Bu haftaki konuğumuz Yeşilçam'ın her alanda tozunu yutmuş, büyük özveri ve emeklerle katkı sağlamış, değerli sinema emekçisi Mevlüt Ekinci. Yakup Sancı kendisiyle, sinema emekçilerinin hak mücadelelerinin tarihini de kapsayan, geçmişte kalmış, hatırlanmayan ayrıntıları içeren önemli bir söyleşi gerçekleştirdi.
31 Temmuz 2012

Yakup Sancı: Mevlüt Ekinci 1947 yılı’nda Konya da doğdu. 1972 den beri Film İşçileri Sendikası üyesi. 1974  de Set Teknisyenleri derneği Kurucu üye ve Genel Başkanı. 1977 Sinema Emeklileri Sendikası kurucu üye ve Genel Başkanı. 1982 Sinema İşçileri Derneği yönetim kurulu üyesi. 2009 Sinema, reklam, tv dizi çalışanları derneği başkanlığı yaptı. 1978 ve 2004 yılları’nda Antalya Film Festivali Jüri Üyesi oldu.

Mevlüt Ekinci: Annemden aldığım ekmek parasıyla Dolav semtindeki fırından aldığım  3 francala ile Çimenlik mahallesindeki evimize dönüyordum. Yanımda küçük kardeşim Rasim vardı. Ben 11, kardeşim Rasim 5 yaşındaydı.  Rasim bana "Biraz ekmek ver. Çok açım" dedi. Sıcak francaladan biraz koparıp vermek istedim, ama annem aklıma gelince vazgeçtim. Rasim ağlamaya basladi. Biraz ekmek versem annemden dayak yiyecektim. Vermesem Rasim’in ağlaması içimi eritiyordu. Elimdeki Francalaya baktim. Onun alt kısmı düm düzdü. Sanki yarım bir top gibi. "Acaba alt kısmından bir delik açsam da Rasim’e versem mi ?" diye düsündüm ve öyle de yaptim. Fırından yeni çıkmış francala parmağımı yaktı. Canım yanıyordu, ama kardeşim Rasim’in ağlaması daha fazla canımı yakıyordu. Bir parça alıp Rasim’e verdim. Bir parça da kendim aldim. Fracalanın tadı damağımda asfaltta yürüyorduk ikimizde çıplak ayaklarımızla. Asfalt sıcaktan yanıyordu, ayaklarımızda. Tüm yaz boyunca hiç ayakkabımız olmadı.

Bir de arkadaşım vardı. Kürt Cevdet. Kars’tan göç etmişler Konya'ya. Cevdet Konya da doğmuş. Bazen Cevdet’in parasıyla sinemaya gider film izlerdik. Benim film izleyecek param da hiç olmadı.

Fırının hemen yaninda Karakol bekçi kulübesi onun karşısında da Mico’nun kahvesi vardi. Oradan Mevlana türbesine gelip gidenleri izliyorduk . Türbenin içinde ne var ne yok meraktan çatlıyorduk. Giriş pahalı. Ucuz olsa ne olur ki? O da yoktu. Cevdet kafaya takmışti türbeye girmeyi. Günlerden bir gün İlkindi vakti Cevdet tırmandı duvara "ben atlıyorum" dedi. Koca taş duvarı geçti. Ben de vurdum kendimi duvara, bahçenin içinde bulduk kendimizi . Türbe kapısından içeri daldık. Buz gibi bir yer. 3-5 tane tabuttan başka bir şey yok. Normal kapıdan çıktık. Miço’nun kahvesinin önü polis kaynıyordu. Miço polislerle tartışıyor, polisler Mustafa’yı götürmeye çalışıyorlardi. Halk Miçodan yanaydi  Mustafayı vermiyorlardi  polislere. Cevdet ceplerine taş doldurmaya başladı. Ben de birkaç taş koydum cebime.  "Cevdet kimi taşlayacağız?" diye sordum. Miço Cevdet’in dayısıydı. "Dayıma kim kafa tutarsa onları" dedi. Kalabalığa karıştık 25-30 kadar polis ve halk yavaş yavaş dağıldılar, ben de evin yolunu tuttum.

Besici Hacı Arap’ın lokantasında komi olarak işe başladım. Bazen müşteriye sipariş götürüyordum. Cevdet geliyordu arada bir. Kimse görmeden ona etli ekmek paketleyip veriyordum. Bir gün kan ter içinde koşarak geldi lokantaya. "Miço’nun kahveye İstanbul’dan bir arkadaşı gelmiş, artistmiş, gel görelim" dedi. Önlüğümü nasıl çıkardığımı hatırlamıyorum, koştuk kahveye. İçeriye girsek dayak yiyeceğim işten kaçtım. Fırının önünde oturup kahveyi gözetlemeye başladık. İstanbul’dan gelen artistin kim olduğunu merak ediyorduk. "Cevdet adı ne bu artist’in?" "Komünist Yılmaz". Hangi filmde oynamış bilmiyorum, öyle dediler. Miço dayımın misafiri bundan sonra burada kalacakmış’  dedi. Akşama kadar artisti merak ettik. Eve gittiğimde hava kararmıştı. Korkuyordum. İşten kaçtım, annem-babam duyarsa beni döve döve öldürürlerdi. Sabah işe gittim usta az azarladı sonra siparişleri götürmeye başladım. Üç etli ekmek oraya, beş etli ekmek buraya derken saat bir buçuk civarı katip Mustafa dayı bana kaş göz işaretleri yapmaya basladi, anlayamadım yanına gittim. İki bey, temiz kıyafetli, kravatlı. Mustafa dayı gözlerime bakıyor. Adamlardan biri "Sağlık karnen var mı? Ne zamandan beri burada çalışıyorsun?" dedi. Bir şeyler yazdılar. Daha sonraları öğrendim dükkana ceza kesmişler. Mustafa dayı işime son verdi.

Yakup Sancı: Miço’nun arkadaşı yani gelen Yılmaz kimdi?

Mevlüt Ekinci: Çalışırken arada bir kapısında sendika yazan bir yere etli ekmek götürüyordum. Ama sendikanın ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. 35-40 yaşlarında temiz yüzlü biri vardı burada beni severdi. Siparişleri başkası getirmeye başlayınca beni sormuş arkadaş haber verdi sendikacı amca seni çağırıyor dedi yanına gittim. Ne oldu? Dedi. Bende işime nasıl son verildiğini anlattım. İlk defa sendika ve sendikacıyla orada tanıştım. İşçi’nin, işveren’in, Komünist’in ne olduğunu Nizam amcadan öğrendim. Komünist Yılmaz Güney’i de Nizam amcadan tanıdım. Cevat arkadaşım sayesinde Yılmaz Abi diyebildim, doya doya görebildim. Mustafa ile arkadaşlıklarını uzaktan hayranlıkla seyrettim.

Yakup Sancı: İstanbul’a gelişiniz nasıl oldu?

Mevlüt Ekinci: Küçükçekmece'de bekçi olarak çalışan dayım İbrahim ile mektuplaşıyorduk. Bana söz vermişti ‘İstanbul’a gel sana lokanta açacağım’ derdi. Geldim. Küçükçekmece köprüsünün girişinde solda tepe de iki katlı küçük bir evde kalıyordu. İstasyona yakın bir yerde sinema oyuncusu Ahmet Mekin’in evi vardı. Zaman zaman onu görürdüm. Birkaç kez Ahmet Mekin’e Yılmaz Güney’i sormak istedimse de bu cesareti bulamadım. Dayıma yük olduğumun farkındaydım bana bir iş bulmasını söyledim. Bana kebapçı dükkanı açacaktı ama hiç sözünü bile etmiyordu. Bir fotoğrafçı dükkanına gittik beni tanıştırdı. ‘Semih ağabey’nin dükkanı’nda bekleyeceksin akşam olunca da eve gelir yatarsın’ dedi. Semih amca dükkanı bana bırakıp gidiyordu. Fotoğraf filmleri vardı. Onlardan sattığımda ancak ertesi gün parasını veriyordum. Dükkana iyice alıştım kebapçılığı falan unuttum gitti.

Yakup Sancı: Sinemaya geçişiniz bu film dükkanında çalışırken mi oldu?

Mevlüt Ekinci: Bu dükkanın esas işi setlerde çekilen filmlerin fotolarını çekmekti. Ben de setlere gitmeyi çok istiyordum ama bir türlü gidemiyordum. Beyoğlu’nda ikinci dükkanı olan yere gidip gelmeye başladım. Karanlık oda da negatiflerin yıkanması, banyo, ilaçlarının hazırlanması giderek karanlık odayı kullanmaya zaman zaman da Semih abi ile setlere gitmeye başladım.

Yakup Sancı: Gittiğiniz ilk set hangi film setiydi?

Mevlüt Ekinci: İlk film seti Yılmaz Güney’in oynadığı Kasımpaşalı Recep filmi oldu. Yaklaşık 20 gün çalıştık sonra diğer film setleri derken set işçiliği, kamera asistanlığı gibi meslek branşlarında arkadaşlarım oldu. Sine-sen’in kurucu üyelerinden Nejat Boğan set amiriyle derin arkadaşlık kurdum. Bir taraftan da kamera asistanı olmaya çalışıyorum. Nejat benim yaşlarımdaydı. Bir gün beni Nizam abi ile tanıştırdı. Nizam abi Yılmaz Güney’in filmlerinde tüm silahlı sahnelerin uzmanı, aynı zamanda da suni patlama, yangın, makyaj gibi işlerin de uzmanıydı. Nizam Ergüden hangi filme başlarsa beni yanına asistan olarak aldı. Uzun yıllar birlikte çalıştık. Set işçiliğinde uzmanlaştım. Tüm çalışmalarında düzgün ve düzenli çalışma çabam ve gayretim bir türlü netice vermiyor, setteki kargaşa ve setteki çalışanlarda sorunlar devam edip gidiyordu. Sorunu tespit ettim. Çalışanların örgütlü olmayışlarıydı.

Yakup Sancı: Hayatınızda ilk gördüğünüz film artist’i ile sinemaya ilk adım attığınız filmde de beraber oldunuz. İlginç bir tesadüf... Sorunu tespit ettiniz. Sonra ne oldu?

Mevlüt Ekinci: Nizam abiden Yılmaz Güney’in sendika kuracağını öğrendim. Şerif Gören, Muzaffer Hiçdurmaz gibi ustaların öncülüğünde. Sendika kuruldu. Herkes üye oldu. Ancak üç ay sonra sendika kapandı. Kapanma gerekçesi sendika yöneticilerinin film çekimine gitmeleri ve sendikanın aşırı ilgisizliği. Hem çalışıyor, hem de sendika dernek örgütlenme nasıl olacak? Kafa patlatıyorum. Fakat yetmiyor. Bireysel tepki koyuyorum sette yalnız kalıyor, sonra da setten atılıyorum. Sonunda da işsiz kalıyorum. Tüm çalışanlar sendika diyor ancak o günkü en iyi film çeken yönetmen, en iyi, en popüler oyuncu, hatta işveren bile işçi sendikası kurması normal karşılanıyor.

Yakup Sancı: Bu saydıklarınızın sendika kurması normal değil mi?

Mevlüt Ekinci: Bir gün Sami Hazinses gel Ümit Utku sendika kuruyor kervan filmde toplantı var dedi. Gittik yaklaşık 50 kişi var. Ümit Utku geldi bir konuşma yaptı. Alkışlamalar, ağlamalar. Yanımda Turgut Özay var. Dedim ki; "Abi bu adam hem faşist hem işveren, bu ne iş?" Turgut abiden aldığım yanıt beni rahatlattı.  "Oğlum denize düşen yılana sarılır".

İlk yaptığım şey hemen bir dernek kanunu kitabı edinmekti, edindim. Dernek nasıl kurulur? Sendika nasıl olunur? Bilgilenmeye çalıştım. Nejat Boğaç beni çağırdı. Lütfü Akad Hudutların kanunu diye bir film çekecekmiş. Film hazırlıklarına başladık. Film Urfa da çekilecekmiş Lütfü Akad önceden gitmiş biz otobüsle gittik. Yılmaz Güney de önceden gitmiş. Yılmaz abi ekibi urfa girişinde karşıladı. Tüm ekibi tek tek öptü kucakladı. Ben biraz arkalardayım bana yöneldi. Yüzüme baktı. ‘Bu çok önemli bir film olacak, sakın yine işi bırakma, çünkü bu iş senin işin’ dedi. Peki abi dedim. Adım iş bırakan, isyankar, bozguncu, zaman zaman da komünist ekibi kışkırtıyor diyene çıktı.

Yakup Sancı: Neden bu iş senin işin demişti?

Mevlüt Ekinci: Yılmaz Güney’in Bu iş senin demesine bir anlam veremedim. Ekip o dönem en zengin kadro ile kurulmuş. Yönetmen Lütfü Akad, Yılmaz Güney, Tuncel Kurtiz, Tuncer Necmioğlu, Aydemir Akbaş, Erol Taş, Danyal Topatan, Atilla Ergun var. 30 gün Urfa da kaldık kaç defa çekilen negatiflere el koydular. Baktık olacak gibi değil, çekilen negatifleri sakladık. Çekilmeyen ham negatifleri polislere verdik. Çok baskı yapıyorlardı. Yılmaz Ağabeynin de psikolojisi iyice bozuldu. Boy aynanın karşısına geçti kendini kurşun yağmuruna tuttu. Odasına götürdük ama silah seslerine polis geldi. Yılmaz ağabeyi aldılar, ekip iyice gerildi. Daha 15 günlük işimiz var. Lütfü Akad paydos dedi, İstanbul’a geldik. Filmin finalini Çatalca da bitirdik.

Yakup Sancı: Bu filmde sizin göreviniz neydi?

Mevlüt Ekinci: Bu filmde set amiriydim. Seyredenler bilirler mayın tarlası, Yılmaz Güney’in mayın tarlasına girişi, kendi yerine oğlunu bırakışı. Bu mekan Urfa da yarım kaldı burada tamamlayacağız. Abdullah Ataç Sabah 6:30 da beni kaldırdı "uyan, benim en zor günüm bugün. Beni kurtarırsan ancak sen kurtarırsın." Tuttu kolumda "gel kahvaltı yapalım sonra dile benden ne dilersen". Abi sorun ne? Dedim. "Biliyorsun Urfa da biz hep beyaz eşek kullandık, buradaki tüm köyleri dolaştım beyaz eşek bulamadım." İş programına baktım. Uzak plan Osman Alyanak beyaz eşeği üzerinde koyunların arasından geçer. Böyle bir plan... Sorun nerde abi? "Oğlum beyaz eşek yok diyorum memlekette" dedi. Beyaz eşek işini hallederiz yalnız senden bir ricam var. Şu otelciye söyle yemekler berbat. Şu yemeklerle bir ilgilensin, tüm ekip rahatsız dedim. "Tamam. Söz sen beyaz eşek işine bak" dedi. Ekip sete gelmeden bir eşeği beyaz plastik boya ile boyadık. Üzerine semer ve diğer aksesuarlar koyduk. Plan bitinceye kadar eşeğin başından ayrılmadım. Lütfü usta anlar diye de çok korktum. Adamın huyunu biliyorum. Beyaz eşek bulamadıysan, beyaz eşek gelene kadar o planı çekmez. Urfa da Tuncer Necmioğlu’nun bir sahnesinde bizim aksesuar silahlarımız patlamadı, iş paydos dedi. Abdullah Ataç, ordudan hakiki Smith Wesson toplu tabanca getirmek zorunda kaldı.

Yapım sorumlusu Abdullah Ataç beni çok severdi. 1986 yılında bir trafik kazasında kaybettik. Hiç unutmam bir gün ‘gel sana çay ısmarlayayım’ dedi bir yere oturduk. ‘Sana bir şey söyleyeceğim ama bana kızma. İyisin, benim için on numara işçisin ama birde komünist olmasan ne iyi olurdu’ dedi. Güldüm. Peki işveren vekilim, komünist ne demek? Söyle bakıyım dedim. Yüzüme baktı, durakladı. ‘Vallaha bilmiyorum’ dedi. İkimiz de gülümsedik. Sonra bana bir çay daha ısmarladı, beni zehirlemek istiyorsun ben komünistim ya dedim gülüştük.

Yakup Sancı: Yılmaz Güney filmlerinde çalışma imkanı bulmanızın nedeni Nizam Ergüden ile olan dostluğunuz muydu?

Mevlüt Ekinci: O yıllar senede 250-300 filmin çekildiği yıllardı. Hangi firmada iş bulursak gider 20-30 gün çalışırdık. Yılmaz Abi tutuklandığında Nizam Ergüden beni çağırdı. "Yarım kalan bir iş var, Atıf Abi tamamlayacak" dedi. Zavallılar adlı bir filme başlamış, kendi yönetiyor, kendi oynuyormuş. İki hafta kadar çalıştık bu filmi de bitirdik. Nizam Abi beni seviyordu. 1974 yılında yine çağırdı. "Güney filmle bir iş’e başlayacağız, hemen nüfus kaydını ver, bizi sigortalı yapacaklar" dedi. İlk defa sinemada sigortalı oluyordum.

Yakup Sancı: Gelelim Endişe filmine. Bu film ve yaşanan olaylar tarihe mal oldu. Siz de ekipten biriydiniz. Bu filmin çekimlerini ve talihsiz geceyi anlatır mısınız?

Mevlüt Ekinci: Adana’nın Yumurtalık diye bir ilçesinde çalışacağız. Filmin adını o zamanlar bilmiyordum, daha sonraları öğrendim filmin adı Endişe’ymiş. Aksaray da ki köy sahnelerini çekerken köylü kadınlar gelip Yılmaz Abi ile foto çektiriyorlardı. Fatoş hanım da ordaydı. Bir köylü kıyafeti giymişti. Ne de güzel yakışmış, tam bir sarı gelin olmuştu. Çektiğimiz filmin adını orada öğrendim. Ekip olarak erken kalkıyor pamuk işçileriyle birlikte oluyorduk. İlk gün pamuk işçilerinin kamyon üzerinde Çukurova’ya Urfa’dan gelişini çektik. Onlar doğal figüranlardı. Görüntü yönetmenimiz Almanya’dan gelmiş, gelirken de bol kamera aksesuarı getirmişti. Bu kadar bol kamera aksesuarını orada gördüm. 400 zoom, 600 zoom, birçok objektif vardı.

Bir gün pamuk tarlasında çalışıyoruz Görüntü yönetmeni Kenan Ormanlar sıcaktan olacak üzerinde kısa bir şort ve atletle kamera kullanıyor. Yılmaz Abi sinirli bir şekilde ‘sen ne yapıyorsun? Bu işçilerin içinde uzun süre birlikte olacağız. Bu insanlar rahatsız olabilir, üzerine bir şeyler giyin’ diye haşladı. Yılmaz Abi rahat etsin diye bir çiftlik evi hazırlanmıştı. Bu evde Fatoş Hanım ile birlikte kalacaklardı. Keşke kalsaydı. Yılmaz Abi "Ben ekibimden ayrı kalmam" demiş ekiple birlikte bir motelde kalıyorduk. Keşke kalsaydı Yumurtalık olayı olmazdı belki diye hep düşünmüşümdür.

Kaldığımız yer deniz kenarında bir mekandı. Otel, motel, pansiyon karışımı ve restoran, kebapçı gibi bir de yemek salonu vardı. Akşam yemeğimizi yiyoruz. Canımız ne isterse hepsi var. İçki de dahil. Yılmaz Abi ve eşi Fatoş Hanım’ın olduğu masa biraz kalabalık. Adana’dan misafirleri gelmiş. Çiftlik sahibi arkadaşı, belediye başkanı ve diğerleri... Yılmaz Abi’yi içki içerken hiç görmedim. O gün de içmiyordu. Benim yanımda Nizam Abi vardı onunla birer duble rakı içtik. Odamıza çıktık. Halil dede, Ekrem Ülgen, Nizam Ergüden ve ben 4 kişi aynı odada kalıyoruz. Uyuyamıyorum aşağıdan gürültüler geliyor. Biz yemekteyken bizim masanın karşısında biri bayan 4 kişi vardı. Hepsi sarhoştu. Garsona sordum: kim bunlar? Diye. "Biri Savcı Bey, bayan eşi, diğerleri de arkadaşları" dedi. Çok sarhoşlardı. Uyuklarken bile hem savcı hem de etrafı rahatsız ediyor diye kendi kendime düşündüm.

Uyumuşum. Silah sesiyle yataktan fırladım. Sonra bir silah sesi daha duydum. "Kimse yerinden kalkmasın" diye bir ses geliyordu. Bu ses Yılmaz Abi’nin sesiydi. Kendi kendime Yılmaz Abi sağa sola ateş ediyor herhalde, belki yarına iş koymaz uyuruz bol bol diye düşündüm. Bir silah sesi daha duydum, aşağıdan sesler yükseldi iyice. Kapıyı açtım, balkondan aşağı baktım. Yerde birisi yatıyor insanlar koşuşturuyordu. Hemen aşağı indim şoför İsmet Yılmaz yerde yatan adamı tutup Yılmaz Abi’nin arabasına koymaya çalışıyordu. Ben de yardım ettim. Hastaneye götürmek için bastı gaza.

Yaklaşık 20 dakika sonra jandarma geldi. Yemekteyken garsona bunlar kim diye sorduğumda bir beyaz saçlı adam vardı bu sarhoş kişilerin içinde. Jandarma geldiğinde beyaz saçlı adam tam yanımdaydı. Yılmaz ağabeyi göstererek "Bu vurdu" dedi. Jandarma Yılmaz Abi’yi aldı gitti. Bir süre sonra jandarma tekrar geldi tüm ekibi aradı. Sonra hepimizi karakol’a götürdüler. Karakolun bahçesinde bekletildik. Gece 01:00 civarıydı karakola albay geldi. Savcı’nın öldüğünü öğrendik. Yılmaz Abi nezarette, Fatoş Hanım ve tüm ekip karakolun bahçesinde sabahladık.

Yakup Sancı: Çekimlere devam mı ettiniz ara mı verildi?

Mevlüt Ekinci: Ara verildi daha sonra ekip olarak tekrar Adana’ya gittik. Mekanlar da değişti bu olaydan sonra. Adana'ya daha yakın bir yerde çalışacağız. Yılmaz Abi haber göndermiş. "Filmi Şerif Gören ile Ali Özgentürk beraber çeksimler" diye. Şerif Gören ekibi topladı. ‘Bu film bir ana önce bitirmemiz lazım. Yoksa Güney Film ayakta duramaz. Bir filmde iki yönetmen olmaz ben tek başıma çekerim’ dedi. Ekip de Şerif Gören’i destekleyince Ali Özgentürk devre dışı kaldı. Filmi bitirip İstanbul’a döndük.

Yakup Sancı: Bir çok iş de çalışıp para kazanıyordunuz, sonra bir dernek kurmaya karar verdiniz. Sanırım bu hep kafanızın içinde vardı. Doğru zamanı mı beklediniz?

Mevlüt Ekinci: Evimin geçimini rahat sağlıyordum. Set işçileri örgütlenmeliydi. İliklerine kadar sömürülüyorlardı. Ben hepsini çok seviyordum. Yedi set işçisi arkadaşımla beraber Film Seti teknisyenleri Derneği’ni kurduk. Tüm set işçilerini üye yaptık. Bir takım haklar kazandık. Ancak hala sorunlarımız vardı, dernek yetmiyor mutlaka sendika kurmamız gerekiyordu. Sadece set işçilerini değil tüm sinema emekçilerinin haklarını korumalıyız.

Yakup Sancı: Meşhur Ankara yürüyüşünü yaptınız. Çok büyük bir yürüyüştü. Anlatır mısınız bu yürüyüşü neden yaptığınızı. Yürüyüşün amacı neydi?

Mevlüt Ekinci: İkinci MC hükümeti iş başında sansür bütün hışmıyla sinemada. Eli yüzü düzgün filmlerde sansüre takılıyor, sinemada işsizlik artıyor, sansüre karşı yürüyüşten söz etmeye başladık. Bir gün beni çağırdılar. Tarık Akan, Hakan Balamir, Cüneyt Arkın, Semra Özdamar, Yavuz Özkan, Vedat Türkali biri daha vardı herkesten yaşlıydı hocam diye hitap ediyorlardı. Yürüyüş ile ilgili konuştuk tartıştık. Vedat hocanın öncülüğünde yürüyüş komitesini kurduk. 5 Kasım 1978 de sinema emekçileri Ankara yürüyüşü’ne başladı.

Yürüyüşün amacı sansür, işsizlik ve tüm sinema emekçilerinin işçi sayılması, yaşları emekli yaşına gelmiş sanatçıların emekli olması, özerk sinema kurumu kurulması gibi somut taleplerimiz vardı. O günlerde Türkiye’deki siyasal atmosfer içinde sinema emekçilerinin demokratik mücadelesi, elbette yalnız bırakılmadı. Tüm demokratik kitle örgütleri, başta DİSK’e bağlı sendikalar olmak üzere… Pol- Der ilerici basın ve yazarlar büyük destek verdi. Yürüyüş başlangıç noktamız, Beşiktaş Barbaros heykeli önü. Meydana ilk gelen Aziz Nesin hocaydı. Vedat Türkali hoca bizzat beni de yanına alarak milliyet gazetesi başyazarı Apdi İpekçi’ye gittik. Bizi odasının kapısında karşıladı. Vedat hoca yürüyüşümüze destek-duyarlı olmaları konuşsunda ricada bulundu. Saat 10 gibi Dolmabahçe’den Taksim 1 Mayış alanına geldik oradan da katılanlar oldu. Otobüslere bindik Üsküdar Meydanı faşistlerin kalesiydi adeta. Üsküdar iskele meydanında toplandık. Toptaşı istikametine doğru yürürken sataşmalar oldu. Sinema oyuncularımızdan Cüney Arkın’ı faşistler kendilerine daha yakın görüyorlar o günkü siyasal atmosferde, "Bu komünistlerin içinde sizin ne işiniz var" diye bağırıyorlardı. Cüneyt’in bir ara "Yaşasın sinema" diye bağırdığını hatırlıyorum.

Aynı gün akşamüzeri Maden-İş Sendikası bizi İzmit girişinde karşıladı. İzmit parkına kadar maden işçileriyle yürüdük. İzmit Belediye Başkanı bizi misafir etti. İkinci gün tekrar yollara çıktık. Bolu Dağı çıkışında İstanbul- Ankara karayolunu trafiğe kapadık. Yolculara yürüyüş bildirgesi dağıttık. Kızılcahamam’daki otelde konakladık. Anadolu da çalışan bazı ekipler katıldı. O gece Türkan Şoray da geldi.

Yakup Sancı: Yürüyüşe karşı çıkanlar sadece faşistler miydi?

Mevlüt Ekinci: Yürüyüşün muhtelif değerlendirmesini yaptık. Yürüyüşe karşı çıkanlar daha çok faşistlerdi. Umut Utku’nun yani işçilere sendika kurmaya kalkan işveren ve bazı sağcı basın. Dönemin İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk, "Ahlaksızlar yürüyor" diye demeç vermişti. Cılız sesler çıkıyordu.

Yakup Sancı: Yürüyüş korteji Ankara da nasıl karşılandı?

Mevlüt Ekinci: Yollarda güvenlik güçleri vardı. Yürüyüş otobüslerine refakat ettiler. Ankara Belediye başkanı Vedat Bey karşıladı. Yine DİSK’e üye sendikalar destek verdi. Kortej İstanbul’dan daha kalabalık oldu. Samanpazarı’ndan geçerken yine faşistlerin saldırısına uğradık. Emniyet güçleri gerekli güvenliği sağladılar, faşistleri geri püskürttüler. Gençlik parkına gelerek meydan da toplandık. Kadir İnanır yürüyüş bildirgesini otobüsün üstüne çıkarak okudu. Bildirge okunurken faşist gruplar otobüslerin lastiklerini havasını indirmişler. Bir şekilde Anıtkabire ulaştık. İstanbul’dan getirdiğimiz çelenk film şeridinden oluşuyordu. Görevli asker hepimizin girmesini kabul etmedi. Sadece temsilcileriniz girebilir deyince... 5 kişilik temsilci belirledik. Bu 5 kişi. Türkan Şoray, Fatma Girik, Zeki Ökten, Fikret Hakan, bir de ben Mevlüt Ekinci. Vedat hoca’nın Atatürke yazdığı yazıyı, Türkan Şoray anıt defterine yazdı. Aynı gün otobüslere binerek güle- oynaya İstanbul’a geldik.

Yakup Sancı: O yıllarda bir de sendika kurdunuz değil mi?

Mevlüt Ekinci: Sinema emekçilerinin haklarını almalarında sadece dernek yetmiyor. Mutlaka sendika kurmalıyız sesleri yükseliyor. Ancak Türk sinema tarihinde bir çok sendika kurulmuş, kurucular da hep ünlü kişilerden oluşmuş. Ama sağlıklı örgütlenememişler.

Yürüyüş sonrası Vedat hoca’nın evinde toplandık. Vedat hoca, "Mutlaka sendika kurulmalı" dedi. Bana da "Sendika başkanı sen olacaksın, Semra Özdamar genel sekreter, Cüneyt Arkın, Tarık Akan, Hakan Balamir de kurucu üye olsunlar" dedi. Vedat hoca’yla bir görüşmemde hocam, ben bu oyuncu takımından endişeliyim. Bunlar sendikada verimli olamaz, bunlara güven duymuyorum dedim. Vedat hoca, "sen yine set işçilerine ağırlık ver, bunlar yani şöhretli oyuncular lazım". Dedi. 15 kurucu üyenin tamamına yakını set işçilerinden oluşarak sağlıklı bir işçi yapısı oluştu. 5 Ocak 1978’de Sinema Emekçileri Sendikası (Sine-Sen) Mevlüt Ekinci genel başkanlığında resmen kuruldu.

Yakup Sancı: Bu sendikanın (Sine- Sen) ne gibi katkıları oldu? Kuruluş amacına uygun hizmet edebildi mi?

Mevlüt Ekinci: Sine-Sen 1961 Anayasası’nın özürlü ortamında sinema emekçilerinin ekonomik, mesleksel, siyasal sorunlarına çözümler üretti. Bazı Türk sinemasının yüz akı Maden, Bereketli Topraklar gibi filmlerine manevi destek sağladı. Yılmaz Güney İmralı yarı açık cezaevi’nde hapis hayatı sürerken, Yılmaz Güney’e özgürlük çerçevesinde Sine-Sen yürüyüşler ve gösteriler organize etti. Yılmaz Güney’in hapisteyken yazdığı, daha doğrusu yarattığı Düşman, Sürü, Yol gibi sinemamızın yüz akı filmler üretti. Bizleri de mutlu etti. Hep düşünürüm. Bu dahi sinemacı insan, elinden özgürlüğü alınmasına ramen, hala üretiyordu. Yumurtalık olayı aklıma geldikçe daha çok işlerin vardı Yılmaz Abi demekten kendimi alamıyorum.

Yılmaz Güney filmleri daha doğrusu güney filme ait tüm filmler önce sansür heyetinin sonra da sinema salonu sahiplerinin engeline takılıyor gösterime girmiyordu. Sürü yeni bitirilmiş. Sürü’’nün yönetmeni Zeki Ökten beni stüdyoya davet etti. Bu filmi ilk seyredenlerden biriyim. Hatta Yılmaz Güney’den bile önce seyrettim. Yılmaz Güney, Zeki Ökten beraberliği bir destan yaratmış ama bu destan ve diğer destanlar sinema salonları bulamıyordu. Sine-Sen olarak sendika yönetimini olağanüstü toplantıya çağırdım. Yılmaz Güney filmleri mutlaka seyirciye ulaşmalıydı. Sinema salonu bulmalıydık. Lale Sineması’nın makinist’i sendikamızın üyesi, yani bize yakın, bizden biriydi. Gittim görüştüm. Salon Türker İnanoğlu ve Ertem Eğilmez tarafından Erler film ve Arzu film, filmleri oynatılıyordu. Makinist "başkan, sinemanın sahibi Türker ve Ertem Bey, bunları ikna etmelisin" dedi. Haklı tabi.

Yakup Sancı: İkna edebildiniz mi?

Mevlüt Ekinci: Önce Türker Bey’e gittim. "Ertem ile görüş, okey derse olur" dedi. Aynı gün Ertem Bey’e gittim. Yazıhane de Ertem Eğilmez ve hayati Hamzaoğlu vardı. Kendimi tanıttım. Ertem Beyin Karşısına oturup, sendikanın talebini söyledim. Ertem Bey o deli tavrı ile yerinden fırladı. Koca bir dosya çıkardı. ‘Siz var ya siz, sizi tanıyorum. Ne bu bildiriler? Devrim mi yapacağınızı zannediyorsunuz? Ben size salon, malon vermem benim ortağım var gidin Türker ile konuşun’ dedi. Yerine oturdu elindeki dosyayı karıştırdı, içinden bir bildiri çekti çıkardı. Sine- Sen’in her hafta yayınladığı bültenlerden biri. "Yaşasın sinema emekçilerinin örgütlü mücadelesi", "Sansür’e hayır!", "Kahrolsun faşizm", "Üreten biziz, yöneten de biz olacağız" böyle uzayıp gidiyor.

Size ait olan Lale sinemasında Yılmaz Güney filmleri göstereceğiz. Tüm sorumluluğu Sine-Sen üstleniyor. Arzu Film, Erler Film ve Salon sahiplerinin ücretlerini ödeyeceğiz dedim. Hiç unutmam, Hayati Hamzaoğlu ayağa kalktı Ertem Eğilmez’e arka çıktı. Hal bu ki bizim gözümüzde o bir emekçiydi. Bizim çabamız da emekçiler içindi. Üstelik Yılmaz Abi Hayati Hamzaoğlu’na hemen hemen her filminde iş vermişti. Ne garip değil mi? "Bir daha Arzu filme bildiri gönderip beni çıldırtmayın" dedi. Salon işini hallettik. Lale sineması’nda Güney’in filmlerini gösterime sunduk. Yılmaz Ağabeyin o günlerde ekonomik durumunun hiç iyi olmamasına rağmen tüm geliri Sine-Sen’e bıraktı. Dahası Yılmaz Güney destanlar bıraktı. Biz Yılmaz Güney’e yeterince sahip çıkamadık.

Yakup Sancı: Bazı sinemacılar emekli oldular. Sine-Sen bu emeklilikte etken oldu mu?

Mevlüt Ekinci: Sinema emekçileri borçlarını yatırırlarsa emekli olacaklar, ancak hiç para yok. Emeklilik yaşına gelmiş sanatçılarımızı emekli yapabilmek için Sine-Sen olarak bir bağış kampanyası açtık. 50 yaşına gelmiş bayan, 55 yaşına gelmiş erkek sanatçıların emekli olmalarını sağlamak için bağış kampanyası ve muhtelif geceler yapmamız gerekiyor. Sıkıyönetim ilan edildi. Bazı bölgelerde siyasal atmosfer doruk noktasında… Sendika ekonomik krizle boğuşuyor. Bağış kampanyasın çerçevesinde Vedat hoca’nın ‘oyuncular bize lazım oğlum’ deyişi aklıma geldi. O günlerin en iyi organizatörü Egemen Bostancı’ya gittim. Biz bir gece yapacağız Sine- Sen adına. Tüm gelirle muhtaç sinema emekçilerini emekli yapacağız, bize yardımcı ol dedim. "Başkan tüm artistleri getirebilir misin?" Dedi. Elbette dedim. "Özellikle Türkan Şoray’ı getirebilir misin?" Üyemiz, getiririm dedim. Bir randevu verdi. Türkan hanım’ın evine gittim. Türkan Hanım sağ olsun, "Elbette hep birlikteyiz, ne gerekiyorsa yaparım" dedi. Sonra diğer oyuncular da katıldı. Başarılı bir kampanya ve geceden sonra 20 ‘ye yakın acil ihtiyacı olan sanatçımızı emekli ettik.

Sine- Sen’i ikinci genel kurula hazırladık. Üye sayımız bin’in üzerine çıkmıştı. Sendika belirli ölçüde DİSK’in de desteği ile bir noktaya gelmişti. Sendikaya yeni katılımlar oluyordu. Ayhan Işık geldi. Sendikayı gezdirdim. Nasıl buldunuz? Dedim. "Sendika Amerikan Sendikaları gibi olmalı" dedi. Oturmadı bile. Giderken göz ucuyla 15-16 haziran afişlerini süzüyordu. Sine-Sen’in ikinci olağan genel kurulunda bana muhalif yine benim meslektaşlarım tarafından Sine-Sen yönetiminden düşürüldüm. 12 Eylül 1980 arifesiydi. Yeşilçam Sokaklarında iş aramaya başladım.

İş bulmak çok zor sabıkalıyım. Çünkü sendikacıyım. Montajcı İsmail Kalkan’a rastladım. "Yapımcı Gazanfer Dirlik’le bir film çekeceğiz gel başla" dedi. Olur dedim. Yönetmen Kartal Tibet Sarıyer sırtlarında çalışıyoruz. İşin ilk günü… Akşam 20:30 oldu daha öğle yemeği yemedi ekip, kimseden de ses çıkmıyor. Yönetmen Kartal Tibet "Çabuk olun, güneş gidiyor" diye bağırıp çağırıyor, sağa sola saldırıyor. Tepem attı. Yuh be senin yönetmenliğine diyeceğim susuyorum. Ertesi gün de o filme gitmedim işi bıraktım.

Yakup Sancı: Bir gün sizi de içeri alacaklarını biliyor muydunuz?

Mevlüt Ekinci: Bilmez olur muyum? O içimde hep vardı. Hep onunla yaşadım. Üsküdar fıstık ağacı caddesi’nde askerlerle karşılaştım. "İhtilal oldu evine dön" dedi askerler. İlk düşündüğüm şey, cepte para yok. Evde tüp yok. Yiyecek kısıtlı. Çok küçük iki çocuk... Gözümün önüne serildi. Bakkaldan borçla bir şeyler alıp eve gittim. Muhtelif kasetler, dergiler, kitaplar vardı bunları sakladım. Artık alınmamı beklemeye başladım. Günler geçti gelen yok giden yok.

Yakup Sancı: Gelen olmadı mı? Yargılanmadınız mı?

Mevlüt Ekinci: Selimiye kışlasında savcıya gittim. İfadem alındı. Savcı tutuklanmamı istedi. Sine-sen ve disk davasıyla birleştirildi. Bu dava 10 yıl sürdü. Önce idamla yargılandım. Sonra 10 yıl ceza aldım. 4 yılı sürgün. 12 yıl sonra da beraat ettik. Bu dava sürecinde Sinema Emekçileri Derneği’ni kurduk. Disk’e üye sendikalar beraat etti sine-sen’i teslim aldık. Örgütlenme mücadelemize devam ettik.

Yakup Sancı: Şimdi ne iş yapıyorsunuz?

Mevlüt Ekinci: Asıl mesleğim olan set amirliği işimi Sinema, dizi ve reklam sektöründe çalışarak devam ettiriyorum. Bu arada mesleğin ekonomik, sosyal, siyasal konularında duyarlı olduğum için SİNE İŞ derneğinin de başkanlığını yapıyorum. Elimde pek çok set malzemesi var, bunları kiraya veriyorum setlere. Filmin bütçesine göre malzeme temin ediyorum. Sinemaya hevesli genç kuşak var. Bunların kısa metraj işleri oluyor teknik, pratik ve malzeme konusunda destek oluyorum.

Yakup Sancı: Bugüne kadar kaç projenin içinde oldunuz?

Mevlüt Ekinci: 1964- 1980 arası her yıl yaklaşık 10 filmde çalışmışımdır. Tam sayı söylemek pek mümkün değil.

Yakup Sancı: Yeşilçam sineması ile ilgili neler söylemek istersiniz?

Mevlüt Ekinci: Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki… reklam, klip, dizi, sinema sektörünün oluşmasının altyapısında biz varız. Yani Yeşilçam var. Filmin olduğu her yerde mutlaka Yeşilçam’ın altyapısı vardır. Başka bir şey daha söyleyeyim mesela TRT’nin de alt yapısında biz varız. Bazen bizi eleştiriyorlar. Hal bu ki biz olmasak onlar olmazdı. Yeşilçam sektörün her alanında var. Yeni kuşak bizi inkar etmesin, biz onları inkar etmiyoruz. Aslında sinema olarak biz akrabayız. Mesleksel anlamda dünyanın öte ucundaki sinemacıyla da akrabayız. Tek farkımız biz onlardan önce doğmuşuz. Bizim dönemimizin filmlerini yapmışız şimdi bunlarda günümüzün filmlerini yapıyorlar. Bizim dönemimizde sinema-tv okulu vardı da okumadık mı? Onlar okuyarak öğrendi biz setlerde çalışarak öğrendik. Onların okulda öğrendikleri yetmiyor, gelip sette öğreniyorlar filmin nasıl çekileceğini. Mesleksel anlamda evrenseliz. Amerika, İran, Hint, Kenya ve dünyanın her hangi bir yerinde bulunan set elemanları ile biz akrabayız.

Bunlar kuşak çatışması. 60’lı yılların kuşağı başka 80’li yılların kuşağı başka... 2020 yılındaki sinemacılar da bunları beğenmez o zaman. Biz yeni bir kuşağız siz Karaçamlısınız mı diyecekler? Setçi her yerde setçidir. Işıkçı her yerde ışıkçıdır. Bunun Yeşilçam’ı, Karaçam’ı, Kırmızı çamı olmaz.

Yakup Sancı: Döneminizin filmlerini çektiniz ama beğenilmiyor, eleştiriliyor.

Mevlüt Ekinci: Ayıp ediyorlar. Onların yaptıkları da ortada bizim yaptıklarımız da. Halk iyi filmi biliyor kendilerini yormasınlar. Biz onların heyecanına veriyoruz. Bu da iyi bir şey aslında… "Ben daha iyisini yapacağım" demek cesaret işi. Biz film çekerken yönetmene müdahale ederdik. "Abi yanlış çekiyorsun, bu plan böyle çekilmez" dediğimiz çok oldu. Çünkü mesleksel anlamda bende sorumluyum o filmden. Mesela Yılmaz Güney bu işin kralı değil mi? Çektiği planı gözleriyle sorardı. Oldu mu? Olmadı mı? Bir aksilik, bir terslik var mı? Diye. Eğer biri yanlışlığı fark ederse adam o planı yeniden çekerdi. Herkes her şeyi biliyor, yönetmen ne derse o olur diye bir şey yoktu ki. Yönetmende senin benim gibi bir insan, onun da hata yapması gayet doğal. Bu filmler birlikte üretmenin sonucu çekilen filmler. Ben yaptım oldu filmleri değildir.

Mevlüt Ekinci’ye Teşekkürler.

Kaynak
Yakup Sancı
 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)