Üye değil misiniz?
Aktivasyonunuzu tamamlamadınız!
Zaten bir hesabınız var mı?
Ben 1956 Adana doğumluyum. Adana zaten sinemanın ve sinemacıların yoğun olduğu bir kentti. Bir dönem yazlık sinemalar vardı. Türkiye'nin en çok yazlık sineması olan kentlerinden biriydi, Adana. O zamanlar üç tane işletme ayağı vardır. Karadeniz'de Samsun, Güney'de Adana var, bir de İstanbul. Adanalı işletmeciler para veriyorlardı; "Bir tane Türkan Şoray'lı bir tane Ayhan Işık'lı film çekin" diye film yaptırıyorlardı. Çocukken annem, babam hep beraber giderdik. İşte Adanalı sinemacılar var, Yılmaz Güney gibi. Küçükken ben gazete kupürlerinden kestiğim kupürleri, resimleri film oynatıyorum diye tahtaya yapıştırır sonra da çocuklara gösterirdim. O hayal dünyasıyla büyüdüm diyebilirim. Bir keresinde bir kovboy filminde perdedeki atlar üzerime geliyor gibi hissetmiştim. Çocuk olduğum için algılayamamıştım. Sonra bir yerlerden film parçaları ve mercek bulmuştum. Onlardan bir film makinesi yapar mıyım diye uğraşmıştım ama tabii gerçekleşmedi. Ortaokul ve lisedeyken amatör tiyatrolarda oynadım. Ya yönetmen ya da gazeteci olmak istiyordum. Üniversite sınavları dolayısıyla İstanbul'a gelmiştim. Konsolosluklara gittim. Acaba yurtdışında sinema okuyabilir miyim diye. Yol gösteren olmadı. Zaten param da yok. Hacettepe Kütüphanecilik'i kazanınca oraya gittim. Orada okurken bir süper 8 kamera almak istiyordum. Vitrinlere falan bakıyordum sürekli.
Okul bittikten sonra TRT'de prodüksiyon görevlisi sınavlarına girdim. İki ay hizmet içi kurs gördüm. Dört sınav yaptılar. Son sınavda kazanamadım. Ondan sonra ben tekrar sinema için yurtdışına gitme isteğine kapıldım. Adana'ya döndüm. Çalışıp biraz para kazandım. İtalya'ya sinema okulu için gittim. Ama bir ay kalabildim. Tabii bu kadar sürede İtalyanca öğrenip bir sinema okuluna girmek çok zordu. Bir de askerlik problemim vardı. "Türkiye'de yaparım ben bu işi" diyerek geri döndüm. Bu arada gitmeden önce Adana'dan Arap ülkelerinde çalışan bir akrabamızdan süper 8 kamera almıştım. Onunla Adana'da yarı belgesel yarı dramatik filmler çektim. Yerel gazetelerde sinema yazıları yazdım. Bir edebiyat dergisi çıkarıyorduk, Akdeniz adında. Sinema gösterileri de yapıyorduk ama Adana'da kısa film dışında film yapmanın olanağı pek yoktu. O nedenle tekrar İstanbul'a geldim. Burada video olarak yine kısa filmler çektim. Sinema okulu öğrencilerinin filmlerinde prodüksiyon yaptım, oynadım, çalıştım. Bu arada Yusuf Kurçenli'nin Taşların Sırrı dizisiyle Çözülmeler filminde oynadım. Tabutta Rövaşata'nın da mutfağında bulundum. Yani benim uzun metraj yapma isteğim aslında her kısa filmcinin düşüdür. Kısa film ayrı bir şey tabii ama.
Sinematurk: Kaç kısa film çekmiştin?
Dört tane. İkisi süper 8 biri video. Bir de arada animasyon gibi bir şey yapmıştım. Tabii kendi kendime yaptığımı denemeleri saymıyorum. Türkiye'de genç bir yönetmenin sinema yapması için kimseden davet gelmiyor. Bir şekilde imkanlarını ve çevreni kendin oluşturmak zorundasın. Yıllardır da belli yönetmenlere yönelik bir destek söz konusu. Kültür Bakanlığı'ndan da, Eurimages'dan da, Efes Pilsen gibi sponsorlardan da onlar destek alıyorlar. Aslında onların da günahı çok bu konuda. Bu nedenle gençlere yol açılmıyor. Gerek sinema okulu mezunu gerekse okullu olmayıp ta sinemaya yapmak isteyen yüzlerce, binlerce insan var. Çok yetenekli bir çoğu. İnsan maden değil ki bulduktan sonra üstünü kapayıp bin sene sonra çıkarasın. İnsan ömrü sınırlı. Bu nedenle bir kısmı TV'ye bir kısmı reklam sektörüne kayıyor. Sinema yapma olanağı bulamıyorlar. Bir kısmı göbek bağlarını kendisi kesiyor. Türkiye'de gençler bu nedenle kendi imkanlarıyla bağımsız bir sinema yapma yolunu arıyorlar.
Sinematurk: Diğer genç yönetmenlerin filmlerini takip ediyor muydun?
Tabii tabii. El Mariacchi diye bir film vardı. 7 bin dolara çekilmiş. O bana bir örnek olmuştu. İTÜ'de bazı arkadaşlarla bir sinema kulübü kurmuştuk. Onlarla o filme gitmiştik. Hastane arabasını şaryo olarak kullanmışlar. Arkadaşlarının kan satarak topladıkları paralarla filmi yapmışlar. Dünyada böyle örnekler zaten var.
Sinematurk: Renkli Türkçe projesi nasıl ortaya çıktı?
Filmdeki makinisti oynayan arkadaşım, Osman Cavcı, filmin çekildiği Beşiktaş'taki Yıldız Sineması'nda gözlemlemiş. Orada o insanlar yaşıyorlarmış zaten. Bundan iyi bir film hikayesi çıkar diye düşünmüş. O yan karakterler de varmış. Ama makinist Sabit yok tabii başka birisi var. Bu konudan bana bahsetti. Ben de "İyi yaz" dedim. 98'in başında senaryoyu bitirmişti. Bana da enteresan geldi. Şimdiye kadar Türk sinemasında işlenmemiş bir konuydu. Sonra insan vardı içinde. Dramatik yapısı olan, insanı anlatan bir hikayeydi. Ben zaten sinemada eğlencelik şeyler değil insani kaygısı olan filmler yapmak istiyordum. İlgimi çekti. O döneme ait yapımcılarla, yönetmenlerle, oyuncularla görüştük. Literatür taraması yaptık. Bazı yapımcılara gittik. Olmadı. Senaryoya bakış açıları farklıydı. Bir tanesi eski seks filmi yıldızı rolünde Banu Alkan'ı oynatmak istedi, başka şeyler istedi. Bardaki rock'çı kızın ünlü bir şarkıcı olmasını istediler. Böyle istekler gelince "bari kendimiz yapalım" dedik. Sponsor aramaya başladık. O konuda da netice alamadık. İlgilenir gibi olanlar da benzer şeyler istediler. Para konusunda da kendi başımıza kaldık. Benim 10 yıl çalışmamın neticesinde biriktirdiğim bir para vardı. Onunla 12 kutu film aldık.
Sinematurk: Nasıl bir bütçe öngörüyordun? Sponsorlara gittiğin zaman konuşulan rakamlar neydi?
10 bin dolar diyorduk. Konuştuğumuz ve ilgileniyor gibi gözüken birkaç sponsor bu paranın azlığını sorguladılar. Bunun üzerine 35 bin dolar demeye başladık. Olmadı tabii. Hatta biz başlangıçta 5 bin dolarımız olsa o da yeter diyorduk. Sonuçta hiçbirşey bulamadık.
Sinematurk: Bu şartlarda bu film nasıl çekilebildi?
Kameramanımız Engin Civan ki kamerayı görüntü yönetmeni Ali Engin'den bulmuştu. Arri II C idi. Şunu düşündük. Eski bir model. Belki Hitchcock zamanına ait bir kamera ama o zamanlar hem dünyada hem Türkiye'de bu model kamerayla bir sürü film çekilmişti. Belki Fellini de böyle kameralar kullanmıştı. Belki o eskilerin ruhu bizim filmimize de geçer dedik. Teknik önemli tabii ama anlatacak bir şeyin varsa çok gelişmiş kameralar olmadan bir şeyler yapılabilir. Çok az ışığımız vardı. Bir tane ark'ımız iki üç spotumuz vardı. Onları da Behçet Nacar verdi. Bazı sahnelerde bir kutu filmimiz oluyordu. Sinema salonu sahnelerini çektikten sonra 12 kutu film bitti tabii. Bekliyorduk bir yerden film bulabilelim diye. Rumelihisarı'ndan bazı arkadaşlar birer kutu film aldılar bize. Başka arkadaşlarımız yardım ediyordu. İFR yapımdan film aldık. Bir kutu bulunca yeniden başlıyorduk çekimlere. Böyle böyle uzadı. 1999'un Haziran'ın da çekimlere başlamıştık. İşte Ağustos'ta deprem oldu. Eylül ayı olmuştu, 38 kutu filmle çekimler bitti. Antalya'ya başvuralım dedik. Ama yetişecek gibi değildi. Daha post production'a başlayamamıştık. Para da yoktu zaten. Sonra bir montaj imkanı bulduk. Daha önce senaryoda olup ta olmayan sahneleri yeniden çektik.
Sinematurk: Peki ekip dağılmıyor muydu? Bu kadar aralarla aynı insanları nasıl topluyordun?
Dağılıyordu tabii. Ama yeniden topluyorduk.
Sinematurk: Ne kadara mal oldu peki?
Prodüksiyon 6-7 bin dolar aldı. Sonra Mehmet Cemal diye bizi tanıyan bir arkadaş "bu kadar emek verdiniz bu film yarım kalmasın" diyerek bir iki bin dolar verdi. Oyuncular para almadı. Yemek işi yarım arası döner şeklindeydi. Jeneriği kendimiz yapıyorduk. Bir jenerik 1,5 milyar. Dublaj, montaj vs. hepsi para. Negatif montaj öncesinde AVİD montaj yaptık Videoskop diye bir yerde. Onlar da bizden para almadılar. Böylece 1999'da başladığımız filmin post production işlemlerini 2000'de bitirebildik. Hatta pozitif kopya basımı Antalya'dan birgün önce tamamlanıp uçakla gönderildi.
Sinematurk: Ne bekliyordunuz Antalya'dan ve ne buldunuz?
Aslında kendimizi tutuyorduk. İnsan beklentileri yüksek tutunca sonra hayal kırıklığına uğruyor. Filmimizin özellikle teknik açıdan yetersiz olduğunun farkındaydık. Ama teknik herşey değil. Samimiyet önemli, etik önemli. Bunlar yapmak istediğiniz filme yansıyor zaten. Biz samimi ve sıcak bir film yapmak isteyip yola çıktık. Anlatımda bir takım cambazlıklara girmeden. Kamera hareketlerine, görüntü düzenlemelerine girişmeden... Ama sonra oraya gidince, gerçekten bir derdi olan, bir hikaye anlatmaya çalışan, sinema kaygısı taşıyan, insanı anlatma amacı taşıyan bir film olarak kendimize güvendik. Belki birincilik değil ama en iyi oyuncu, senaryo gibi bir şey alabilirdi. Ayrıca geçen senelerde Antalya'da gençlere prim verilmişti. Bu sene öyle olmadı. Ama bizim için önemli olan olumlu şeyler söylenmesi oldu. Belki asıl ödül bizim bu filmi bitirebilmemizdi. Düşünün ki Antalya'ya 10 film başvuruyor. İkisi yetişemiyor, 8 film geliyor. Onlardan bir tanesi de bizim filmimizdi. 2000'in Antalya'sına bir uzun metrajla katılmak... Bizim için önemliydi. Donkişotluk denmese de kahramanca bir şey diye düşünüyoruz.
Sinematurk: Nilüfer Aydan'ı projeye nasıl ikna ettin?
Oğlunun bir cafe-barı vardı. Oraya gidiyorduk. Zaman zaman kendisini görüyorduk. Osman'la aramızda konuştuk, teklif edelim mi diye. Gittik, konuştuk.
Sinematurk: Aklında başka isimler de var mıydı?
Aslında biz o dönem oyuncularını da düşünmedik değil. Ama teklif etmedik. O dönemde ikinci derecede rol alan bir kadınla çalışacaktık. Ama proje hayata gecikmekte gecikiyordu o da başka yerler sözü olduğunu söyledi falan. Zerrin Doğan'la görüştük. "size yardımcı olurum ama ben oynamam" dedi. Sanıyorum geçmişlerini unutmak istiyorlar. Belki böylesi daha iyi oldu. Belki yanlış anlaşılırdı. Afişte Zerrin doğan adını gören bu filmi o tür bir film sanabilirdi.
Sinematurk: Nilüfer Hanım'ın karaktere yaklaşımı nasıl oldu? Başlangıçta yadırgadı mı?
Hayır. Senaryodaki o kadının dramını gördü ve çok sevdi. "Seve seve oynarım" dedi. Dizilerde de oynuyor Nilüfer hanım ama kendisi de sinemadaki tadı özlüyordu. Hatta bir gün sette "Video kameranın hiç sesi çıkmıyor. Bu kameranın sesini çok özlemişim" demişti. Sinema projesi olması onu da heyecanlandırmıştı. Aslında sonradan anladığımız, başlangıçta bizim neyi nasıl yapacağımızı çok kestirememiş ama sinemayı çok sevdiği için kabul etti.
Sinematurk: Filmi görünce tepkisi nasıl oldu?
Antalya'da filmin gösteriminde arka sıralardan birine oturmuş. Film kötüyse, sessizce çıkıp gidecekmiş. Ama izlemiş. Bakmış ki iyi sonuna kadar kalmış. Dublajda kendi sahnelerini görmüştü ama bütününü değil. Salonda tamamını izleyince içi rahatlamış.
Sinematurk: Orası Yıldız sinemasının gerçek mekanı mıydı? O afişler, fotolar, hatta gösterilen filmler onlar o sinemaya mı aitti?
Tabii o sinemada gerçekten seks filmleri oynatıyor. O malzemelerin bir kısmı orada vardı zaten. Ama özellikle Türk filmlerinin afişlerini ve bazı filmleri biz bulduk. O kadar prodüksiyon yaptık yani. Filmi çekmek bir sorun; onu gösterime sokmak ve tanıtımını yapmak ayrı bir sorun. Eğer Akademi İstanbul sineması olmasaydı Renkli Türkçe belki salon bulamayan filmlerden bir olarak rafta kalacaktı. Şimdi piyasada bizimkinden farklı milyon dolarlık filmler var. işte Vizontele. Öncesinde Abzuer Kadayıf, Hemşo, Filler ve Çimen gibi. Onların tabii tanıtımları çok iyi. Bizimki zaten bütçesiz bir film. Tanıtım için bir bütçemiz yok. Ama çevremizi, arkadaşlarımızı, tanıdığımız sinema yazarlarını haberdar etmemiz sayesinde çok da ilgisiz kalınmadı. Cumhuriyet'te Radikal'de ve başka bazı gazetelerde olumlu şeyler çıktı. Yeterli değil ama filme destek oldular.
Sinematurk: Bu işin doğrusu ne peki? Bir film nasıl yapılmalı? Proje aşamasından seyirciyle buluştuğu aşamaya kadar?
Amerika'da da, İngiltere'de de yani her yerde bağımsız film çeken insanlar var. Az önce El Mariacchi filminden bahsettim. Bizimki düşük bütçeli filmler arasında da en düşük olanı belki. Şunlar olabilir belki. Sinemalarda gösterilen filmlerden alınan vergiler bir fonda birikse. Bunu da ilk film yapan yönetmenlere aktarsalar. Bir ara öyle bir şey vardı ama galiba o fon da kalktı artık. Neyse. Yani gençlere yol açmak lazım. Sinemaya taze kan gelmesi lazım. Hep aynı yönetmenler ve tekelleşme olmamalı. Su başları tutulmuş. Devletten, Eurimages'dan, sponsorlardan para alanlar aşağı yukarı aynı kişiler. Gençlerin yolu tıkalı olunca onlar da kendilerine yol açmaya çalışıyorlar. Ben bu filmi 38 kutu filmle bitirdim. Tabutta Rövaşata 60 kutu filmle çekildi. Sadece post production'a onlar 70 bin dolardan fazla para harcadılar. Bizim zaten toplam bütçemiz 20 bin dolar. O bizden çok daha şanslıydı. O nedenle sonraki projede en azından daha fazla film, daha iyi prodüksiyon koşullarında çalışmayı isterim. Biz biraz daldık içine ve çıktık. Klişe bir laf ama insanlar bir şeyi yapmayı çok isterlerse, emekle, sabırla oluyor. Biz de çok istiyorduk. Bir de bu tür filmleri gösterecek salonlar, merkezler çoğalabilir. Amerika'da olduğu gibi bu tür filmler için bir dağıtım ağı oluşturulabilir. Belki TV hakkı filan. Yani kendi yağı ile kavrulabilir.
Sinematurk: Bağımsız film meselesini açalım mı? Bazı insanlar para bulamadığından, imkanlarının azlığından dolayı zorunlu olarak bağımsız kalıyor. Ama para buldukları anda farklı filmlere yönelebiliyorlar. Bir de sinema sektörüne, oradaki üretim ilişkilerine tepki olarak yapılan bilinçli bir duruş olarak bağımsızlık var? Bağımsızlığı nasıl algılıyorsun? İkinci filmde söz gelişi sponsor ve başka yollardan para bulsan gene böyle mi olacak?
Sponsor da bulsaydık, bize müdahale edebilirdi. Senaryoya, oyunculara etki etmek isteyebilirlerdi. Hatta böyle şeyle önceden söylediğim gibi, oldu da. Çünkü sponsorun amacı filmden dolayı kendi reklamının yapılması. Onun karşılığını isteyecektir. Ona göre "cast" yapılmasını isteyecektir. Oysa yaratıcının bağımsız olması gerekiyor. Ben elimden geldiğince bağımsız olmayı istiyorum. Bunu yapanlar da var. Mesela Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz. Ama mesela Derviş Zaim'in standardı yükseldi. Başka bir kulvara girdi. Ben bağımsız kalmayı düşünüyorum. O tavırdan yanayım. Ama seyirciye ulaşmak için belki biraz daha çalışmak, tanıtıma emek vermek gerekiyor. Benim filmimi kaç kişi seyredecek bilmiyorum ama zaten Türkiye'de bağımsız filmlerin belli bir seyirci sayısı var, 5 ile 20 bin arası. Bunun çoğu da İstanbul'da. Onun dışındaki iş yapan filmler televolelere çıkanların, manken olanların, sunucuların ve şarkıcıların filmleri aslında. İstisnalar var tabii.
Sinematurk: Yani iki kategoriye mi ayırıyorsun Türk filmlerini? Birincisi 5-20 bin seyircisi olan daha bağımsız, daha özgün, filmler, diğeri popüler ve medyatik isimlerin olduğu eğlencelik filmler?
Evet. Bir de bazı genç yönetmenler de ikisinin arası bir şey yapmaya çalışıyor. İlk filmlerinden sonra mesela Serdar Akar Dar Alanda Kısa Paslaşmalar'da Derviş Zaim de Filler ve Çimen'de bunu yapmaya çalıştılar.
Sinematurk: Peki sponsor yok, seyirci desteği yeterli değil. Arkası nasıl gelecek? Festivallerde alınan ödüller özellikle yurtdışı ilgisi bu filmlerin sürdürülmesinin bir yolu olabilir mi? Senin filminin jeneriğinin ve afişinin de İngilizce-Türkçe hazırlandığını görüyoruz.
Olabilir tabii. Yurtdışına gitmeyi biz de düşünüyoruz. Orada daha enteresan ve ilgiyle karşılanması mümkün. Ne anlattığına, nasıl anlattığına tekniğinden daha önem verebilirler.
Sinematurk: İkinci film yakın mı?
Yıllardır biriken çok projem var da şimdi kendi çocukluğum, gençliğimle ilgili bir şey yazıyorum. Adana'da, belli bir dönemde geçen. Ama Adana'da prodüksiyon yapmak, dönem için gereken mekanlar ve kostümler gibi sorunlardan dolayı belki günümüze ve İstanbul'a uyarlar mıyım diye düşünüyorum. Henüz yazım aşamasında. Yaza kadar senaryoyu bitiririm zannediyorum. Ama ne zaman çekeriz bilemiyorum.