Bu haftaki konuğumuz sanat dünyamızın duayen isimlerinden Sayın Cüneyt Türel. Değerli hocamız, arkadaşımız Yakup Sancı'yla tiyatrodan, sinemaya, seslendirmeden Türkiye'de sanatın sorunlarına uzanan dopdolu bir söyleşi yaptı. Zevkle okuyacaksınız...
31 Temmuz 2012

Yakup Sancı: Cüneyt Türel 1942 yılı'nda İstanbul Fatih'de doğdu. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü mezunu olan Cüneyt Türel, tiyatroya Yeşil Sahne ve Gençlik Tiyatrosu'nda başladı. Aynı dönemde İstanbul Üniversitesi Türk Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu’na katıldı. Burada hem konservatuvar düzeyinde bir iç eğitim aldı hem de pratik olarak seyirci karşısına çıktı. Mezun olduktan sonra, 1962 yılında Gülriz Sururi - Engin Cezzar Tiyatrosu'nda profesyonel oldu. Daha sonra Lale Oraloğlu Tiyatrosu'nda çalıştı. 1965 yılında Cimri oyunu ile 30 yıl boyunca çalışacağı Şehir Tiyatroları'na geçti. 1995 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları'ndan ayrıldı. Aynı yıl Işıl Kasapoğlu ve Tilbe Saran ile birlikte Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu'nu kurdu. 2007 yılında kapanana kadar bu tiyatronun her oyununda oynadı. 1979 yılından bu yana çeşitli sinema, televizyon ve seslendirme çalışmalarını da sürdürmektedir. Son 10 yıldır Üniversitelerde drama dersleri veriyor.

Cüneyt Türel: Türkiye de yaşayan özellikle İstanbul da yaşayan benim kuşağımın tiyatro yapabilmesi için iki ya da üç yer vardı. Kapatılmış olan halk evleri ki onlar öğrenci lokalleriydi. Eski deyimle halk eğitim merkezleri diye adlandırılırdı. Aslında onlar halk evidir. Münir Özkul olsun, Sadri Alışık olsun, Pekcan Koşar olsun daha niceleri halk evlerinde başlamıştır bu işlere. Biz halk evine yetişemedik. Halk eğitim merkezleri olan yerlere yetiştik. Ben İstanbul da doğdum Fatihliyim. İstanbullu bir ailedenim. Birkaç kuşak İstanbulluyum. Aile kılıç artığı sayılır. Balkan kökenlidir benim ailem. Ama onlar da İstanbul da doğmuşlar. Ondan önceki kuşak göçmen... İlkokul, Lise, ve Üniversite’yi İstanbul da okudum. Çok kısa bir süre ortaokulun ilk yılları ve vefa lisesi birinci ve ikinci sınıf sonra haylazlığımdan ötürü aile tarafından biraz da benim gönüllü sürgünümle Eskişehir de okudum. O sırada bugün Eskişehir belediye başkanı olan Yılmaz Büyükerşen Eskişehir lisesinde bizim ağabeyimizdi. Küçükken tabi çocuk tiyatrolarına götürülürdüm, sanat seven dayılarım vardı. Büyük dayımın beni tiyatroya götürdüğünü hatırlarım. Yanmış olan Tepebaşı komedi tiyatrosu, yanında dram tiyatrosu vardı o da 1971 de yakıldı. Dram tiyatrosunda daha sonraları 6 yıl oynadım. Dram tiyatrosunda oynamak nasip oldu. En önemli oyunlarımı bu tiyatroda oynadım. Bir tanesi Romeo ve jüliet. Yıkılmış olan komedi tiyatrosunu hatırlarım. Kapalı bir anfi tiyatroydu. Çok az bulunur böyle bir tiyatro dünyada herhalde.

Yakup Sancı: Sanat hayatınıza ilk adımınızı nasıl attınız?

Cüneyt Türel: Eskişehir'de ilk defa bir roman yazdım. 13 yaşındaydım o zaman. Orada da ilk kez ciddi olarak tiyatrocularla tanıştım. Bir şehir tiyatrosu turnesinde Bedia Muvahhit ve Reşit Gürzap’ı tanıdım. Dayım bankacıydı o yıllarda Anadolu’nun küçük kasabalarında bankacılar çok önemliydi. Dayımın davetine gelen bu çok büyük o zamanlar benim gözümde neredeyse olimpos dağından inmiş gibi görünen bu iki insan ile tanıştım ve sanıyorum ben kararımı orada verdim. Tiyatrocu olmak gibi bir mantık flu da olsa oralarda belirlendi. Sonra oradaki Eskişehir sürgünüm bittikten sonra yazdıklarım Eskişehir de istikbal diye bir gazetede yayınlanmıştı onları koltuğuma aldım İstanbul’a döndüm. Babam beni o sırada benimde İstediğim İstanbul erkek lisesine verdi. İstanbul erkek lisesine girdiğim zaman lise tiyatro koluna hemen dahil oldum ve okulu bitirinceye kadar o tiyatro kolunda kimi zaman yönetici kimi zaman ciddi bir katılımcı olarak devam ettim. Pek çoğu çocukça şeylerdi ama benim için önemli şeylerdi. Mesela bir grundıg teyp vardı dur kalk o teyple radyo tiyatrosu yaptık. Tiyatro kolunda bunu arkadaşlarımıza dinlettik, bunu nasıl becerdiğimize şaşmıştık, ben dahil herkes çok şaşırmıştı.

İstanbul erkek lisesi ve İstanbul kız lisesi yan yana olduğu için ortak çalışmalar yapmak çok kolaydı. Onlarla çeşitli oyunlar ürettik. Cağaloğlu’nda iki yer vardı biri yeşil sahne Yeşilay’ın tiyatrosu bir tane de İstanbul Üniversitesi Gençlik Tiyatrosu. Bazı ağabeylerimin dikkatlerini çekmiş olmalıyım beni birileri yeşil sahneye davet etti. Ben çok fazla anlamadığım halde yinede orada bir tiyatro vardır diyerek önce yeşil sahneye katıldım. Bir sene kadar orada oyalandım ama bu sırada lise öğrenciliğim de devam ediyor. Oradaki çalışmalar çok gün yüzüne çıkmadı ama İstanbul üniversitesi talebe birliğinin gençlik tiyatrosundaki ağabeylerim daveti üzerine ve o tiyatroların kendi iç tüzüğü yöneltmeliği doğrultusunda 20/1 lise öğrencisi alırdı. Bu 20/1 lise öğrencisi kontenjanından bana bir sınav yaptılar ve beni tiyatrolarına kattılar. Lise öğrencisiyken hem benim velim oldular hem de beni tiyatronun elamanı haline getirdiler.

Ağabeylerimin arasında Tuncel Kurtiz beni yetenekli bulmuş olmalı ki Gülriz Sururi Engin Cezzar tiyatrosunda o sırada oynanmakta olan Leonid Andreyev’in "Aklın Oyunu" adlı oyuna küçük bir rol için eleman arıyorlarmış beni Tuncel Kurtiz okulun parmaklıklarından kaçırtarak tiyatroya paket halinde götürdü. Bana bir metin verdiler okudum. Okuduğum metnin sonucu iyi olmuş olmalık ki o rolü bana verdiler. Böylelikle profesyonel hayata daha lise yıllarının son sınıfında başlamış oldum. Gençlik tiyatrosunda amatörlüğüme de devam ettim. Uzun yıllar devam ettim gençlik tiyatrosuna profesyonelliğinin sürmesi beni amatörlükten kopartmadı aslında. Gülriz Sururi Engin Cezzar topluluğunda oynadığım o oyunda rastladığım sonraları birçok oyunda beraber olduğumuz arkadaşlarımın arasında en önemlisi daha doğrusu hocalarımdan biri diye adlandıracağım Sermet Çağan'la tanıştım. Sermet Çağan o sırada ‘ayak bacak’ diye bir oyun yazmıştı bende o oyunu alıp gençlik tiyatrosuna götürmüştüm. O zamanlar arena tiyatrosu vardı çok parlak bir tiyatroydu. Asaf Çiyiltepe vardı başında. Oyunu Asaf Çiyiltepeye vermişti ama Asaf Çiviltepe herhalde oynamayı uygun bulmuyordu. Sermen Çağan’ın da oyunu ortaya çıkartması gerekiyordu, benim teklifim ona çok cazip gelmişti. Gençlik tiyatrosunda birlikte o oyunu kurtarmaya başladık. Ama o oyun sonra bir patladı ki Türkiye de tiyatro literatörünün en önemli önde gelen adeta bir kilometre taşı haline geldi. Çünkü o oyunun hazırlanışı sırasında Sermet Çağan hastalandı ben devam ettim. Erlanger Festivaline; Uluslar arası öğrenci, daha doğrusu üniversiteler arası tiyatro festivaline götürdük. Orada çok büyük ilgi gördü. İstanbul’daki öğrenci festivaline getirdik. Bu festivalde daha da büyük ilgi gördü. Sermet Çağan adı bir anda tiyatro dünyasında, sanat dünyasında bu oyunla birlikte anılmış oldu.

 

Fotoğraftakiler; Soldan sağa Cüneyt Türel, Muhsin Ertuğrul, Metin Deniz, Babik Kurtul

Lale Oraloğlu hanımefendinin tiyatrosunda dolu dolu bir senem geçti. Orada 3 tane oyun oynadım Pigmalion, altona mahpusları, polyanna. Ama bunlar beni pek doyurmuyordu açıkçası. O zamanlar benim için önemli olan şehir tiyatrosundaki atılımlardı. Kısaca ve özetle anlatılacak olursa Muhsin Ertuğrul'a başvurmak, Muhsin Ertuğrul’un beni şehir tiyatrosuna kabul etmesi ve şehir tiyatrosunda geçen 30 yıl. Bu 30 yıla bakacak olursak sadece şehir tiyatrolarında 100’ün üstünde oyun. Sonra 1995 de şehir tiyatrosundan ayrılış daha sonra Aksanat Prodüksiyon tiyatrosunu kurmak. Burada 10 yıl Türkiye de ilk kez oynanan çeviri oyunları oynadık. Son 5 yıl da serbest oyunculuk.

Yakup Sancı: Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosunu kapatma nedeniniz neydi?

Cüneyt Türel: Son zamanlarda Sponsorlarımızla anlaşmazlığa düşüyorduk. Biz daha büyümek istiyorduk onlar bunun küçük, minör kalmasını istiyorlardı. Bir süre sonra bizim hedeflerimizi doyurmamaya başladı. Onların politikaları hedeflerimizle uyuşmamaya başladı. Biz de kusura bakmayın dedik, ayrıldık.

Yakup Sancı: Uzun yıllar seslendirme yaptınız. Seslendirme hayatınız nasıl başladı?

Cüneyt Türel: Bu yoğun tiyatro çalışmaları içinde asıl ağırlıklı çalışmam daha çok sinema seslendirmesi şeklinde oldu. O da bir rastlantı. Daha şehir tiyatrosuna girmemiştim, biraz da ne yapacağıma karar vermemiştim. Kararsızlık geçirdiğim bir dönemde sinema zaten benim çok ilgimi çekiyordu. O dönemler ufak tefek seslendirme yaptığım bir dönemdi. Seslendirmeye başlangıç nedeni de çok enteresan. Yine gençlik tiyatrosunun önemli yöneticilerinden biri olan, sonra önemli bir oyun yazarı oldu Oktay Arayıcı’nın senaryosunu yazdığı bir filme genç bir ses aranıyordu. Oktay Arayıcı aldı beni stüdyoya götürdü. O stüdyoda ben mikrofona iki cümlelik bir laf söyleyerek seslendirme hayatıma da başlamış oldum. O iki lafı söylediğim zaman da yanı başımda Allah rahmet eylesin destansı ses, büyük entelektüel Adalet Cimcoz vardı yanımda. Sonra çok çalışmada birlikte olduk. Genç yaşlarda sinemaya o bağlamda girmiş oldum ama asıl sonra ilk ciddi çalışmam Feyzi Tuna’ya asistanlığımla başladı. "Yasak sokakları" adlı bir filmdi. 1965 de bu filmin çalışmasına katıldım. Gariptir tiyatroda oyunculuğu ağırlıklı olarak istememe ramen sinemada kamera arkasını hem merak ediyordum hem de adeta kamera arkasını seçmiştim. Feyzi bana bu filmde rol teklif etti ama ben hayır senin asistanın olmayı tercih ederim demiştim. O da bunu şaşkınlıkla kabul etti. Böylelikle bir filmin bütün çalışma evrelerine katılmış oldum.

Yakup Sancı: Bu filmin başrol oyuncusunu da siz seslendirdiniz değil mi?

Cüneyt Türel: Ufak tefek seslendirmeler de yapıyordum ama hiç hedefimde ve niyetimde böyle bir şey olmamasına karşın film bittikten sonra başrolleri Kuzey Vargın, Salih Güney ve Selma Güneri oynuyordu. Kuzey vargın sinemaya yeni başlamıştı. Kuzey Vargın’a bir ses aranıyordu ama bir türlü bulunamıyordu. Birden bana dönüp baktılar ve sesi buldular. Böylece bu filmin hem asistanı oldum hem de Kuzey Vargın’ın sesi oldum. Niyetim sinema yapmaya devam etmekti. Ama dediğim gibi oyunculuk bazında değil kamera arkasını daha çok istiyordum. Ama kısmet olmadı.
Filmin Prodüktörü Allah uzun ömür versin Memduh Ün’dü. Memduh Bey beni fazla sevmedi. Herhalde biraz ukala olduğumdan, fazla meraklı olduğumdan, işin içine fazla girip çıkmamdan olsa gerek beni pek sevmedi. Günahını almayım bir çalışma esnasında onun odaya girdiğini fark etmediğim için ayağa kalkmadığımdan ötürü yediğim fırça bana sinemanın arka planının pek de öyle rahat ve huzurlu olmadığını gösterdi. O sırada da şehir tiyatrosuna talebim geçerlilik kazandı. Benden habersiz asılan bir rol dağıtımında çok önemli bir rolümün olduğunu duydum ve o rolü oynamak üzere şehir tiyatrosuna girdiğimde sinemayla ilgili o organik bağ gevşemiş oldu. Ama hiçbir zaman aslında sinemadan kopmadım. Ufak tefek, tek tük, üç yılda bir beş yılda bir çeşitli filmlerde roller aldım. Ama daha çok seslendirme yaptım.

Yakup Sancı: Büyük usta Zeki Ökten’in "Çinliler Geliyor" filminde oynadınız. Yönetmen-oyuncu ilişkisi dışında yıllardır süregelen bir dostluğunuz vardı diye biliyorum. Çok fazla filmde birlikte çalışmadınız sanırım.

Cüneyt Türel: Son filmim değil ama Zeki Ökten bağlamındaki en son işim. Çünkü o ilginçtir benim neredeyse 50 yıllık arkadaşımdı. Ben asistanlık yaparken Zeki de asistanlık yapıyordu. O da şehir tiyatrolarına girmiş, çıkmış bir arkadaşımızdı. O benim tam tersime -benim sadık yarim sinemadır- dedi. Sinemaya kaçtı. Ben benim sadık yarim tiyatro dedim tiyatroya kaçtım. O buluşma noktasından beri tanıdığım insandı, arkadaşımdı. Çok defa setinde bulundum, çok filminde seslendirme yaptım ama kısmet onun son çektiği filmde oynamakmış. Bu da Çinliler geliyor filmi oldu.

Yakup Sancı: Televizyon sinemayı çok etkiledi. Tiyatro televizyonun etkisinden nasibini aldı mı? Oyunlar yeteri kadar izleyici bulamıyor, salonlar dolmuyor. Tiyatrolar bir bir kapanıyor. Biz tiyatro yapmayı mı bilmiyoruz yoksa tiyatroyu biliyoruz da insanımızda tiyatro kültürü mü yok?

Cüneyt Türel: Tiyatro yapmasını biliyoruz aslında artık öğrendik. Yaklaşık 200 senedir hayatımızda bir yeri var tiyatronun. Aslına bakarsanız lale devrinden itibaren bu topraklara girmiş tiyatro. İlginçtir bu tiyatro batıda olduğu gibi Bizans da yok. Doğuda tiyatro çok garip bir şekilde batıdan çok daha farklı gelişmiş, geleneksel bir tarzla gelişmiş. Batıdaki gibi kurumsallaşmamış. Tiyatro doğu toplumunun özellikleri dolaysıyla kapalı ve sığ bir eğlence daha doğrusu metaforik bir eğlence olarak kalmış. Simgelerle anlatılan işte Karagöz Hacivat, orta oyunu, meddah bunların hepsi zaten meddah bir haberleşme aracı yani öykü anlatıcılığa dayanan bir şey. Mesela Kürtlerde de dengbej meddahla eş değerdedir. İkisi de doğu toplumu olayıdır. Araplarda da dengbej benzeri hikayeciler vardır. Heybesini sırtına alır köy köy dolaşır ve geldiği yerlerin hikayesini anlatır. Toplumlar arası ya da zümreler arası bir tür haberleşme işlevi görür.

Bizans da bile benzer şeyler görüyoruz. İngiltere de, Fransa da, Yunanistan da batı tiyatrosunun temellerinin atıldığı yerdeki gibi benzer tiyatro doğuda kurumsallaşmamış. Bunun birçok bilimsel açıklamaları var, bunlar konumuz değil. Ama tarihe baktığımız zaman bize tamamen batılılaşma serüvenimiz içinde gerekli deyip aldığımız bir kurum olmuş tiyatro. Aslında bizim geleneksel seyirlik oyunlarımız hep olagelmiş. Köy seyirlik oyunları, dengbej, orta oyunu, karagöz vs. ama bunların hepsinin içerik olarak taşıdığı değer hep göndermeler ve simgeler halinde olmuş ya da haberleşme aracı gibi olmuş. Doğrudan doğruya Şekspir gibi Molier gibi toplumun can damarına parmak basacak yaklaşımlar taşıyacak yapıda kurumsal bir sanat haline gelmemiş doğuda... Doğu derken Çin’i kast etmiyorum daha çok orta doğu bizim coğrafya ile ilgili söylüyorum. Orta Asya da Şamanlığın getirdiği bir espiri var. Tiyatro unsurlarını taşıyan bir şey... Ama Çin de garip bir şekilde çok ayrı bir dalda, çok ayrı bir kolda Hint ve Çin tiyatrosu çok farklı bir mecrada gelişmiş. O tiyatro hem metaforlar, simgeler içeriyor hem de toplumun can damarlarına parmak basabilecek cüreti gösterebiliyor. Bu Ortadoğu da bizim coğrafyada olmamış. Neden olmamış? Dediğim gibi tamamen sosyolojik bir araştırma ve yorum gerektiren konu. Osmanlı batılılaşma hareketine giriştiği zaman gereklidir diye tiyatroyu da almış. Buradan yola çıkarsak artı-eksi ortalama 200 yıllık bir geleneğimiz var ve bu geleneğimiz uzantısında şehir tiyatroları gibi, devlet tiyatroları gibi, Türkiye coğrafyası içinde çeşitli ödenekli tiyatrolar, belediye tiyatroları gibi kurumlarımız oluşmuş. Özel tiyatrolar biraz da geç olsa Türkiye hayatında yerini almış ve bir arada toplumda çok ciddi vurucu bir güç haline gelmiş. Özellikle 1960’lı yıllardan sonra Türkiye de tiyatrolar çok önemli olaylara neden olmuş. Topluma mesaj vermede çok önemli aracı haline gelmiş.

Ama bugün yavaş yavaş yine bazı sosyolojik yorumlara muhtaç bir biçimde tiyatro bu etkiyi yitirdi. Yeni bir şeyler olmaya başladı. Bu yeni şeylerin içinde daha içsel meselelere yönelik bir metinler ortaya çıkmaya başladı, dünyada da bizde de. Kaba bir ifadeyle deyim uygun düşerse sanat için sanat espirisinin daha ağır bastığı toplumsal bir pencere, toplumsal bir demeç veren, verme yükümlülüğünden arındı. Tiyatro kendi içinde bir tür kapalı devre sanat haline geldi. Bunun pek çok etkileri vardır. Ekonomik etkiler vardır, televizyonun bastırması vardır. Ağırlıklı olarak insanların kent hayatını içe dönük yaşamak zorunda kalması, metropollerin getirdiği zorunluluk çünkü Türkiye de sadece İstanbul değil Metropol. Ankara da Metropol, İzmir de Metropol. Birçok yerde garip bir şekilde Metropoller ile kapalı alanlarda sanat yapma eilimleri ters orantılı çalışmaya başladı.

İnsanlar sinemalara da gitmemeye başladı. Belli bir takım ticari kışkırtıcı filmler dışında sinema da televizyonun önünde başını eğmiş durumda. Tiyatro da televizyonun önünde başını eğmiş durumda. Tiyatro şiire dönüştü. Nasıl şiir kitapları 200-300-500 basılıyorsa, satılıp satılmadığı çok belli değil ama o kadar basılıyorsa tiyatro da artık 100 kişi 150 kişilik salonlara razı oldu. Bilet fiyatları insanları sahici bir şekilde düşündürücü hale geldi. Dolaysıyla devlet ve şehir tiyatrolarının dışında tiyatroların durumu solmaya başladı. Bayağı da soldu. Şimdi bulvar tiyatroları biraz çalışır gibi oluyor, devlet ve şehir tiyatroları geleneksel ve kamusal hizmet verircesine bu işi yapıyor. Tiyatrolarımız artık eskisi gibi toplum içinde bir iddia taşımaktan hayli uzaklaşmış görünüyor. Çeşitlilik ve sanatsal derinlik açısından bir takım etkinlikleri yapmakta eskisi kadar hevesli ve etkili değil. Elbette tüm bunlar iç içe nedenlerden kaynaklanıyor ama bu şu demek değil. Bu geçici bir zaman diye düşünüyorum. Çünkü 18. yy, 19. yy da Şekspir bile unutulmuştu. Dolaysıyla öyle bir zaman yaşıyor olabiliriz ki şimdi bir duraklama dönemi geçiriyoruz diye de düşünülebilir.

Gıdıklayıcı, kolay tüketilebilir, ucuz konulara yönelik ya da kimi kolay filmlerin taklitleri dışında maalesef sinemamızda bu aşamada aynı macerayı yaşıyor gibi geliyor bana. Birçok iyi film 50-60 bin seyirciden sonra sinemalardan kalkıyor. Bunun yerine 3 milyonluk, 5 milyonluk seyirciler toplayan filmlerin durumu ortada. Ben tabi az seyirci bulup da ortadan kalkmış filmlerin yanında duran biriyim. Hem maddi hem manevi büyük fedakarlıklarla gerçekleştirdikleri filmleri maalesef ilgi odağı olamayan, itibar göremeyen, seyirciden iltifat göremeyen bir çok iş geri dönüşsüz bir şekilde hüsrana uğruyor. Bu tabi çok üzüntü verici bir şey... Bunun bir çaresinin bulunması lazım. Bunun bence tek çaresi Avrupa’nın yaptığı gibi Euroimaj Kuruluşu gibi yahut Fransa da Arte gibi kuruluşların Türkiye de sahici bir şekilde var olması lazım.

Yakup Sancı: Devletin sinemaya, tiyatroya verdiği destek yeterli mi?

Cüneyt Türel: Deniyor ki... -Bu destekleri alıyor insanlar, paraları çar çur ediyor. Çar çur etsinler ne olacak? 3 tanesi çar çur eder bir tanesi yapar o bir tane ile de biz göneniriz. Ne sakıncası var? Türkiye de çar çur edilmeyen şey mi var? Sinemaya tiyatroya harcanacak paraya kim niye bu kadar acıyor? Verdikleri destek nedir ki zaten. Bunlar sahici bir şekilde desteklenmezse bu iki sanat ki bu iki sanat halk sanatı. İkisi de ciddi halk sanatıdır. Ciddi eğitim aracıdır. Estetik değerlerin yüceltilmesi alanıdır. Bugünün yaşam koşulları içinde edebiyattan nasibini almadıkları zamanlar yaşıyoruz ondan nasip alınamaması da üzücü, o da ayrı bir konu. Sinema ve tiyatronun da böyle kapı arkasında bırakılması, evlerimize giremeyecek, yaşamımıza giremeyecek hale gelmiş olması, evlerimizde sadece televizyona mahkum olmuş olmamız bizi çok büyük yoksunluklara mahkum edecek. Bunun farkına varılıp bir ana önce bunları hayatımızın taa orta noktasına almanın yollarını bulmamız lazım. Bunun için de yapılması gereken şey sahici ve cömertçe korkmadan destek vermek.

Tabi bunu devlet şu aşamada bu bütçeyle nasıl yapar, yapabilir mi bilemem. Bence yapması lazım... Bence yol, su, elektrik gibi önemli bir iş yapmış olur. Çok söylenen duble yollara tabi ki ihtiyacı var bu ülkenin ama en az onlar kadar kültür ve sanata yapılması gereken yatırımlara da ihtiyacı var. Bunların eksikliği ileride o duble yollarda ne için yaşadığını bilmeyen insanlarla dolu olup süratle yol alındığında anlaşılır. Bunun uzantısında harcanmış olan rakamların da öyle çok sarsıcı rakamlar olacağını sanmıyorum. Yeter ki bu meseleye sahiden, bu açıdan, bu özenle bakılması sağlanabilsin.

Bir de çok önemli bir şey daha var. Batı da çok önemli bir kurum vardır, mesenlik kurumu denilen kurum. Kişi ya da kurumların sanata olan yatırımları ya da sanata olan katkıları çok önemlidir. Bizim ülkenizde bu gelenekte fazla gelişmiş değil ne yazık ki. Bunun da dikkatle düşünülmesi gereken bir konu olduğunu sanıyorum. Eğer mesenlik kurumu olmasaydı batıda Rönesans olmazdı. Bugün Mikelanjelo’nun, Rafael’in, Leonardo’nun arkasında hep onların yaptığı sanatı destekleyen bir takım insanların, bir takım kurumların olduğunu görürüz. Bizde bu çok geç başladı ve çok yetersiz.

Tek bir parantez içinde toplayacak olursak ödenekli tiyatrolar devletten tam destek alıyor. Devlet tiyatrolarını devlet kurmuş, belediye tiyatrolarını da belediyeler yani onu da devletin diğer yakası kurmuş. Özel tiyatroların ne suçu, ne kabahati var ki devletten sınırlı destek alıyor? Denilebilir ki -özel tiyatrolar kar amacıyla açılmış tiyatrolar. Bertolt Brecht’in bir lafı vardır der ki; "Aman seyircinizi eğlendirmeyi ihmal etmeyin aksi taktirde tiyatronuzun kapısına kilit vurmak zorunda kalırsınız." Bertolt Brecht eğlendirici bir tiyatro mudur? Dolaysıyla eğlendirmek zaten işin özünde yatar, zaten eğlendirirken bir şeyler söylemek durumundasınız. Bu nedenle bana göre yanında bulunmadığım kimi tiyatroların, kimi sinemaların da aslında karşısında değilim. Bırakın insanlar eğlensin. O esnada yine öğreneceği bir şeyler vardır. Bu bir nasip meselesidir bir nedenle bir şeyden öyle bir nasip alırsınız ki o sıradan çok basit bir şeydir ama o sizi nerelere nerelere götürebilir.

Bu bağlamda bakılacak olursa zaten sınırlı bir yardımın bir alay anlamsız yokuşlarla zorlaştırılmış koşullar içine yerleştirmek, hapsetmek, bu işi yapan insanları hem adaletsiz hem herhalde o yardımların gönülsüz oluğunun bir ifadesi olsa gerek. Bir de şu söyleniyor, biraz önce de bahsettiğimiz gibi. ‘’ sinemaya, tiyatroya destek veriyoruz ama bazıları sadece o desteği alıp sonra keten pereye getiriyorlar işi. Ya yapmıyorlar ya ödemiyorlar, ya kayboluyorlar’’ Bırakın kaybolsun, bırakında seni bir iki kişi de dolandırsın ne sakıncası var? Ne kadar dolandıracak? Ama sen kontrollü bir şekilde evre evre ödeneği verirsen ki zaman zaman bu yapılıyor ama bütünüyle yapıldığını sanmıyorum. Ödenek çok sınırlı, çok az. Tıpkı bir mütahite ihale verir gibi evre evre verirsen bu ödeneği, temelinde şu kadar, su basmanın da bu kadar, birinci katında bu kadar, ikinci katında şu kadar nihayet bitiminde de bu kadar diye bir ödeme planı uygularsanız hiç kimse keten perecilik yapamaz. Yapsa bile ilk evrede yok olur gider senin kaybında çok önemli olmaz. Önemli olan sahiden desteği vermeyi istemek…

Başka bir adaletsizlik var. Bugün ödenekli tiyatrolarda da çalışan ama bu mesleği yapan birçok insan var. Bunlardan bir Mahir Günşiray, Işıl Kasapoğlu ve pek çok örnek. Onlar sırf devletin devlet tiyatrolarında çalışan ya da şehir tiyatrolarında çalışanlar olduğu için onların yaptıkları ya da kurdukları kurumlara ödenek vermemeyi seçiyorlar. Neden? Onlar finans kuruluşu mu yönetiyorlar? Ya da bir ticarethane mi açtılar? Onlar da tiyatro yapıyor, onların yaptığı tiyatroya niye ödenek verilmiyor? Onu anlamak mümkün değil. Onlarda tabi ki hile-i şeriye ye kaçıyorlar. "Bu tiyatro benim değil, ben sadece sanat yönetmenliğini yapıyorum" demek zorunda kalıyor. Ne diye zorlanıyor bu insanlar? Ne diye yan yollara sığınılıyor? Herhalde mesleki bir takım kıskançlıklar sonucu ortaya çıkan bir şey olsa gerek. Ama bütün bunların içinde en önemli nokta bence bu… Bırakın bir kaç kişi de yolsuzluk yapmış olsun. Sen gerçekten desteğini ver o yolsuzların sana vereceği zarar o desteğin sonucunda ortaya çıkacak olan daha donanımlı daha derinlikli, daha değerli yapıtlarla çoktan karşılanır.

Yakup Sancı: Hocam, sinemamız sansürden çok çekti. Tiyatrolarımız ve tiyatro oyuncularımız da sansürle mücadele etti mi?

Cüneyt Türel: Dönem dönem sansürün azdığı, sansürün yumuşadığı, sansürün devre dışı kaldığı sonra yeniden çok değişik bir şekilde kostüm değiştirerek tekrar hayatımıza girdiği çeşitli evreler var. Şehir tiyatrosunun kütüphanesine girdiğim zaman birçok eski tekstin, birçok metnin üzerinde imzalı mühürlü "görülmüştür" kaydına rastlamışımdır. Bu daha çok 1930-1950’li yıllar arasında ki dönemlere rastlayan metinler. Demek ki tarihimize baktığımız zaman böyle dehşetengiz tablolarla karşılaşıyoruz. Tiyatroda çalışırken doğrudan doğruya resmi ve yasal katı bir sansürün olduğunu söylemem zor. Fakat daha kötü bir sansür vardır, oto sansür. – bu olmaz. Buna bu yakışmaz. Bu şöyle olur, bu böyle olur.- duygusu aslında Türkiye de yaşayan insanların galiba genlerine işlemiş. Bunu zaman zaman aştık, zaman zaman kendi kendimizi de sansürlemiş olduğumuzu da itiraf ederim. Ancak şu anda tiyatroda daha ilginç bir sansür hala sürüp gitmekte… Yasalarda değişmeyen, değiştirilmemiş, ya unutulmuş ya da maksatlı unutulmuş bilinerek saklanan bir şey var. Bir tiyatro bulunduğu kentin dışında bir yere turnelere çıksa oynadıkları oyunun kopyasını oranın mülki amirine vermek zorunda. Kadrosunun mevcudunu, nüfus kağıdı suretlerini daha da ilginç buraya lütfen dikkat edin sabıkasızlık kaydı götürmek zorunda. 2010 yılı’nda yaşıyoruz Türkiye bir dünya devleti olmak için çaba sarf ediyor, evrensel hukuk ve estetik kurallarını hayatımıza geçirmeye çalışıyoruz ama utanmadan bir sanat kurumunun kendi yurdunun içinde dolaşması sırasında böylesi polisiye sayılacak hatta polisiyeden daha da öte onur kırıcı sayılabilecek bir uygulamayı hala yaşıyoruz. Bu sansür değilse nedir?

O metni inceleyen mülki amir o işten ne anlar? Hadi anladığını var sayalım tutun ki kendi kafasına göre – bu oyunun şurası bana pekiyi gelmedi- derse bu işin yaptırımı ne olacak? Bunu anlamak mümkün değil. Akla sığdırmak mümkün değil. Bugün bu bağlamda rahatlıkla tiyatroda sansür vardır diyebiliyorum. Ve utanıyorum bundan.

Herhangi bir suçtan ceza alan bir kişi sabıkalıdır. Bu kişinin sanat yapması yasak... Böyle bir şey olur mu? Dünyanın o kadar önemli sanatçıları vardır ki ömrünün büyük bir kısmını adi suçtan hapishanede geçirmişlerdir üstelik siyasi suçtan da değil. Fransızların çok övündüğü Jan Jöne böyle bir adamdır. Ne bileyim bir Verlain yıllar boyu hapishanede yattı. Fransız şiirinin en önemli insanlarından biridir bu kişi. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ayrıca tutun ki şeytana uymuşum adi bir suç işlemiş cezaevine girmiş, o suçun bedelini de yatarak cezamı ödemişim, çıkmışım. Bu suçun cezasını çektiğime göre deyim doğru düşerse kefaretini ödemiş biriyim. Bana sanat yapmayı nasıl yasaklarsın? Yasaklamasan bile beni böyle bir kontrol altında tutmaya ne hakkın var? Yaptığım iş sanat. Bankada bir yolsuzluk yapmış olsam bir daha bankacılık yaptırma bu mantıklı gelebilir. Bedelini ödediysem onu da yaptırmama hakkın yok tabi bunun bir anlaşılır tarafı var. Ama sabıka kaydının sanatla ne ilgisi var? Bunu anlamak mümkün değil.

Sinemaya gelince, aslında sinemada da belli bir ölçüde sansür var. Hiç değilse şimdi bir rahatlama geldi. Şu manada bir rahatlama var. Yaş katagorisine göre bir şeyleri ayarlayabiliyor insanlar. Ama şu sansürün var olduğunu biliyorum. Daha yeni bitirdiğim "Çakal" adlı filmdeki bir kenar mahalle delikanlısının nasıl o ara sokakların karanlığında yok olduğunu anlatan güzel bir film bence. Senaryosu da çok etkili, vurucu bir senaryo… Ahlakla ahlak dışılığın arasında kala kalmış bir kenar mahalle çocuğunun hayatının anlatıldığı bir filmde o söylemlere dayalı bir senaryo. Çünkü o insanlar öyle konuşuyorlar. Sırf öyle bir senaryo olduğu için kültür bakanlığından yardım alamadı o film. Bu sansür değil mi? Anlatılan hikayede o sözlerin dışında seyircinin son derece çok doğru mesajlar alabileceği bir film bu. Bu film desteklenmedi. Hatta dışlandı. Ama yine de film yapıldı o ayrı bir konu. Bu bir sansürdür işte. Görülmeyen bir sansürün varlığını söyleyebiliriz.

1969 Tunceli'de Pir Sultan Abdal olayları; Olaylardan sonra tiyatrocular sendikası yönetim kurulu üyesi olarak tiyatro olaylarından ötürü, bir tiyatro gösterisinden dolayı tutuklanmış arkadaşlarımı kurtarmak için Tunceli’ye gittiğimde tiyatronun o yıllarda ne denli etkili, ne denli toplumun atardamarlarına nüfuz eden araç olduğunu bizzat gördüm. Tutuklu arkadaşlarımızı kurtarmak için gittiğimizde arkadaşlarımızın tek suçu Pir Sultan Abdalı oynamaktı. O olayların tek nedeni aslında genel sansür anlayışıydı. O sansür bir yurttaşın da canına mal olmuştu.

Yakup Sancı: Hocam oyuncunun oyuncu olduğu kamera karşısında da bellidir, tiyatro sahnesinde de bellidir. İzleyici kişinin oyuncu olduğunu bilir. Oyuncu ayrıca oynamalımıdır?

Cüneyt Türel: Herkes oyuncu olabilir. Ama herkes tek bir rol oynar. Yani kendilerini oynarlar. Kendilerinden başka birilerini olmaya çalıştıkları andan itibaren asıl oyunculuk başlar. Hayatın kendisi içinde aldığı tavır, içinde bulunduğu durum zaten bir rolü oynamaktır. O da kendisidir. Onun için herkes kendisini oynayabilir. Kendi olabilir. Ama ikinci bir kimliğe, başka biri olma işine soyunduğu zaman işte o oyuncu olmaya başlamıştır. Konuyla ilgili bana göre çok ilginç bir deneyimim var. Kimsenin ismi lazım değil, bir film. Bu filmde çok iyi bir oyuncu… Çok prestijli bir insan… Bir sahne düşünün yanında figüran olarak kahvede, pazarda olmuş bir takım insanlar. Onların arasına bu oyuncuyu koyuyorsunuz. O sahici, sadece kendilerini oynamaktan öte başka bir şey yapmayan insanların içinde o oyuncu o kadar sakil durur ki. Çünkü o kendisi olmayan başka birini oynamaktadır. Ötekiler ise kendini oynamaktadır. Ötekiler size çok sahici gelir, ama o prestijli oyuncu onların yanında inanılmaz derecede farklı olur. Bence bu işin püf noktasıdır. Onun için sahici bir oyuncunun yanına fon olarak bile olsa, figüran bile olsa oyuncu koymak zorundasınız. Sahici insanları koyarsanız o oyuncu ne kadar iyi oyuncu olursa olsun ona aslında büyük bir haksızlık yapıyorsunuzdur. Onu adeta eşitsiz bir koşulda silahsız bırakıyorsunuz ve mağlubiyetini baştan kabul ettiriyorsunuzdur.

Yakup Sancı: Uzun yıllar seslendirme yaptınız. Neden oyuncular kendilerini seslendirmez de başka biri seslendirir? Bu çok gerekli midir?

Cüneyt Türel: Evet uzun yıllar dramatik seslendirme yaptım. Şimdilerde yapmıyorum. Zaten yapmaya da pek gerek kalmadı. Çünkü pek çok filmde orijinal sesleriyle geçiyor. Seslendirme eskisi kadar itibar görmüyor. Yabancı diziler, yabancı filmler seslendiriliyor ona itirazım yok. Ama olmazsa daha iyi... O dili daha iyi dinliyor insanlar hem de alt yazılardan okuma yazma kabiliyetlerini, kapasitelerini arttırıyorlar. Türkiye için okuma yazma pratiği açışsından seslendirilme yapılmamasını tercih ederim ama ne yazık ki yabancı yapımların seslendirilmesi hala yapılmakta. Ben de bunları çok yaptım, kimleri konuştuğumu bile tam hatırlayamıyorum. Ama çok insan konuştum. Yerli sinemadaki seslendirmeyi belli bir zamana geldiğinde şu olay beni çok düşündürdü. Ve bu yüzden birçok meslektaşımla gizli gizli aramız açıldı. Bir oyuncu eğer kendi sesiyle yoksa o tam bir oyuncu olamaz demiştim. Galiba bazı arkadaşların canını sıktı bu sözüm. Birçok insan benimle bu sözden dolayı selamı sabahı kesmişti. Ama sonra bu lafın arkasında durarak ben artık yapmayacağım bu işi dedim ve yapmamaya başladım. Çok özel durumlarda bazı ricaları karşıladım. Son zamanlarda birkaç yerli filmin ana karakterlerini seslendirdim. Ama doğrusunu söylemek gerekirse bunu gönülden yapmadım, yapamadım. Bu lafımın arkasında durmak için.

Şimdi sevinerek görüyorum ki artık herkes kendini konuşmaya cüret ediyor, en önemlisi gayret sarf ediyor ve bunu da artık cidden başarıyor. Benim de iddiam oydu, nereden çıktı bu illaki güzel sesli olmak? Güzel sesli olmak diye bir şey yoktur. Güzel oyun vardır, güzel değerlendirme vardır, güzel aktarma vardır. Oyununun getirdiği, rolünün getirdiği hançereni kullanmak diye bir şey vardır. Bunları kullandığın zaman oyuncu olursun.

Ben bir Türkçe işçisiyim. Sesim güzel olduğu için değil, o işi iyi yaptığım için kabil olduğu kadar iyi yaptığımı sanıyorum. Şu aşamada hayatımı devam ettirmek için reklam seslendirmeleri olarak sürdürüyorum ama en önemlisi ve en zevk aldığım şeylerden bir tanesi belki de başlıcası belgesel seslendirmek. Ağırlıklı olarak o işi yapıyorum. O işi yapmaktan da seslendirme babında haz duyuyorum. Seslendirme konu olursa tercihim bu oluyor. Öteki türlü başka bir arkadaşın oyununu seslendirmek zaten tam manasıyla mümkün değil. Ne kadar bu işin ustası olursanız olun aslında katkı yaptığınız şey pek katkı olmuyor, durumu idare etmek oluyor.

Yakup Sancı: Tiyatroda doğaçlama çok oluyor. İzleyici metni tam olarak bilmediği için de bu usta oyunculukla kapatılıyor. Oyuncu sahnede laflarını unuttuğunda doğaçlama yerine izleyiciye "pardon lafımı unuttum baştan almak istiyorum" diyemez mi? Böyle bir uygulama oldu mu?

Cüneyt Türel: Onlar çok zevkli anlar fakat aynı zamanda da sıkıntılı ve müthiş enerji tüketen şeyler aslında. Bizi erken ihtiyarlatan şeyler de denilebilir. Sinemada bunlar fazla olmaz, sinemada her şey organizedir, kötüyse bir daha çekilir. Ama tiyatroda öyle değil tabii. Tiyatro tekrarı olmayan bir şey… İzleyiciye kusura bakmayın ben yanlış oynadım ben şunu şunu düzeltiyim diyemezsiniz. Bu keşke yapılsa diye zaman zaman da düşünürüm. Keşke bu yapılabilse… O zaman seyirciye müthiş bir eğitim olacağı inancındayım ayrıca. Çünkü ben bunu aya irini de bir konserde gördüm. Hem de koca Yahudi Menuhin’in konserinde. Kendisi Bach’ın bir konçertosunu çalıyordu ve yanlış çaldı. Durdu seyirciden özür diledi, tekrar baştan aldı. Bu konserde olabiliyorsa tiyatroda niye olmasın? Orada o izleyiciler arasında acaba kaç kişi onun yanlış nota vurduğunu biliyordu? İdare edemez miydi koca Menuhin tabi ki idare edebilirdi. Kimsenin de ruhu duymazdı. Anca 3-5 kişi aa üstad burada çuvallıyor diye düşünebilirdi belki ama o buna da izin vermedi. Bu kendi öz saygısı çünkü… Ona bağlı olarak döndü "özür dilerim, yanlış başladım" dedi tekrar baştan aldı ve doğru çaldı.

Keşke böyle bir şey olsa, bu bir eğitim olabilir... Gerçi bunu türük olarak oyun yazarları bazen kullanır ve hoş durur ayrıca. Ama bu tabii organize olarak gider. Ama Spontane kendiliğinden oluvermiş bir takım hatalarda acaba… Bu da düşünülebilecek bir şey. "özür dilerim yanlış bir replik verdim. Bu sahneyi bir daha alabilir miyiz? Kusura bakmayın" diye seyirciye dönüp bir açıklama yapsa bence çok hoş olur. Üsteli bu bir örnek olur, bir eğitim olur.

Yakup Sancı: Uluslararası çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

Cüneyt Türel: Bir çok uluslararası isim sahibi insanla çalıştım. Hem tiyatro da hem de sinemada isim yapmış insanlardı bunlar. İlki ki bana en iyi oyuncu ödülünü kazandıran "Tartufe" rolünü oynadığımda sahneye koyan yönetmen Jan Luis Marten Barbaz diye bir Fransız’dı. Onunla daha önce bir "Victor Hugo 1793" adlı bir oyunda da birlikte çalışmıştık. Fransa’nın önde gelen yönetmenlerinden biriydi. O zamanlar genel sanat yönetmenimiz olan Sayın Gencay Gürün’ün davetiyle Türkiye ye gelmişti. Yine aynı genel sanat yönetmeninin davetiyle Türkiye ye gelen iki tane çok önemli Rus yönetmenle birlikte çalıştım. Bir tanesi Alexander Kalyagin diğeri Oleg Yefremov’du. Alexander Kalyagin ve Oleg Yefremov sadece Rusya’nın değil dünyanın tanıdığı çok önemli iki oyuncu ve yönetmendi. Oleg Yefremov aynı zamanda ‘’o zamanlar Sovyetler Birliğiydi’’ Sovyetler Birliğinin tiyatrolar birliği başkanıydı. Biraz mizahi mi? Yoksa sahiden ciddi mi olduğunu hala şimdi düşündüğümde karar veremediğim bir teklifle karşılaştım onun tarafından. Eğer Rusçayı yeterince öğrenebilecek olursam Moscova’da bana hamlet oynatmayı düşündüğünü bile söylemişti. Keşke olabilseydi.

Yine önemli uluslar arası çalışmalarımdan bir tanesi de Robert Wilson’la yaptığımız "Rumi" çalışmasıydı. Orada bir İranlı aktör Anwar’la Türkçesi aslında Enver olması lazım. Anwar Bey’le ben Türkçe, o Farsça Mevlana metinlerini okuduğumuz "Rumi" adlı oyunla dünyanın önemli sahne tasarımcılarından aynı zamanda önemli yönetmenlerinden Robert Wilson’la çalıştık. Atina da, Varşova da, Ravenna da, birlikte olduk, oradaki festivallere katıldık. O oyunu ne yazık ki Türkiye ye getiremedik.

Son olarak da İsrailli ünlü yönetmen Amos Gitai ile "Karanlığın çocuklarıyla aydınlığın çocuklarının savaşı" adlı bir proje de bu günlerde Fransa da "Geinsbourg" filminde başrol oynayan Eric Benaumo’yla  ve aynı zamanda  destansı Jean Mourou’yla birlikte Fransa’nın ünlü kentinin festivalinde Avinyon da başladığımız çalışma, İstanbul Rumeli hisarında ki temsillerle son buldu. Bunlar da benim uluslar arası platformda çok değerli bulduğum insanla yaptığım çalışmalar oldu.

Yakup Sancı: Çok önemli ödüller aldınız. Bize ödüllerinizden bahseder misiniz?

Cüneyt Türel: Pek çok oyunda toplu başarı ödülleri dışında ki çoğu Avni Dilligil ödülleridir. İki kez Avni Dilligil ödülü, bir kez Ulvi Uraz en iyi yönetmen ödülü, bir kez de Afife Jale en iyi oyuncu ödülü aldım.  Bunların sayısı toplamda belki 10 belki daha fazladır. Değişik yıllarda alınmış ödüller bunlar.

Yakup Sancı: Sinemamızda Altın koza, Altın Portakal ve İstanbul Film Festivali gibi festivaller düzenleniyor. Bu festivallere davet edilen kişiler de genelde aynı kişiler. Büyük bir özveriyle yıllardır sinemaya hizmet etmiş emekçiler nedense bu festivallere davet edilmiyor. Nedense bir onur ödülü verilmiyor?

Cüneyt Türel: Ödüller her zaman polemik konusudur. Her zaman bunların tartışmaları yapılır. Gerekli midir? Değil midir? Meselesine gelince bence gereklidir ama işaret etiğiniz nokta çok önemli. Gerçekten emek ödülleri denilen kısmın çok titizlikle ve layıkıyla bu işe emek vermiş insanlara cömertlikle verilmesi gerekir. Bir şey daha, teşvik edici olmak durumundadır bu ödüller. Yoksa bozacının şıracıya ödül vermesi şeklinde olmamalıdır. Ben böyle düşünüyorum ama ‘’yarışmalar, ödüller gerekli midir?’’ Derseniz galiba gerekli… Çünkü teşvik edici bir yanı var. Onurlandırıcı yanı var. Herkesin böyle bir onurlandırılmaya ihtiyacı olmayabilir ama teşvik edici olması açısından, dikkat çekmesi açısından, bu işe emek vermiş insanların göz önüne çıkması açısından bir yararı olduğu da bir gerçek. Festivallere davet edilen kişilerin sahiden emekçi kanadının eksik olduğu konusunda bende sizinle aynı şekilde düşünüyorum ve bu da benim biraz yüreğimi burkuyor doğrusu.

Yakup Sancı: Onur ödülünün maddi olarak pek bir değer taşıdığını sanmıyorum ama manevi olarak paha biçilmez olsa gerek.

Cüneyt Türel: Elbette en azından söyle bir arkasına baktığı zaman "Benim de yaptığım işlerin kadri kıymeti bilinmiş" duygusu herhalde hoş bir şey olsa gerek. Ama işin maddi tarafına gelince maddi anlamda da ödülün bir değerinin olmasında fayda var. Çünkü konuşmamızın başında da işaret ettiğim gibi özellikle sinemada büyük bir finans sorunu var. Hiç değilse o ödüllerin o filmi yapan insanlara yeni filmlerine başlamak için bir ön finans katkısı vermesi çok özlenir, istenir bence. Oradan alınacak o sınırlı da olsa maddi katkı bir şeyin ilk hareketini başlatmak için de yarar sağlayabilir. Böyle düşünülüyor olmalı ki son zamanlarda sinema festivalleri sinemayı maddi anlamda da ödüllendirmeye başladı. Doğru olan da bence bu...

Yakup Sancı: Yeşilçam sineması ve günümüz sineması ile ilgili neler söylemek istersiniz?

Cüneyt Türel: Türk sinemasının 1990’lı yıllara kadar naif bir tarafı vardı. Bazen çocuksu gibi gelir birçok senaryo. Memduh Ün, Atıf Yılmaz, Süreyya Duru, Halit Refiği, Ö. Lütfü Akad, Osman F. Seden, Metin Erksan gibi bütün bu usta yönetmenlerin filmleri… Susuz yaz ilk uluslar arası başarıyı kazanmış Metin Erksan filmi… Yılanların öcü daha pek çok önemli filmler aslında Türk halkının naif ve çocuksu yanını çok iyi kapmışlardı. Gerçi bu konuda senaryolar da senaristlerin yaklaşımı da o naifiteyi, o içtenliği, aynı zamanda çocuksuluğu Türk halkının saflığına hizmet eden, onların o saflığıyla asla dalga geçmeden, asla belli bir dozu, belli bir değeri göz ardı etmeden saflık, sadakat, yardım severlik, iyilik severlik, adalet duygusunu geliştirme gibi kavramları o kadar inceden inceye işlemiştir ki… Belki de çeşitli eğitim kurumlarımızın başaramadığı pek çok şeyi aslında Türk sineması başarmıştır. Türk sineması öyle yaygın bir platform oluşturmuştu ki bu coğrafya da o içtenliği, o tadı bugün artık bulmakta zorluk çekiyorum.

Eski filmleri şu ya da bu biçimde seyrettiğim zaman vay canına biz hangi cenneti kaybetmişiz? Ya da unutmuşuz diye adeta üzülüyorum. Ertem Eğilmez’in aile filmlerini düşünüyorum da evet belki çocuksu, belki şablon gibi görünüyor ama onların içindeki o sıcaklığı, o tatlılığı bugün gerçekleştirmeye kalkışsan başarılı olabileceklerini sanmıyorum insanların. O çünkü o dönemin tadıydı, o dönemin filmleriydi. Tabi ki taş yerinde ağırdır, o zamanlar öyle bir şeyler yapılıyordu ama bir karakteri hiçbir zaman unutmamak lazım. Karakter derken bir dramatik karakterden söz etmiyorum. Film karakterini unutmamak lazım... Türk sineması, Türk seyircisine bir yaşama keyfi, tadı vermenin dışında bir de yaşama biçimi öğütlüyordu. O öğütlenen şey bütün naiftesiyle, bütün içtenliği ve saflığıyla adaletti, sadakatti, dayanışmaydı, sevgiydi ve yardımlaşma üzerine kuruluydu. Bu özellikler bilmiyorum tekrar yakalana bilir mi? Beklide o altın bir dönemdi soldu gitti.

Şimdi genel manada entelektüel sinema yapmaya çalışıyoruz. Belki de onun zamanı geldi. O sözünü ettiğim samimi ve içten naif diye adlandırdığım sinema biraz kırsal toplumun sinemasıydı. Bugün ağırlıklı olarak kent toplumu haline dönüştük. Ama bence hala içimizde, genlerimizde, geleneklerimizde hala o kırsallığı taşıyoruz biz. O kırsallığın tadını ve naiftesini, o içtenliğini belki de kaybettiğimiz için bugün sinema ne entelektüel sinema olabildi ne naif sinema olabildi. Beklide Türk toplumundan kopuk olmasının ki ben öyle olduğunu sanıyorum nedenlerinin altında da bu yatıyor.

Biz o sinemanın yani az önce övgüyle sözünü ettiğim sinemanın damarını kaybettik. Şimdi kentli sinema yapmaya çalışıyoruz ama pek beceremiyoruz gibi geliyor bana. Daha önce söylediklerimle çelişmiyorum umarım, yolunu daha bulamamış ucuz komediye, absürditeye kaymış bir komedi anlayışı yaratmaya çalışıyoruz. Seyircinin ilgisine bakacak olursanız gelişmiş gibi görünüyor ama… Örneğin o bağlamda bana göre en başarılı örnek vizontele. Ama diğerler stendap komedyenlerinin abukluklara gülünen taraflarının ekrana aktarılması gibi geliyor. kentli sinemayı yapamıyoruz yahut çok iyisini yapamıyoruz daha. Çünkü batı bunların çok iyisini yaptı. Şimdi batının yaptıklarıyla bizim yaptıklarımızı karşılaştırırsak biraz nal topluyor oluruz. Bu noktada epey gerideyiz. O zamanlar biz sahici bir şey yaptık az önce sözünü ettiğim yönetmenler ve senaristlerin aracılığıyla biz çok iyi filmler yaptık aşlında. Bence biz o damarı kaybetmekle sinemamızın deyim uygun düşerse karanlık bir döneminden yeni bir ufka geçemedik.

O Yeşilçam karardı, kararmasının başka nedenleri vardı tabi özellikle seks furyası belli bir zamandan sonra halkın o yoğun ilgisini istismarına yönelik filmlerle, aslında Yeşilçam da son dönemde kendi kendini karartmış oldu. Tabi buna televizyonun etkisi, çarpık kentleşmenin etkisi vs. vs. Yeşilçam sinemasına döndüğümüz zaman karşımıza çıkan naifiteyi, saflığı, içtenliği ve diğer özellikleri nedeniyle seyrettiğim pek çok filmi yeniden özlemle seyrediyorum.

Yakup Sancı: Türk sinema tarihinin en iyi filmleri dediğimiz zaman karşımıza Yılmaz Güney filmleri çıkıyor. 40 yıl önce çekilmiş filmleri aşamayan bir sinemaya gelişti demek ne kadar doğru bilemiyorum. Güney sineması ile ilgili neler söylemek istersiniz?

Cüneyt Türel: Bir şeyi unutmamak lazım, Yılmaz Güney aslında iyi bir proje adamıydı. Bence yaptığı en iyi filmlerden bir tanesi "umut"tu… Sürü ve yol gibi filmlerin hikayesinin sahibiydi ve de tabi projesinin sahibiydi. Ama bu filmleri gerçekleştiren yönetmenlerden biri Zeki Ökten bir diğeri de Şerif Gören. Bunlara da aslında bugünün son ustaları demek daha doğru olur. Zeki Ökten hayatta değil, Şerif Gören de artık sinema yapamıyor yahut yapmıyor. Demek istediğim Yılmaz Güney de Fransa da çektiği son filmi "Duvar"la çok başarılı olamadı. Çünkü yurdundan uzaktı o ayrı bir mesele. Bu coğrafyada bu yurdun içinde olup da bir şeye bakabilmeyi beceren önemli insanlardan biriydi Yılmaz Güney.

Yakup Sancı: Yılmaz Güney’e sormuşlar. Denize nasıl bakarsınız? Diye Yılmaz Güney de "böyle baktığım gibi bakarım" demiş. Biz eğer Yılmaz Güney’in baktığı gibi bakarsak onun yaptığı filmleri aşamayacağımız gibi, o filmleri de yapamayacağız. Galiba biraz başımızı eğip bu açıdan nasıl görünüyor? Şu açıdan nasıl görünüyor? Diye bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor sanırım.

Cüneyt Türel: Belki de tarif ettiği şekilde baktığı için. O cevabı ben sahici ve naif bir cevap olarak algılıyorum, öyle adlandırıyorum. Denize nasıl bakarsın?- böyle baktığım gibi bakarım- diyebiliyorsa Yılmaz, topluma da öyle bakabiliyorsa… Çok övdükleri "Arkadaş" filmi geçenlerde bir vesileyle bir daha seyrettim. Bana artık şablon gibi geliyor. Ama "Umut" öyle değil. Umut’u ben ne zaman seyretsem doğru bakışın o olduğunu görüyorum. Arkadaş filmi bir özentiydi, ama umut sahiciydi. Az önce sözünü ettiğim Yeşilçam oydu. Sürü ve yol için başka bir şey söylenebilir belki, o da umut tarzı bir bakışın uzantısıydı aslında. Ama kentli filmlerine gelince Yılmaz bile bu konuda çok başarılı olamadı. Bazı ganster vari filmler çekti ama onlar kentli filmler değildi. Daha çok lümpenliğin ağır bastığı filmlerdi onlar. Onlar Yılmaz’ın sahici bakışı değildi belki. Belki onun başka bir yanının bakışıydı ama asıl biz Yılmaz Güney’i andığımız zaman hakikaten umut’tan başlıyoruz. Sürü ve Yol'la devam ediyoruz. Arkadaş filmini olsa da olur, olmasa da olur katagorisine koyuyorum açıkçası. Ama bunlar bir eleştirmen bakışı olamaz, ben çünkü bir eleştirmen değilim. İzlenimlerimi ve bu konudaki naif naçizane düşüncelerimi ifade ediyorum.

Benim asıl vurgulamak istediğim şey Yeşilçam’ın o sahici saf yanını kaybettik. Belki dönem gereği, o iş bitmişti. Ama keşke bitmeseydi diye zaman zaman düşünüyorum. Acaba oradan, o noktadan başka bir yere yumuşak bir geçişle geçebilir miydik? Biz birden bire o defteri bütünüyle kapattık ve bambaşka bir defter açmaya çalıştık. Açılan o yeni defter bakalım bize ileride ne gösterecek?

Yakup Sancı: Şimdi neler yapıyorsunuz. Bize çalışmalarınızdan söz eder misiniz?

Cüneyt Türel: Kadir Has Üniversitesi’nin drama bölümünde hocalık yapıyorum. Sahne dersi, oyunculuk dersi veriyorum. Aslında ben konservatuarlı değilim az önce de anlattığım gibi uzun süren bir amatörlüğüm var ama amatörlüğüm benim için bir konservatuar eğitiminden biraz daha hatta birkaç kat daha verimli olmuştur bana göre… 6 sene İstanbul Üniversitesi’nde,2 sene Maltepe Üniversitesi’nde, Son 2 sene de Kadir Has Üniversitesi’nde olmak üzere 10 senedir hocalık yapıyorum.

Genel olarak tiyatro ekollerinin içinde yer alan ana hatlarıyla oyunculuk tarzlarına değinirken aslında oyunculuğun künhüne yani esasına dayalı olana gitmeye çalışıyorum. Metinler, ekoller, derin kazmış yazarlar, o yazarların tiyatro anlayışları, oyunculuk anlayışları dışında tabii örgencilere sahici olmayı öğretiyorum. Sahici olmayı öğretmeye çalışıyorum. Asıl yaratıcılığın kendilerinin içinden çıkacak bir şey olduğu, kendi içlerinde var ise o cevheri nasıl işleyeceklerini öğretmeye çalışıyorum. Bunun da çeşitli yöntemleri, çeşitli teknikleri var. Bunlar çok uzun konular. Amacım kendileri, sahici kendileri olmalarını sağlamaya çalışmak. Elbette taklit bir şey öğrenmek için bir yöntemdir, bir yoldur. Ama taklit de kalmamaları gerektiğini, kimseyi taklit etmemeleri gerektiğini, en sonunda kendileri olmak zorunda olduklarını, olmadıkları takdir de sıradanlaşacaklarını, sıradanlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklarını öğretiyorum. Öğretmeye çalışıyorum.

Yakup Sancı: Bizimle birkaç anı paylaşır mısınız?

Cüneyt Türel: Profesyonel anlamada sanatın içinde 48 yıl oldu. Bunun öncesi de amatörlüktür. Bu zaman içinde unutamadığım o kadar çok anı vardır ki. Turan Oflazoğlu’nun Deli İbrahim oyununu oynuyoruz, bu oyun iki perdelik bir oyundu. Birinci bölümün sonunda Deli İbrahim’in çok önemli, çok tumturaklı tiradı vardı. Oflazoğlu Nazım’a yakın duran bir yazardır. O sırada Oflazoğlu oyunu seyrediyormuş, daha sonra kendisi bana aktarıyor. Tiyatroda bazı zamanlar vardır bir şey sizi dağıtır ya kulisten olmadık bir ses duyarsınız dikkatiniz dağılır, ya sahnede bir terslik olmuştur onun giderilmesi için bir önlem düşünürken bu arada rolünüzü oynarsınız. Öyle bir şey olmuş olmalı benim perde sonu metni benim kafamdan çıktı ama sıra da bana geldi. O sırada Turan bunu fark etmiş, bir aksiliğin olduğunu ve çokta zor bir metindi ben ne yapmışsam yapmışım ama söylenmesi gereken şeyleri de söylemem lazım aksi takdirde perde kapanmayacak öyle bir durum. Bu metni öyle bir şekilde söylemiş olmalıyım ki Turan da oturduğu yerden kalmış koltukların kolçaklarına tutunmuş ‘’eyvah bu bunu söyleyemeyecek’’ derken ben öyle bir biçimde söylemişim ki Turanın yazdığı tarzın oldukça dışında. Turan şu lafı etmiş. "Vay canına be, kafiyesini bile uydurdu."

İstanbul Üniversitesinin Kadıköy deki konservatuar binasında ders veriyordum. Ders de başım çok ağrımaya başladı. 10 dakika ara verildiğinde karşımızda bir eczane vardı oraya bir ağrı kesici almaya gittim. Sert bir ağrı kesici almak bir an önce başımın ağrısını dindirmek istiyorum. Yoksa derse devam edemeyeceğim. Fakat eczane biraz kalabalık benim de vaktim çok az, üstelik başım çok ağrıyor. Müşteri eczacı ile aldığı ilacın niteliğini konuşuyorlar. Ben araya girdim ya lütfen bana sert bir ağrı kesici verebilir misiniz? Sırada bekleyen insanlara da kusura bakmayın dedim. Eczacı şöyle bir baktı sonra "size şunu vereyim" dedi. Ne olursa olsun fark etmez, çok acelem var lütfen dedim. ilacı aldım eczaneden çıkarken müşterilerden birisi "şuna bak kendisini Cüneyt Türel sanıyor" dedi.

Erol Keskin'le oynadığımız bir oyunda Erol oyuna sokması gereken aksesuarı bulamadı. Bir yerde kayboldu yahut bulamıyor sahneye girmiyor iki kişilik bir oyun ikimizde karşılıklı kulisten bakıyoruz bir birimize sıramız geldi söylenecek laf bitti. Artık gireceksen gir dedim. Erol karşıdan bana… "giremem, bulamadım onu" diye bağırıyor.

Yakup Sancı: Gecmisten gelecege uzanan köprüde bulustuklarimizla söylesilerimize devam ediyor, anlatilanlar isiginda sinemamizin sorunlarina cözümler ariyoruz.


Değerli hocamız Cüneyt Türel’e Teşekkürler.

Kaynak
Yakup Sancı
 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)