Üye değil misiniz?
Aktivasyonunuzu tamamlamadınız!
Zaten bir hesabınız var mı?
Yakup Sancı: 22 Haziran 1949 yılı'nda Adana'da doğdu. Asıl adı Veysel İnce olan Aytaç Arman, 1971 yılı'nda Ses Dergisinin açmış olduğu yarışmaya katılır. Aynı yarışmada Tarık Akan birinci olurken, Aytaç Arman'da ikinci seçilir. Sinemaya girerek sanat hayatına başlayan Arman, çeşitli sinema ve dizi filmlerde roller üstlendi. Oynadığı çoğu film, ağır tempolu ya siyasi konulu, ya da psikolojik filmlerdir. İzleyicinin hemen sevebileceği türden dram filmleri değildir. Bu, bir oyuncu için belki dezavantajdı. Aytaç Arman, usta oyunculuğuyla bu karakterlere hayat verdi. Bu anlaşılması zor gibi görülen filmlerin çoğundan ödüllerle ayrıldı...
Söyleşimizin başında sizi biraz gerilere götürmek istiyorum. Sete ilk gittiğinizde ortamın, atmosferin yabancısıydınız ve ünlü isimler vardı. Konuları kavramak, objeleri algılamak ve iletişimi kurmakta zorlandınız mı?
Aytaç Arman: Yaptığın işin bilincinde olmadığın zaman bastığın yerin farkına varamıyorsun ve hayat başından geçiyor. Ayrıntıda izler kalmıyor. Kaba çizgileriyle şan bir görüntü gözünüzün önüne geliyor. Ama yaptığınız iş'e birazcık vakıf olmak, dolaysıyla saygı duymak ve sevme noktasına yaklaşınca, artık başından geçmiyor, yaşıyorsun. O da sende iz bırakıyor, anımsıyorsun. İlkleri anımsamam mümkün değil. Tabi seyrediyordum. Şöhretleri seyrediyordum. Ben dönemin Starlarının oğullarını oynadım. Damatlarını oynadım. Fatma Girik, Ayhan Işık, Cüneyt Arkın, Yılmaz Güney, Kartal Tibet gibi isimlerin oğullarını oynadım. Tabi ilk setlerde bu şöhretleri görüyorsunuz. Görüyor ve öylece kalıyorsunuz. Ama giderek insanları her yanıyla tanıyor hatta zaaflarını da görüyorsunuz. Bir de o atmosfere alışınca, o stres gidiyor, büyülü perde birdenbire kalkıyor.
Yakup Sancı: Aytaç Arman hedeflediği yere gelebildi mi? Bir oyuncu olarak bulunduğunuz yerden mutlu musunuz?
Aytaç Arman: Yoldan geçen adamı tesadüfen sinemaya itilip, sanatçı kimliği bağışlanırsa, onun ne hedefi olur? Onun hedefi olsa olsa şöhret olmak, para kazanmaktır. Böyle bir sinema girişi olan insanın kendine hedef koyması mümkün değil. Eğer yola en başından başlayarak çıkarsanız, bir hedefiniz olur, yoksa tesadüflerle adeta bir tekme vurulup zorla sinema kapısından içeriye sokulmuş gibi bir girişi olan kişinin hedefi de olmaz. Olamazdı. Bu bir yolculuktu. Yaşamın her türü yolculuk olduğu gibi, bu da bir yolculuktu. Yaşanılabilecek en güzel yolculuk oyunculuktur, ben bu yolculuğu yaşadım. Amatörce bir sürüklenişin sonunda yaşadığım güzel bir yolculuk.
Yakup Sancı: Pek çok insan 1970'li yıllarda bir şekilde sinemanın içinde buldu kendilerini. Çok da başarılı oldular. Günümüzde ise okullu- alaylı diye bir ayrım söz konusu. Bir sanatçının eğitimli olması gerekli... Peki eğitimsiz, alaylı kişilerin sanatçı kimliği taşımasında bir sakınca var mı?
Aytaç Arman: Sanatçının eğitimli olması şart mı? Eğitimli olmasının ne zararı var? Eğitimsiz de olabilir! Olabilir, ama o günler çok gerilerde kaldı. Eğitim olanakları varsa, insanlar eğitim görsün. Kendi düşüncesini takip edebilsin. Düşüncesinin farkına varsın, düşüncesinin nasıl oluştuğunu sezebilsin. Bir sanatın içinde olup da belli bir yere kadar gelemeyen insanlar doğal olarak eğitimsizliklerinin sonucu olarak ayıklanacaklardır.
Bugün kamera arkasında, her birimde çalışan arkadaşlarımıza baktığımızda ya okullarını bitirmişler, ya eğitimlerine devam ediyorlar, ya birini bitirmiş başka bir birimi okuyor. Hem okuyor, hem de setlerde çalışıyorlar. Eskiden benim gibi köyünden gelip, üniversite hayaliyle buralarda koştururken "yakışıklı" diye dürtüklenip bir yarışmaya sokulup, sanatçı kimliği bahşedilmiş insanlar dönemi bitti. Bunu ne bir başkasına ne de kendime hakaret etmek için söylemiyorum. Ben, kendimden memnun bir adamım. Ayrıca bu kimliğimden çok hoşnutum. Benim gibi köyden gelen bir adamı, samimiyetle konuşabilen, düşüncesine hiçbir şekilde don giydirmeyip, düşündüğü gibi konuşabilen bir adam yaratmışsa bu kimlik, benim tesadüfen de olsa bir yolculuk sonucu buraya gelmiş olmam benim için önemli bir şeydir. Bundan da çok mutluyum. Kimseye hakaret etmek değil, durumu tespit ediyoruz. Mesele durumu tespit etmek İnsan malzemesi neydi? Şimdi insan malzemesi ne?
Ben istemez miydim? 40 yıl uğraşacağıma, o yıllarda yılda 250-300 film çekilirken, ben 8-10 filmde oynama şansına sahipken; eğer bu işin biraz eğitimini almış olsaydım, bu işin içinde yetişmiş, backgroundda ilişkileri olan bir çevrede biçimlenip gelmiş olsaydım, 40 yılda ulaşacağım noktaya 4 yılda ulaşmaz mıydım? Çünkü bana sunulanı anlayacaktım. Önce bu nedir? Diye bakıyorum. Onu anlayacak bir dilim olsa, onun ne olduğu belli, nasıldır diye bakacağım. Ama alt yapı olmayınca el yordamıyla önce ne olduğunu kavramaya çalışıyordum.
Seyirci yok ki salona ihtiyaç olsun
İnsan malzemesi değişti. Yeni bir yolculuk var. Çok filmler çekiliyor, insanlar bir şeyleri deniyorlar. Çok güzel filmler çekiliyor, ödüller alıyor. Denenecek, sınanacak. Yılda 300 film çekilirken, ülkenin her yeri sinema salonuyken ihtiyaç vardı, bu filmler yapılıyordu. Televizyon yoktu ve herkes sinemaya gidiyordu. O zamanlar çok film yapılıyordu salonlar da bu filmleri taşıyordu, şimdi salon yok. Seyirci yok ki salona ihtiyaç olsun. Diğer sanat alanlarını da düşünürsek koskoca bir sektör... Örneğin bir Atıf Yılmaz'ı anma günü yapılıyor, 300 kişiyi bir araya getiremiyorsunuz! Bunlar kendi sektörünün insanları olabilir, bunlar tüm sanat, kültür dünyasının aydınlanmış insanları olabilir, ama nerdeler?
Yakup Sancı: Sinema izleyicisi genelde dram filmlerini ve bu filmlerin kahramanlarını sever. Siz daha çok politik ve psikolojik filmlerde rol aldınız. Bu tür filmlerde oynamak bir oyuncu için dezavantaj mıdır?
Aytaç Arman: 1985 yılı'nda "Adı Vasfiye" çekildi. Ardından bir tane iş olsun diye çekilmiş film yok. Hepsi de festivallere katıldı, dereceler aldı. Psikolojik filmler benim oyunculuk hayatımın ikinci döneminde çekilen filmlerdi. Daha önceki filmlere baktığımızda "Mahallenin Namusu", "Garibin Hakkını" halkın hakkını koruyan halk dilinde "Delikanlı" karakterlerini oynadığım filmlerdi."Bedrana" yasalarla toplum ve gelenekler arasında sıkışıp kalan gençleri anlatır. "Kara Çarşaflı Gelin", "Güneşli Bataklık" "Fırat'ın Cinleri" bunlar oyunculuk hayatımın birinci dönem filmleriydi. İkinci dönem, aydın bunalımları, iç hesaplaşmalar, kendinden kaçan adam gibi karakterleri oynadım. Bu tür soyutlamaların olduğu filmlerin senaryolarını da filmlerin yönetmenleri yazıyordu. Yönetmen de kafasında öyle kuruyor. Senaryo yazan bir yönetmen zaten görüntüyü yazar. Senarist de seyrettiğini yazar. Ama senarist objektiften seyrederek yazmaz. Yönetmen yazıyorsa senaryoyu, objektiften seyrederek yazar. Genel olarak, plan olarak görür yazdığı senaryoyu. Eğer bu tür filmler seyirci tarafından anlaşılmıyorsa o zaman sorun senaristlerde dememiz gerekiyor. Oyuncunun pek yapabileceği bir şey yoktur. Oyuncu çıkar oyununu oynar.
Yakup Sancı: Peki bu zor anlaşılır hikayeleri oynamak bir oyuncu için dezavantaj mıdır?
Aytaç Arman: İzleyici açısından baktığımız zaman, geniş kitleler bu filmleri izlemez. Bir oyuncu için dezavantaj diyemeyiz, eğer öyle olsaydı benim yok olmam gerekirdi. Beni sade vatandaşta seviyor, niye seviyor? "Adı Vasfiye"den sonra ben seyircinin izleyip kolayca kabulleneceği, kavrayacağı bir filmde oynamadım. Daha çok aydın bunalımları, psikolojik sorunları olan karakterleri oynadım. Kolay olan hiçbir şey güzel değildir. Güzel olan her şey, bir zorun arkasında gizlidir. Soyutlamaların yapıldığı senaryolardaki karakterleri oynamak zordur. Orada zaman sıçrar, gerçekle halüsinasyon birbirine karışır. Mekan sıçrar, her şey sıçrar. Bu bir kurgudur.
Yakup Sancı: Bu tür karakterleri oynatmak için neden sizi tercih ediyorlardı?
Aytaç Arman: Niye beni tercih ediyorlar? Çünkü benden daha iyi senaryo çözümleyen bir oyuncu bence yok. Ben daha çok matematik, geometrik, metrik, ve ritmik meseleler üzerine inşa edilmiş bir yapıyım. Benim eğitimim bu. Dolaysıyla kabaca biliyoruz, senaryonun zaman meseleleri bellidir. Plan boyutunda gerçek vardır, iki planı birbirine bağladığınız zaman, gerçek zaman ortadan kalkar, gerçek mekan ortadan kalkar. Filmsel mekan ve filmsel zaman başlar. Yönetmenin amacı nedir? Nasıl bir kurguyla bunu gerçekleştirmiş? Kaba döküm yapılır. İnce, ince ayrıntılı dökümleri yapılır. O bütünü ayrı ayrı parçalar haline getirmek için 2 yılını verir yönetmen. Bir oyuncu olarak biz de iki ay çalışalım...
Bu konuda biraz deneyimli olan oyuncu daha kolay oynar. Deneyimli olmayan oyuncu da deneyim sahibi olur. Zorluk derecesi yüksek bir karakteri çözümleyip, yorumlaması gerekecektir. Deneyimsiz oyuncu yeni şeyler öğrenir. Benim bu konuda avantajım budur. Kaliteli işlerde oynaya oynaya kalitenin ne olduğunu öğrendim...
İşin kalitesi oyuncuya kalite katar
1973'de "Bedrana" filminin setine gittiğimde başka bir şey gördüm. O setin atmosferi çok farklıydı. Her şey farklıydı. İnsanlar farklıydı, insan ilişkileri farklıydı. İnsan özü herkesin meselesi haline gelmiş, öyle bakıyordu bütün ekip. Bedrana filminin setinde bu işin ne kadar ciddiye alınması gerektiğini, ne kadar önemli bir iş olduğunu, bana o setin atmosferi sezdirdi. Bu sezgilerimle oynadım. 5 yıl sonra geriye dönüp baktığımda keşke o karakteri şimdi oynasaydım dediğim bir karakterdi. O karakteri oynarken benim bedenimde insanlaşması lazım. Adı üzerinde oynuyorsunuz. Oynarken nasıl insanlaşacak? Olabildiği kadar. Ben ne kadar samimi olabilirsem, her an'a ne kadar hakimsem, o kadar samimi olabilirim. Konulara hakim olabilmek önemli. Dramaturji çalışması yapmak önemli. Benim ilk ciddiye aldığım sette, o dramaturji çalışmasını yapacak düzeyde olsam, o seti niye o kadar ciddiye alayım? Bu sıradan setlerden geldiğimiz için. O nedenle dezavantaj dediğimiz şey, seyircinin beyninde resmin yaygınlaşması açısından gösterime girdiği yıllar itibariyle bir dezavantaj olabilir. Ama sonraki yıllar o anlamını bir biçimde buluyor. Bir oyuncu iyi bir sette bulunup, o setin havasının içine çektiğinde hızla gelişir. Bu tartışmasız böyledir. İşin kalitesi oyuncuya kalite katar.
Yakup Sancı: Psikolojik karakterleri oynamak her oyuncunun oynayabileceği bir rol müdür?
Aytaç Arman: Pırıltılı oyuncular vardır, yeteneklidir. Ayrıca zekidir. Matematiği, geometrisi güçlüdür. "Sanatla matematiğin, geometriğin ne ilgisi var? Sanat sosyal birimlerden beslenir" denilir. Hayır. Sanat bizatihi sanattır. Tüm sanatlar kurgusaldır. Kurgusal dediğiniz zaman oraya zaman ve mekan girer. Mekanı, uzayı ve zamanı kurgulamaktır mesele. Resimde de böyledir, şiirde de böyledir. Kurgulanır her şey. Kurguya ihtiyaç hissedilen bir alanda geometrisi, matematiği güçlüyse ve biraz da zekiyse malzeme hazır demektir. Ne yapacağız bu bilgilerle? Senaryoyu parçalayıp, parsellere ayıracağız. Oynayacağımız o karakterin film içindeki yolculuğunun grafiğini çıkaracağız. Yönetmen hangi açıdan çekecek? Biz hangi açıdan sunacağız?
Burada bir de yönetmen faktörü var. Yönetmen ağır bir işin içine girmiştir. Senaryosunu kendi yazmadığı bu tür film çekmiş yönetmen azdır. Genellikle kendileri yazarlar. Yönetmen ne yapacağını bilmiyor mu? Oyuncuyu seçerken seçtiği o oyuncunun onu nereye götüreceğini bilmiyor mu? Biliyor. Seçtiği oyuncu ile kalıcı sonuçlara ulaşır.
Yakup Sancı: Siz pek çok yönetmenle çalıştınız. Bir oyuncuya artı bir şeyler katan set, hangi yönetmenlerimizin setleriydi?
Aytaç Arman: Ömer Kavur hep kendi dünyasını anlattı. "Gece Yolculuğu"nda Ömer Kavur'un ana karakteri Ali. Ali, hikayede bir film yönetmenidir. Bir film çekmek için senaryo yazıyor. Ömer Kavur da bir film çekmek için senaryo yazıyor, filmdeki de film çekmek için senaryo yazıyor. Proje ile ilgili hiçbir şey konuşmadık. Özetle bana şunu söyledi. "Bu karakter, sinema yapmak isteyen bir yönetmen ve kaygıları var. Hedefleri var. Sen kaygılı bir sinema oyuncususun. Kimliğinle ilgili, mesleğinle ilgili kaygıların var. Kafanda sorular var. Aynı şey. Bu sensin" dedi. Benim demiyor. "Bu sensin" diyor. O bir Ömer Kavur, ama çıkan adam Ömer Kavur değil. O "Sensin" diyor ya, "O kaygıyı taşıyan adam ben değil, sensin. Seninde böyle kaygıların var. Ben değil, buna sen can vereceksin, görüntüde sen olacaksın. Kamera sende olacak. Bu duyguları sen oynayacaksın" diyor.
Sonraki filminde Fikret Kuşkan'ı oynattı. Arkasından Mehmet Aslantuğ'u oynattı. Talat Bulut'u oynattı. Uğur Polat'ı oynattı. Bunlar ele avuca gelen oyuncular. Bunlar bir tesadüf değil. Bu arkadaşlar daha önceleri de vardı, ama o sette başka bir şey kazandılar. Peki niye aynı oyuncuyla iki üç film çekmiyordu? Son üç filminde damak tadında 6- sahne 10 sahne karakterler oynadım. Hatta birinden ödül de aldım. Bu filmlerin her birinde genç bir arkadaşı oynattı. Neden böyle yaptığı beni ilgilendirmez, ben sonuçlarına bakarım. Sonuç olarak bu arkadaşlarımız Ömer Kavur'un film setini soludular. Bu hiç göz ardı edilecek bir şey değildir.
Anadolu da Atıf Yılmaz'ın film setinde çalışırdık. Sabah sete giderdik akşam masa hazır. İçene iki kadeh rakı... Sonraki gün iki kadeh rakı devam eder, ama içip de taşıyamayana bir daha yoktur. Taşıyamıyorsan içemezsin. Bu kadar özgür bırakan bir yönetmene sen yanlış yaparsan, taşıyamadığın alkolü alırsan o da senin özgürlüğünü kısıtlama gereği duyar. Kurallar son derece açık. Bu örnek olsun diye verdiğim bir akşam yemeğinde yaşananlar. Böyle bir usta yönetmenin bir de setini düşünün. Kurallar önemlidir. Bu iş gönül işidir, duygu işidir. Kamera önü, kamera arkası her kimlik için bu böyledir. Samimiyet işi, strese hiç gelmez. Bu tür ustaların setlerinde çalışmak kişiyi geliştirir.
Düşünebiliyor musunuz? Birbirinden bilgin, birbirinden fazla gelişmiş, işine dolaysıyla insana saygı duyan 40 kişi bir araya gelmiş ve bir film üretiyorlar. Yönetmen kendine saygısı olan, herkese saygı duyabilen bir insan... Buradan başlıyor. Çalışacağı insanları da kendi seçiyor. Böyle bir sete gittiğiniz zaman "Ben onlarca set gördüm, böyle bir set görmedim. Bu ne? Burada ibadet var" diye düşünüyor, şaşıp kalıyorsunuz.
"Anladım" dediğiniz şeye nokta koyarsınız
Artun Gerez katıldığı bir panelde "arkadaşlar, burada kimse üzerine alınmasın. Herkes doğruları söylemeye çalışıyor, ama herkes söylemeye çalışıyor. Niye söylemiyorlar? Ben düşünceme don giydirmeden konuşmak isterim" dedi. Onun için bende öyle bakarım. Bir şeyi anlatabilmek mümkün değildir. Anlamak da öyle... Ben anlatmak ve anlamaya pek inanmam. Ben sezebilmekten yanayım. "Anladım" dediğiniz şeyi kendi kavramlarınızla ona bir anlam yükleyip bana gönderiyorsunuz. Ben alıyorum onu, kendi kavramlarımla anlamda bulunuyorum, ben sizi anlamış oluyorum! Nasıl oluyor bu anlama? "Anladım" dediğiniz şeye nokta koyarsınız. "Bu adam olmuş" derler ya Olduğunuz an öldüğünüz andır, ötesi yok. Bağlantılı konuşmaktan yanayım, konuşurken bağlantıları kurarak konuşurum. Böyle daha anlaşılır olduğuna inanırım. Hatta bu kadar ayrıntılarla anlatmış olmak da anlatmak için yeterlidir diye düşünmüyorum. Ne demek istediğinizi daha çok derinlemesine sezdirebilmek önemli...
Yakup Sancı: Oyunculuk dışında yapımcı, senarist, yönetmen olarak da yapmak istedikleriniz var mı?
Aytaç Arman: Ben herkesin işini yapmasından yanayım. Bu tabi şu anlama gelmiyor; Yaptığı işte kendini geliştirip, belli bir yere gelmiş insanlar, diğer birimlerde de sorumluluklar üstlenebilir. Kendini gelişmiş görüyorsa senaryo da yazabilir, film de çekebilir. Ben öyle bakmıyorum.
Bir oyuncu objektifle ilgili sorununu çözmek zorundadır. Biz sanatçı değiliz! Sadece oyuncu dediğimiz zaman da bizi yanlış tanımlarlar. Biz objektif oyuncularıyız. "Oyuncu sanatçıdır- sanatçı oyuncudur" diye tartışılacaksa tartışsınlar. Eğer bir oyuncu objektifleri kavramışsa, kamera devinimlerine oyunculuğu süresince özel ilgi göstermişse, kendi dünyasını kurmuşsa... Yani senaryosunu kendi yazmışsa bunda oynayabilir, bunu çekebilir. Çekmeli mi? Çekmemeli mi? Bunu bilemiyorum. Bu tamamen kendine bağlı bir şey. Ama başkasının yazdığı bir senaryoyu... "Hem oynayıp hem çekeceğim" Niye? Bunu çekecek yönetmen mi yok? Ben oyuncuyum, başkasının yazdığı senaryoyu ben çekmem, bu saygısızlıktır, haddini bilmemezliktir. Ama kendim yazmışsam, gerçekten böyle bir yanım varmış ve ilgilenmişsem, kendi yazdığımı çekerim. Başkasının yazdığını çekmem. Senaryo ile hiçbir ilgin yok "kardeşim senaryo güzel" güzelse güzel, sana ne? Onu çekecek, o tarzın yönetmeni var, bırak o çeksin.
Oyunculuktan yönetmenliğe geçip kalıcı olanlardan bir örnek Kartal Tibet. O da objektife çok yatkın, ilgili bir aktörmüş. Öyle derler. Çok erkenden başladı yönetmenliğe. Profesyonel yönetmen olarak objektifi iyi biliyordu, profesyonel oyuncu olarak objektifi iyi biliyordu. Güzel filmler çekti.
Bazı oyuncu arkadaşlarımız 2-3 film çekti. Niye böyle bir şey yaptılar anlamıyorum. Başka biri çekemez miydi? Hiç kimsenin kendine haksızlık etmemesi lazım... Herkes haddini bilecek, kendine haksızlık etmeyecek, kendine zarar vermeyecek. Kendini kendine kanıtlamak için bir kaygı duymayacak.
Bu iş objektifle başlar
Yılmaz Güney'le tanıştığımda bana ilk olarak şunu dedi. "Mesele objektiftir. Önce objektifle ilgili meseleni çöz". Ne demek istediği yaşadıkça berraklaştı. Bu iş objektif olmazsa sinema sanatında oyunculuk da olmaz. Bu iş objektifle başlar. Objektif seyircinin gözüdür. Sen oyununu objektife sunacaksın. Objektifi tanımazsan sunmasını da bilemezsin. Bana "önce objektifle ilgili meseleni çöz" dedi. Ben bunu her oyuncu için söylerim. Oyuncu olmak, oyunculuk eğitimi almak, sahnede olmak... Bunlar başka şeyler. Objektif oyunculuğu önemli...
Bazı oyuncular senaryoya çalışırlar, diyalogları ezberlerler. Bir sahne vardır uzunca bir konuşması vardır. Diyelim ki... Sen soruyorsun ben anlatıyorum, sahne bu olsun. Anlatacak oyuncu diyalogların altını çizmiş. "Şu diyaloglar çok önemli. Burayı çok güzel, çok iyi oynamalıyım" der. Oynadığı karakterle ilgili o anlamlı bulduğu sözleri yorumluyor, öyle oynuyor. Yönetmen sahnenin dekupajını yapıyor planını çıkartıyor. Oyuncunun çok önemli bulduğu o iki cümle laf var ya, kafasına çaktığı, kafasında yorumladığı o iki lafı söylerken yüzünün şeklini belirlediği o iki cümle lafı, yönetmen ondan değil, karşıda onu dinleyeni çekerek, o dinleyenin yüz ifadesini alabiliyor. Bunun anlamı şu; Eğer öyle çekileceğini düşünüp, öyle yorumlar, öyle planlarsanız duyguyu kaybeder, yanılabilirsiniz. Çünkü bir oyuncu olarak her şeyi ona göre kurguluyorsunuz. Sizin çok önemli bulduğunuz o kısa zaman dilimini yönetmen amorstan aldı. Mantık şu, bu cümleler çok önemli ve karşıda seni dinleyen bir oyuncu, bir kişi var. Yönetmen, "senin söylediğin söz değil önemli olan, karşıdaki karakterin yüz ifadesi" diyor. "Söylediğin söz karşıdaki karakterin yüzüne çarptığında, ondaki değişim." diyor.
Yakup Sancı: Yıllardır süregelen bir düzen var. Set işçilerinin çalışma saatleri çok uzun tutuluyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Aytaç Arman: Bunlar karmaşık konular. Ama bunların altının çizilmesi lazım... Düzenlenmiş bir anlam değil, ilişkileri belli değil. Üretim biçimi belli değil. Sömürünün dışında başka bir şey yok. İnsanları 18-20 saat setlerde çalıştırıyorlar. Sorun taa buralardan başlıyor. Şimdi ne söyleyeceğiz? Ahkam kesmenin de bir anlamı yok. Bizde bunlara vesile oluyor, gidip bu setlerde çalışıyoruz. "Emek ve emeğin hakkı" diye yola çıkan bizler bile, gidiyoruz bu setlere, oynuyoruz. O arkadaşlarım sette olabilmek için şafak vakti kalkıyor. Servisin alacağı yere iki saate geliyor, servisle bir saate sete geliyor. Benden önce sete gelip hazırlığını yapıyor. İş paydos oluyor ben toparlanıp arabama binip evime geliyorum. Onlar malzemeleri toparla, yola çık, eve gel aradan geçiyor iki, üç saat. Biz de bu setlerde çalışıyoruz. Emekler katlediliyor.
O kadar karmaşık konular ki... Başlı başına bir sektörden bahsediyoruz. Bugün "Türk sineması yasası çıksın" diye yıllardır uğraşıyorlar, çıkmıyor. Televizyonlarda bir takım programlar yapılıyor, sinemacıları topluyorlar, bu programlarda konuşuyorlar. Orada en akıllı, bu işe en vakıf olan arkadaşımın söyleyeceği her şeyi zaten ilgili her bakanlık biliyor.
Yakup Sancı: Şöhrete karşı kendinizi nasıl korudunuz?
Aytaç Arman: Belki de benim duruşum, edam, yorumum beni korudu. Beni benden korudu, şöhretten korudu. Seyirci de dahil her şeyden korudu. Şöhretlere karşı seyircinin bir tapınması vardır, bu tapınmadan da korudu diyebilirim. Yolda yürümesini bilmeyene "sen podyuma çıksan ne güzel manken olursun" denilirse, memleketin hali bu olur. Sanat dünyası içinde ya da hangi sektördeysen yaptığın o iş'e saygı duyarak, sevgiyle yaptığı zaman bir saygınlığın oluyor. İnsanlar da size saygıyla, sevgiyle yaklaşıyorlar.
Yakup Sancı: Asıl adınız Veysel İnce. Bu isim sinema için uygun bir isim değil miydi? Sinema oyuncuları neden takma bir isim kullanır?
Aytaç Arman: Şöyle bir durum var. Bumin Gaffar Çıtanak, Fikret Hakan'ın gerçek adı. Fahrettin Cüreklibatur, bu da Cüneyt Arkın'ın gerçek adı. Başka arkadaşlarımızda var. Bu isimler çok uzun ve telaffuzu zor isimler. Benim asıl adım uzun da değildi, telaffuzu zor bir isim de değildi. Aytaç Arman adını almam tamamen benim dışımda gelişti. Arkadaşlarım daha güzel bir isim olsun diye Aytaç'ı seçmişler, Arman da benim matematik hocam olan Kemal Arman'ın soyadıdır. "Veysel Kemal hocayı çok severdi, Kemal hoca da Veysel'i severdi" diye yine arkadaşlarım tarafından Arman soyadını aldım. Ben Her iki ismimi de gayet rahat taşırım, kullanırım. Bana "Veysel" dedikleri zaman da döner bakarım, "Aytaç" dediklerinde de döner bakarım. Arapça olarak aynı kökten geldiği için bazen de "Reis, Veyis, Veysi" gibi isimler kullanan da olur.
Yakup Sancı: Oynadığınız filmler içinde sizi en çok etkileyen film ve karakter hangileriydi?
Aytaç Arman: Etkilendiğim ama etkilendiğimin farkına varmayıp çok sonraları fark ettiğim filmlerim ve oynadığım karakterler var. Başta da dediğim gibi, hani sırtınızdan itilip bir sinema yolculuğuna çıkınca bunun üç, dört yılı böyle bir sürüklenme olarak geçti. Bu süre içinde oynayıp da beni etkileyen roller olmuş, ama bunun çok sonraları farkına vardım. Biz tabi ustalaştıktan sonra oynadığımız karakterleri hatırlarız hep. Belki de ustalık döneminde bana ödül bile kazandırmış olsa, bir karakterden kazandığım, geçmişte sıradan bir filmin, sıradan bir karakterinden kazandığım kadar fazla olmayabilir. Bu önemli. Niye önemli? Öyle filmlerde oynadım ki... "Mahallenin Namusu- Garibin Hakkı" hiç haksızlık yapmaz, hayatını feda eder, böyle bir karakter. Bunlar ciddi ve ağır karakterlerdi. Şimdi bu karakterleri oynasam oradan mis gibi kokusu gelir, sesi duyulur. Senaryo "iş olsun" diye yazılmış kötü bir senaryo ama karakterler çok önemli.
Ben çok ilginç filmlerde oynadım
İkinci dönemde oynadığım filmlerde güzeldi, karakterler de derinliği olan karakterlerdi. "Düşman" filminde İsmail var. İsmail'in yaşadıklarını göz önünde bulundurduğumda acayip bir yolculuk, zengin ve zor bir karakter olarak görülüyor. "Gece Yolculuğu" filminin yönetmeni Ömer Kavur. Filmin yönetmeni sektörden bir kimlik olması itibariyle o da çok anlamlı. "Biri Ve Diğerleri" bu film de ödüllü bir filmdir. Akşam bir bar'a girer, gece uyuklarken görülür, bir akşam anlatır. Gerçek zamana yakındır. Sanki birebir gerçek zamandır. Ben çok ilginç filmlerde oynadım. Bu filmlerin %80'i ödüllü filmler. Altı sahne oynadığım "Melekler Evi" filminde bir karakter vardı. İlk defa ölüm kokan bir karakter oynadım. Evet, ölüm kokuyordu adam. Ben oynarken bu adamın ölüm kokusunu alıyordum.
Yakup Sancı: Nerelerden ödül aldınız?
Aytaç Arman: 1974 yılı'nda yılın en iyi Genç Oyuncusu olarak Altın Kelebek ödülü aldım. 1980'de Sinema Yazarları; En İyi Oyuncu Ödülü, Antalya Film Festivali; Yılın En İyi Erkek Oyuncu Ödülü, yine Antalya da Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü, Sinema Yazarlar; Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü, Sadri Alışık; Ödülü, Düşman, Gece Yolculuğu, gibi filmlerden de ödüler aldım. Tabi festival sonrası jüri üyelerinin itirafı sonunda öğrendiğim, bana vermek isteyip de veremedikleri ödüller var.
Yakup Sancı: Sinemanın içinden biri olarak iyi bir sinema izleyicisi misiniz?
Aytaç Arman: Sinema salonunda film izlerken çok etkileyici bir sahne olursa belki gözlerim ıslanabilir. Ben iyi bir film izleyicisi değilim. Çünkü film izlerken bir plan görüyorum, sonra başka bir sahneye, başka bir plana geçiyor film. Ama ben o planda takılıp kalıyorum. Seyret, istiyorsan git filmi al, tekrar seyret. Öyle de yapmıyorum. O zaman da o büyü bozuluyor.
Yakup Sancı: Bizimle bir anı paylaşır mısınız?
Aytaç Arman: Bir şey söylerseniz sanki başka bir şeye saygısızlık etmişsiniz gibi geliyor. Ondan daha önemli anlar, anılar vardır gibi geliyor. Kısa bir anımı anlatayım. Fırat nehrinde bir sal'a bindim, Fırat beni aldı götürdü. İki kolun birleştiği yerde motorla beni alacaklardı. İki kol birleşti, Fırat tek vücut olup gidiyordu. Motorla gelip beni almaları epeyce bir uzadı. Gece oldu. Etraftan köpek sesleri geliyordu. Fırat garip sesler çıkartıyordu. Acaba ileride bir çağlayan var da ben oradan mı düşeceğim? diye düşünmeye başlamıştım. Çağlayandan düşmektense köpeklere razı oldum. Uğraşa uğrasa sal'ı kıyıya getirmiştim.
Yakup Sancı: Geçmişten geleceğe uzanan köprüde buluştuklarımızla söyleşilerimiz devam ediyor, anlatılanlar ışığında sinemamızın sorunlarına çözümler arıyoruz.
Aytaç Arman'a Teşekkürler.