu değirmenin, öğüttüğü faktörün insan olduğunu anlamasının da zamanı gelmiştir. Önce insana istediğini, istediği biçimde değil, verilmesi gerekli biçimde vermeyi düşünmek durumundayız. Şunu da bilmeliyiz ki insanımız hala bir Kemal Sunal filmlerine gülüyor ve onu defalarca izlemekten mutlu oluyorsa, düşünmemiz gereken çok şey var demektir. Şimdikilerin, hala eski diye vasıflandırdıkları Siyah Beyaz çekilmiş filmlerin halk tarafından izleniyor olmasının da nedenlerini düşünmenin artık zamanıdır.
Artık dünyaya açılmanın zamanıdır. Bunun şimdiki örneğini başarı ile sürdüren NURİ BİLGE CEYLAN'a da sonsuz teşekkürler. Ülkemiz ve ülkemiz sinemasına verilen ve verilecek önem adına.