Üye değil misiniz?
Aktivasyonunuzu tamamlamadınız!
Zaten bir hesabınız var mı?
Yakup Sancı: Melih Gülgen 1946 yılında İstanbulda doğdu. Rami de ilkokul ve ortaokulu okudu. Atatürk erkek lisesini bitirdi. Sinemaya aşık, sinema düşkünü biri değildi. "İlle de sinemacı olacağım" diye bir ideali de yoktu. Ama bir iş yapması gerekiyordu. Bir film setinde set işçisi olarak ilk setle tanıştı.
Melih Gülgen: Birkaç film setinde, set işçisi olarak ve aynı zamanda Prodüksiyon asistanlığı yaparak çalıştım. Bu çalışmalar esnasında rejisör yardımcıları bana klaketi vererek, sahne ve plan numaralarını yazdırıyorlardı. Arada bir sufle de veriyordum. Böylece rejisör asistanlığına yumuşak bir geçiş yaptım. Bu branş bana çok uygun gelmişti ve bu konuyla ilgili bilgimi zenginleştirmeye başladım. Zaten çok kitap okuyordum. Bu işle ilgili ne kadar kitap varsa alıp okudum. Sırasıyla Halit Refiğ, Tunç Başaran, Natuk Baytan, Yılmaz Atadeniz, Zeki Ökten, Yücel Uçanoğlu gibi yönetmenlere asistanlık yaptım, bir çok senaryo yazdım.
Yakup Sancı: İlk yönetmenlik deneyiminiz nasıl oldu?
Melih Gülgen: İlk yönetmenlik deneyimim hiç aklımda olmadığı bir zamanda gerçekleşti. Askerden yeni dönmüştüm, Yücel Uçanoğluna asistanlık yapıyordum. Yeni bir filme başlayacaktık. Feridun Kete (aynı zamanda kameraman) ve ortağı Yücel Uçanoğluyla birlikte sabah erkenden toplanıp işe çıkacaktık. Ekip hazırdı, Feridun Bey ve Yücel Bey yoktu. Bir müddet bekledik Feridun Bey geldi, ama rejisör yoktu. Feridun Bey asistanı olan Erhan Canan ile beni kenara çekti "Bizim Yücel Bey ile ortaklığımız dün gece bitti." Bana, "filmi sen çekiyorsun" dedi. Asistanı Erhan'a da "kameraman sensin. Hadi siz işe çıkın ben sonra gelirim" diyerek bizi gönderdi. Biz de o güne kadar ne öğrendiysek becerebildiğimiz kadarıyla filmi çektik. Film çıktı, sinemalarda oynadı. Ama bir problem vardı! Film iş yapmıyordu. Ben, film İstanbulda nerede oynuyorsa oraya gidiyordum. Hatamı aradığım için gidiyordum. Mutlaka benim bir hatam vardı, ama neydi bilmiyordum? Sonunda buldum. Benim montaj bilgim çok zayıftı. Film çok ağır ve yavaş olmuştu, bu şartlarda rejisörlük yapmam zordu. Hemen Yılmaz Atadenize koştum, daha önce Yılmaz Güneyin oynadığı "Çirkin Kral" filminde ona asistanlık yapmıştım. Tekrar çalışmak istediğimi ve bana montajı iyice öğretmesini istediğimi söyledim. Kabul etti. Çalıştığımız filmlerin montajını bana bırakıyor, sonra gelip hatalarımı düzeltiyor, tashihleri yapıyordu. Bana çok iyi bir şekilde montajı öğretti. Siyah beyaz döneminde senede 12-13 film, renkli dönemde 4-6 arası film çekiyordum. 1970 yılında kendi şirketimi kurdum. Gülgen Film o zamandan beri hem kendi firmama, hem de başka firmalara film çektim. Aşağı yukarı 150 film çektim.
Yakup Sancı: Melih Gülgenin en iyi filmleri hangileridir. Hangi filmlerinizi sevdiniz?
Melih Gülgen: Benim iki tane çocuğum var onlar bana derler ki... "Filmlerin senin çocuğun". Gerçekten de öyle, filmler benim çocuğum. Sanat öyle bir şey ki doyumsuz, doymuyorsunuz. Ne kadar güzel iş yaparsanız da "en iyisi bu" diyemiyorsunuz. Benim sinemamda (a) sınıfı filmim çok. Hem kaliteli hem de iş yapan filmler Tatar Ramazan, Tatar Ramazan Sürgünde, Cemil dönüyor, Adalet, Babanın Oğlu, Kimlik, İnsanları Seveceksin, Nükhet Duruya çektiğim aynı zamanda onun ilk ve tek sinema filmi olan Düşkünüm sana, Bedel, Kurban, İmparator, Doruk, Belalılar, Akrep Yuvası, Yaktı Beni, Ah Bir Çocuk Olsaydım. Bunlar iyi filmlerdir. Bir de enteresandır, benim özel, benim ismime giden bir seyircim vardır. Nasıl oldu bende bilmiyorum. Türkiyeyi bizden önceki sinemacı nesil sinema başladığı zaman bölge bölge ayırmışlar. İzmire Ege Bölgesi, Adana, Mersin ve Güneydoğuya Adana bölgesi, Karadeniz kıyısı, Karadeniz bölgesi, Ankara ve civarı Ankara bölgesi, İstanbul da Marmara bölgesiydi. İzmir de bir işletmeci vardı. Filmler İstanbulda yapılır bu işletmecilere verilir, onlar da sinemacılara verirdi. Oradan da biz rapor alırdık. Film iş yaptı mı? Yapmadı mı? Seyircinin tepkisi nasıl iyi mi, kötü mü? Seyirciyle böyle haşir neşirdik. Şimdi tabi bu yapılamıyor. Sinemaya gider seyircinin arasında filmi izlerdik. Yanımızda, arkamızda, önümüzde oturan seyirci film hakkında ne düşünüyor? Nasıl bir tepki veriyor? Diye gözlemlerdik. Yanlış bir şey yapmışsak "bir daha bu hatayı yapmayalım" diye kendimize dersler çıkartırdık.
Bu işletmecinin bürosunun duvarlarında benim filmlerimin afişinden başka bir filmin afişi yoktu. Türkiye de yapılan pek çok filmi satın alıp sinemalara dağıtan bir işletmenin elinden yüzlerce film gelip geçiyordu, ama sadece benim filmlerimin afişi vardı duvarlarında. Işletmeci bana "Oğlum senin filmlerinden leblebi gibi para kazanıyorum" derdi. Başka bir arkadaş 3 tane sinema salonu açmış "Abi salonun biri senin, bu sinemayı senin filmlerden kazandım" derdi. Ben de şaşırıyordum. Özel müşterilerim var. Güneydoğu da film çekmeye gitmezler, korkarlardı. Ben rahatlıkla gider filmimi çekerdim. Şimdi Diyarbakır da bir film çekmeye gitsem hemen etrafıma toplanırlar "Hoş geldin, bir isteğin var mı?" derler. Ne istesem yerine gelir, beni severler.
Yakup Sancı: Sinemamız Melodram, duygusal, tarihi, avantür, müzikal gibi çeşitli furyalar yaşadı. 1970li yılların ortalarında da avantür seks furyasıyla tanıştı. Seks furyasından sonra da gözle görülür bir furya olmadı. Hemen hemen her konuda farklı hikayeler çekildi. Sinemanızın yaşayacağı furya kalmadı mı?
Melih Gülgen: Yeşilçam öyle Yeşilçamdı ki çaresizlikler içinde çare yaratan bir Yeşilçamdı. Yani bizim sinemadaki bilginliğimiz çaresizlikten kaynaklanıyordu. Şimdi makineli tüfek kolay bulunuyor, kiralanıyor, ordu yardım ediyor, polis yardım ediyor. Bizde böyle bir şey yoktu. Demirciye siten tabanca yaptırmıştım, ucuna da maytap bağladım ateş ediyormuş gibi filmde kullandık, gayet de güzel oldu. Bu tip basit işlerle sinemayı geliştirmeye çalıştık. Çünkü insan çaresiz kalınca çare buluyor. Çaresiz kalmayınca bulamazsın. Yeşilçam bunların hepsini denedi. Sadece Yeşilçam değil dünyada bunları denedi. Yeşilçam farklı bir şey denemedi. Amerika da, İtalya da denedi. Örneğin İtalya da Bizde insanları seveceksin adlı bir dram avantür film çektim. O dönem orada seks furyası vardı. Filmin afişine Kriminal Porno diye yazdılar. Yani Yeşilçam herkesin yaptığı şeyi yaptı. Seks avantür filmler yapılırken de birileri geldi aralara porno sahnesi montajı yaptı, parçalar koydu. Ama bir gün Ferdi Tayfur çıktı bu furyayı değiştirdi. Şarkılı filmler başladı.
Yakup Sancı: Genelde sosyal ve toplumsal konular ağırlıklı filmler çektiniz 70li yılların ortasında sizin de birkaç tane erotik film çalışmanız oldu. Bu filmleri çekme nedeniniz neydi?
Melih Gülgen: Bu filmleri çekme nedenimi ve hikayesini anlatıyım. Ben Mine Mutlu ile 2 tane film çektim. Onları da şu nedenle çektim; 1975 de Cüneyt Arkın Türkiye de stardı, biz de her sene onunla 2-3 film yapıyorduk. Bizim ofisin arka tarafında Adana Bölgesini işleten bir firma vardı, bizden Adana Bölgesinin filmlerini satın alırlardı. Biz de anlaşmamıza göre filmleri çekerdik. Filmin afişi, kopyası çıktıktan sonra teslim ederdik. Filmin afişi geliyor matbaadan gönderiyorum onlara onlarda bir yerlere asıyorlar, bende daha sonra tekrar gidiyorum afişleri nereye astılar diye bakıyorum. Orada başka firmalarında afişleri vardı. Benimkileri nereye astılar? Bende hırs var, afişim iyi yerde olacak.
Yine Cüneyt Arkınlı bir film çektik gönderdik. 15 dakika sonra gittim afişi asmamışlar, afişi niye asmadınız? Dedim. Dediler ki... "Biz şimdi o filmi saklıyoruz. Şimdi erotik filmler iş yapıyor, senin afişi daha sonra asacağız." O zaman bende yapıyım o filmlerden dedim. Bunların hangisi iyi iş yapıyor diye sordum. "Mine Mutlu filmleri iş yapıyor" dediler. Ben Mine Mutluyu hiç tanımam, bilmem. Bir asistanım ve arkadaşım vardı Muzaffer Hiçdurmaz, Muzaffer ne yapacağız? Dedim. "Bu kadını çağıralım, onun işine Ertem Eğilmez bakıyor, Ertem abiden bir randevu alıyım" dedi. Ben de o aralar "Delicesine" diye bir Amerikan romanı okuyordum. Tam da bu kadına uygun Ertem Beyden randevu aldık, Gümüşsuyunda bir evi vardı oraya gittik. Muzafferle oturuyoruz o da karşımızda oturuyor, beni de çok sever. "Ne yapmak istiyorsun?" dedi. "Delicesine diye bir roman okudum, onun filmini yapacağım" dedim. Fırladı kalktı ayağa "Tamam. Verdim kadını. O konuyu İrfan film yapacaktı, İrfan çekmeden sen çek, sen çabuk çekersin. Yarın gönderiyorum" dedi. Kadın ertesi gün geldi. Konuştuk anlaştık 2 tane film çektik filmlerde iş yaptı.
Enteresan bir şey filme başlayacağınız zaman daha hazırlık aşamasındayken iş yapacağını belli ediyor. "Ben çok iş yaparım, çok para kazandırırım" diyebiliyor. Bunu hissediyorum. Pendik de bir köşkte çalışıyoruz. Bülent Oran da geldi üst katta romanda işaretlediğim sayfaları inceliyor, sahneleri yazıyor, bende köşkün alt katında filmi çekiyorum. Çekiyorum ama açıkçası işi pek ciddiye almıyordum.
Bülent Abi "Sen bu filmi ciddiye almıyorsun ama bu filmler çok para kazandıracak sen de göreceksin" dedi ve kazanacağı rakamı bile söyledi. Yok Bülent Abi yazıhanede bir film olsun, çeşit olsun dedim bende. Yazıhanenin alt katı bizim işletmemizdi. İstanbul Bölgesinin filmlerini biz dağıtıyorduk. Yazıhanenin de her sene bir film politikası var. İşte şu kadar filmimiz var, içinde de Mine Mutlu filmi olsun ki bölge işletmecileri de geldiğinde "Mine Mutlu filmi var mı?" diye sorduklarında yok demeyelim. Bizim filmler hep Cüneyt Arkın, Kadir İnanır. Yani çeşit olsun diye filmi çektim.
Çekerken sete enteresan bir kız geldi, Mine Mutlunun arkadaşıymış, beni tanıştırdı. Kızın elinde bir tane teyp vardı. Kasete bir şarkı okumuş "Bu şarkıyı TRT'den geçirmeye çalışıyorum" dedi ve bana da dinletti. Dedim ki sen bu şarkıyı bana verir misin? Bu şarkı tutar, filme bu şarkıyı koyalım. Müzikten falan anladığımdan değil, kulağıma hoş geldi sadece. Seyirciye iyi geleceğini hissettim. "Tabi" dedi kaseti verdi. Ben de filmin ismini de şarkının adı olan "Tatlı Tatlı" ismini koydum. Pazar günü film sinemalarda gösterilmeye başlandı. Film sinemalarda oynarken, kız TRT'de bu şarkıyı söyledi. Bizim film de tuttu, kızın şarkısı da tuttu, kız da tuttu ve Nil Burak oldu.
Yakup Sancı: Tatar Ramazan filminiz çok beğenildi. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Melih Gülgen: Filmleri sevmek zevke bağlı, anlayışa, görüşe bağlı. Tatar Ramazan benim için o kadar güzel bir film değil. Ama Tatar Ramazan bir romandır, kitapdır. Bu filmi senaryosuz, asistansız çektim. Seyirci tuttu ama geç tuttu. 2009 yılında Cannes'e gittim. Orada Üniversal film şirketi de vardı. Onlar akşam bir kokteyl vereceklerdi bizi de bu kokteyle çağırdılar. Amerikan firması tabii emniyet tedbirleri üst düzeyde alınmıştı. Gelecek kişilerin listesi var ellerinde, kimin geleceğini biliyorlardı. Bizden önce isimlerimiz kokteyle gitmişti. Akşam oldu biz de gittik. Giriş kapısında üst baş arama tarama yapılıyor elektronik cihazlı kapıdan girdim içeri 30-35 yaşlarında bir adam elinde bir kadeh. Adamı tanımam etmem, demek ki birisi anlattı ki adam "Tatar, Tatar" diye koşarak geldi. "Tatar" diyor Ramazanı söyleyemiyor bir türlü. Ben Ramazan mı? Dedim. "Ramazan, Ramazan" demeye başladı bu defa. Sarıldı boynuma beni öptü. Yanımdakilere döndü "Bu sizin Spielberg, Spielberg" dedi. Adam Üniversal firmasının Avrupa sorumlusuymuş. Dünyanın en iyi 10 filmi diye sitenin birinde bir anket yapılmış, Tatar Ramazan da bu 10 filmin arasına girmiş.
Yakup Sancı: O yıllarda sansürle de çok mücadele verdiniz. Senaristler yazdığı hikayeyi, yönetmenler çektiği filmleri bire bir izleyici ile buluşturamadı. Bu sıkıntıları anlatır mısınız?
Melih Gülgen: O dönemin siyasi anlayışları politik anlayışları şimdi olsa bu çekilen filmlerin hiç biri oynayamazdı. Bu arkadaşlar da bu kadar at koşturamazdı. Tatar Ramazan filmini çekmeye yıllarca cesaret edilmedi. İnce Memed harcandı gitti. Müsaade etmediler, Yunanlı çekti. Yunanlının çekeceği İnce Memed, İnce Memed olur mu? Olmadı da. Sansürler daha çok koalisyon dönemlerine rastladı. Bir parti temsilcisi var, başka parti temsilcisi var. Askeriyeden, İç İşleri Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı temsilcileri var. Kendi aralarında seyrediyorlar filmleri. "Şurası olmaz, burası olmaz" diyorlar. 1976-77 senesinde benim 3 tane Cüneyt Arkınlı filmim var. Cemil dönüyor, Baba Ocağı, ve Adalet. Kopyaları basıldı, vizyona çıkacak, reddettiler. 3 tane film, tam bir yıl uğraştım. Her pazartesi sabahı uçağa biniyor Ankara ya gidiyor her bakanlığı geziyordum. En son Bülent Ecevit Başbakandı ona çıktım. Ben iflas ediyorum 3 tane film yazık günah, her şeyi bitmiş kopyaları basılmış bana çare bulun yoksa batıyorum. Ya reddetsinler filmlerimi Danıştaya gidip hakkımı arayım; reddetmiyorlar ki Danıştaya gideyim. Ya da kabul etsinler sinemada oynayayım. Onu da kabul etmiyorlar. Hayatım durdu dedim. İç işleri Bakanı İrfan Özaydınlıya telefon açtı. "Böyle bir sorun var, bunu çözün" dedi. Ona gittim o da beni müsteşara havale etti.
Müsteşar Selami Bey beni Emniyet Genel Müdürlüğüne havale etti. O da muavine havale etti. Mustafa Yiğit diye bir Emniyet Müdürü vardı. İsmi gibi yiğitmiş. En üstten başladım alta iniyorum. Her havale edildiğim yere derdimi anlattım. Bu sefer de filmin dosyaları yok ortada. Emniyet Müdürlüğünün bir binasında bizim dosyaları buldu. Zamanla yarışıyorum akşam 17:00 de dosyaları işleme yetiştirmem gerek. Bir polis memuruna derdimi anlattım. Adam sandviç yiyor, ayran içiyor. Sallana sallana çekmece açıyor kapıyor. Zaman yok saat geldi. En sonunda başbakanın emri dedim. Benim bu dosyaları alıp götürmem lazım. Suratıma şöyle bir baktı. Çekmeceyi sertçe kapadı. "Başbakan çok biliyorsa gelsin kendi bulsun" dedi. Hayatım sönüyor 3 tane film. Bugün bir filme dayanamıyorlar. Yiğite gittim. Yiğit polise ağzına geleni saydı. "Çabuk onları alıp buraya gel" dedi. Polis dosyaları aldı getirdi. Son 5 dakika kala muameleye girdi dosyalar. Bu örneklerden biri sadece... Daha çok örneği var. Sansürün acısını çok çektim.
Yakup Sancı: Teknik, oyuncu, senaryo, yönetmen ve maddi imkanlarla sinemanızı bir bütün olarak düşünürsek sinemamızda gelişme var mı? Yoksa bir gelişme yok da teknoloji bizi aldatıyor mu?
Melih Gülgen: Kimsenin bulamadığı cevabı aslında sen soruyu sorarken cevabı da buldun. Doğru, teknoloji aldatıyor. Şimdi film falan çekilmiyor. İşin açıkçası bu Film sadece kamerayı koyup sahneyi resimlemek değil. İnsanların ruhunu perdeye aktarmaktır. Şimdi senin bana ne mana ile baktığını ben gözünden okuyorum. Bunu seyircinin de okuması lazım. Seyirciye bunu anlatabiliyor musun? İşte o zaman "film çektim" diyeceksin. Paralar harcanıyor, paralar bulunuyor, nereden buluyorlar bilmiyorum. Çok para harcanıyor. Şimdi bir de oyuncu koçu tutuyorlar. Ne demek bu? Oyuncu, yönetmen doğuştan olur. Sonradan olmaz. Oyuncuya gelecek de -sen böyle bakacaksın, şöyle oturacaksın- olmaz. İçinden gelecek. Yabancı filmleri görüyoruz, bunlar oyuncu koçu ile mi çalışıyorlar? Gidiyorlar bir okula, o okulda o işin kültürünü öğreniyorlar, ondan sonrasını kendileri tamamlıyorlar. Bu da insanın içinden gelir. Bu yönetmen için de aynı. Bana bazı Prodüktör arkadaşlar "sen doğuştan yönetmen olmuşsun" derler. Allah o yetenekleri doğarken veriyor. Sonradan olmaz o iş. Varsa vardır, yoksa yoktur. Okulda aldığın eğitim senin yolunu çizer, ondan sonrasını kişi kendisi içindekilerle tamamlar. Şimdi bakıyorum bir şeyler çekiyorlar ama ne çekiyorlar? Kabiliyetli oyuncular da var ama Geliyor çocuklar dolaşıyor gidiyorlar. Dediğiniz gibi teknoloji aldatıyor. Biraz da bol para var. Çok para ile çok teknoloji var. Kameralar değişti, kullandığımız alet edevatlar değişti çoğunlukla. Bilgisayarla bir şeyler yapıyorlar.
Yakup Sancı: Bazı filmlerde animasyon kullanılıyor, siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz?
Melih Gülgen: Bizimkiler animasyonu da o kadar üst nokta da kullanıyorlar ki seni bezdiriyor. "Lanet olsun senin filmine" diyorsun. Animasyonu girdiğin çıkmazda ufacık kullanıp çekileceksin kenara. Yani bu filmi seyreden insan onu anlamadan senin sahnen geçip gidecek. Geçen gün bana bir belgesel seyrettirdiler sıkıldım izlerken. Animasyon, animasyon ne oluyorsun kardeşim, oyuncu var elinde niye bu kadar animasyona yükleniyorsun? Bilgisayarla oyun oynuyorlar film çekmiyorlar.
Yakup Sancı: Kültür Bakanlığı, meslek birlikleri sinemaya gereken desteği gereken alakayı gösteriyor mu?
Melih Gülgen: Türkiyenin politik düzeni siyasal platformu ve bakanlık dağılımı bizim mesleğe uygun değil. Bizim mesleği idare eden kim? Kültür ve Turizm Bakanlığı. Oysa Pavyoncu, tiyatrocu, sinemacı, gazinocu, ticaret odasında hep aynı grupta, Kültür bakanı olacak kişinin de konuyu bilmesi gerekir. Sinemaya yapılan destek yeterli değil. Senaryo veriyoruz bu senaryoyu film yapacağız diyoruz. Heyet "senaryo filme çekilebilir" diyor. Bunun maliyeti 10 lira diyorsun bakanlık sana 3 lira veriyor. 3 lirayı verirken de senden teminat alıyor. Bu parayı geri ödeyemezsen teminatın yanıyor, evin barkın satılıyor. Her filme yol vermemek lazım ama, hak edecek filme de gereken destek sağlanmalı. Bakanlık desteği ile çekilen filmlere bakıyoruz hiçbir işe yaramıyor. Stüdyolarda hacizli, rehin kalmış o kadar çok film var ki şaşarsınız. Bu filmlerin sahipleri aç dolaşıyorlar. Bu filmleri yapan arkadaşlar işi bilmedikleri için, geleceği düşünemedikleri için o filmlere çok paralar borçlandılar, çok paralar harcadılar.
Yakup Sancı: Bir kaç film dışında yurtdışına film satamıyoruz. Teknik olarak mı zayıfız, yoksa biz sinema filmi çekmeyi mi bilmiyoruz?
Melih Gülgen: Bizim 70li yıllarda yaptığımız filmler Edirneden Vana kadar oynadı. Kapıkuleden dışarıya çıkamadık. Küresel ticaret yoktu. Şimdiki gibi teknolojik imkanlar yoktu. Kendimizi tanıtma, anlatma olanağımız yoktu. Bunlar olmayınca tabi dışarıya çıkamadık, burada oynadık. Konularımız da bize göre konular oldu. Bizim burada yaptığımız bir film o toplumun anlayışına, kültürüne ters geliyor.
Bizim ciddi bir problemimiz var, kimse bunun farkında değil. Sinema bir görsel sanattır. Görsel sanatın temel ögesi de resimdir. Resim kalitesi çok yüksek olması lazım... Maalesef buradan çok kaybediyoruz. Dışarıya açılabilmemiz için de resimlerimizin iyi olması lazım ama bizim stüdyolarımız dünya standartlarında değil. Eski filmleri kontrol etsinler görecekler, o filmlerin renkleri gitti. Kimisi sarı, kimisi yeşil, kimisi mavi oldu. Bunun sebebi stüdyolardır. Yemek yaparken bile bir ölçü vardır. Yağı, tuzu, biberi, içine koyacağın patatesin, etin, sütün bir ölçüsü var. Filmin negatifi de yıkanırken bunun bir ilacı var. O ilaçtan şu kadar konulacak, bu ilaçtan bu kadar konulacak. Aynı yemek yapar gibi. Bu ilaçlar tam katılmayınca da filmlerin yıkanması tam olmadı. Resim kalitesi düştü. Bu kaliteyle yurtdışına gidip de bu film iyi filmdir diyemiyorsun.
İtalya da "İnsanları Seveceksin" diye film çektim montajını orada yaptım. Negatifler de orada yıkandı. Negatifi alıp buraya gelecek diğer işlemlerini yapacağım. Stüdyonun Laboratuar müdürü filmleri vermedi. Nasıl vermezsin film benim değil mi? "Vermem" dedi. "Ben bu filmin negatifini yıkadım. İş kopyasını da pırıl pırıl bastım. Renkler mükemmel. Sen bu filmi götüreceksin orada çizecekler, çok kötü kopyalar basacaklar, benim yıkadığım bu güzellik gidecek" dedi. Dinlemedim tabi aldım getirdim filmi, adam haklı. Onların bastığı iş kopyası da var, burada basılan sinema kopyası da var. Seyret yan yana şaşırırsın.
Eski kameramanlar bizim kullandığımız kamerayı çözmüştü. Buna uygun çekiyorlardı. Ama şimdi ki elektronik kameraların dilinden doğru dürüst anlayan yok. Kameranın pek çok marifeti olabilir, ama bu aleti kullanabilecek kameraman yok. Eğitimi yok. Okullardan kameraman çıkıyor, orada ne öğretiyorlar? Okullardan çıkan kameramanlar setlerde bir şeyler öğreniyorlar. Okulda çocuklara öğretilen sistem de yanlış. O çocukları yakıyorlar. Herkes kolay mezun olunuyor diye bu bölümü, bu branşı seçiyor ama umdukları işi de kazancı da bulamıyorlar. Bu çocuklar yanıyor. 3-5 tanesi bir şeyler yapıyor diğerleri harcanıyor.
Yakup Sancı: Yeni sinema filmlerini ve yönetmenleri nasıl buluyorsunuz?
Melih Gülgen: Herkesin zevki ayrı, hiç birini de tanımıyorum. Benimle çalışanlar var ama bunlara bakıyorum şimdi bunlarda da saygı yok. Yeşilçam filmlerinin başarısında insan ilişkileri var. İnsani duygular var. Filmlerde duygu diye bir şey kalmadı, insanlar bir acayip oldu. Yeşilçam duygu sinemasıydı.
Yakup Sancı: 1990lı yıllara kadar sinema çektiniz, bir süre ara verdikten sonra dizi filmler çekmeye başladınız. Sinemayı bıraktınız mı?
Melih Gülgen: 1991 de en son Tatar Ramazanı yaptım. Bu filmden çok zarar ettim. Çünkü bu filmi oynatacak sinema bulamadım. Sinemalar oynamadı. İki sene televizyona da satamadım. Şimdi diyorlar ya "Tatar Ramazan çok güzel film." O zamanlar bu filmin güzelliğinin farkına kimse varmadı. Filmin her şeyi bitmiş, kaseti bırakıyorum televizyon kanalına seyrediyorlar sonra "oynatamayız" diyorlar. Sinemaya gidiyorum "oynatamayız" diyorlar, sinemalar hafta vermiyor. Birde Özen Film var, onun sahibi Mehmet Soyaslan, benim de yakın arkadaşım. Onun sinemalarında ilk Türk filmi oynatan da benim. Ona verdim, şu filmi bir oynatalım dedim. Bana çok çirkin bir cevap verdi. Filmi seyretmiş "Film çok güzel ama keşke Kadir hapishanenin bahçesinde eşekle bir Daha enteresan olurdu" Dedi. Ben yerin dibine girdim. Lanet olsun sinemasına dedim. Film çekmedim ondan sonra da. İşin açıkçası bu
Sinemaya küstüm. Yurtdışına gittim, oralarda kaldım yazıhaneye bile uğramadım. Çok soğudum sinemadan. Tatar Ramazan önemli bir filmdi çünkü. İlgi görmemesi beni çok soğuttu. Antalya Film Festivaline soktuk, orada da bir takım numaralar çevirdiler. Filmde bir tek Hayati Hamzaoğluna ödül verdiler. Filmin gerisini harcadılar. İyice sıtkım sıyrıldı. Yurtdışında 2-3 sene kaldıktan sonra geldim.
Kadir İnanır "Marziye" diye bir diziye başlamış 12-13 bölüm çekmişler sonra dizi durmuş. Kanal çok kötü gidiyor diye durdurmuş çekimleri. Sonra kanalın sahibi ile görüşülmüş. Kadir bir akşam beni aradı "Yarın seninle görüşelim, lütfen, parayı sorun etme" dedi. Kanal, "3 bölüm daha çekin, eğer iyi giderse devam edersiniz yoksa olmaz" demiş. Kadir, "Anlaş, diziyi sen çek" dedi. Ben de anlaştım. Senaryo geldi çektik. Dizi işi o zamanlar çok amatördü. Dizi yapanlar da bilmiyorlardı. Ben 3 bölümü iç içe çekiyordum. Filmin sahibi Osman Yağmurdereli paniğe kapıldı. "Nasıl olacak" dedi. Sen karışma ben çekerim dedim. Bir girdiğim mekana bir daha niye gireyim ki? Sana para kazandırıyorum, daha ne istiyorsun? dedim. Çekilen bölümler reyting alınca dizi devam etti. Sanırım 45 bölüm kadar çektim.
Yakup Sancı: Daha sonra çektiğiniz diziler de tuttu.
Melih Gülgen: Benim çektiğim dizilerin hepsi tuttu. Berivan, Doktorlar (TRT) Mazriye, Derman Bey ve Gurbet kadını. Berivan la da çok yoruldum, Sibel Can "ben her bölüm için üç gün gelebilirim" demiş. Yapımcı bunu bize söylemedi. Üç günde diziyi nasıl çekeceksin? Film Perşembe akşamları Kanal D de oynuyor. Sibel Can, bana pazartesi geliyor. Nasıl yetişir bu bölüm? "İşte abi sen idare et" idare edecek bir durum yok ki, üç günde ben ne çekeyim? Canımız çıktı. Çarşamba kasetleri yanıma alıp uçağa biniyor İstanbula geliyorum, sabaha kadar montaj, Sabah 7 de dublaja giriyor, miksajı, efekt, miks yapılıyor, perşembe akşamı 20:30 da kanala kaset teslim ediliyor. Stresten hastalandım, çok da yoruldum. Bir de reyting aldı mı? Almadı mı? Bu derdimiz var. Baktım olacak gibi değil kenara çekildim. Zaten film de tutmuştu.
Yakup Sancı: Gurbet kadını dizisi neden bitti?
Melih Gülgen: Gurbet kadınına da 8-10 bölüm diye başladık, 40 bölüm çektim. Daha da devam edecekti Türker Bey ile oyuncular arasında bir sorun oldu, kanal ile sorunlar oldu. O da diziye son verdi.
Yakup Sancı: Üzerinde çalıştığınız bir projeniz var mı?
Melih Gülgen: Eski sinema aşkımı kendime giydirmeye çalışıyorum. Tatar Ramazanın tekrarını çok istiyorlar onun üzerinde çalışıyorum. Sinemada oynamadığı için bu filmi yeniden sinema filmi olarak çekmek istiyorum.
Yakup Sancı: Geçmişten geleceğe uzanan köprüde buluştuklarımızla söyleşilerimiz devam ediyor, anlatılanlar ışığında sinemamızın sorunlarına çözümler arıyoruz.
Melih Gülgene Teşekkürler.