Üye değil misiniz?
Aktivasyonunuzu tamamlamadınız!
Zaten bir hesabınız var mı?
Yakup Sancı: Sizi tanıyabilir miyiz?
Altan Akışık: 17 Temmuz 1943 yılında Sivas da doğdum. Kimliğimde doğum yerim Ankara yazıyor. Anne- baba Malatyalı... Babam asker olduğu için, Nüfus kağıdımı Ankara'da almış ve doğum günümü 30 Ağustos olarak yazdırmış. Aile içinde doğum tarihim 17 Temmuz 1943 olarak kutlanıyor. İlkokula gitme zamanına kadar Kütahya da yaşadım. İlkokula İstanbul Sirkecide başladım. Birkaç ay okuduktan sonra babamın tayini Balıkesir'e çıktı. 5 sene Balıkesir de kaldık. İlkokulu Balıkesir Dumlupınar İlkokulunda tamamladım. İstanbul Tuzla'ya tayin oldu babam. Ortaokul 1'inci sınıfa Pendik'de başladım, orta 2'ye geçtiğimde Zonguldak'a tayin olduk. Zonguldak'ta okurken okulun yarısında tekrar İstanbul'a döndük. Daha sonra Erzurum'a gittik. Lise 1'i orada okudum. Lise 2 ye geçtiğimde tekrar İstanbul'a tayin olduk, Haydarpaşa Lisesinden Lise diplomamı aldım. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunuyum.
1972 yılında evlendim iki çocuğum bir de torunum var. Daha çok ticaretten kazandığım parayla yaşamımı sağladım. Ülkemizde sanat ve magazin iç içe durmaktadır. Benim magazin yönüm pek yoktur. Popüler olmakla, mesleğinin erbabı arasında çok fark vardır. Ben gerek tiyatroda, gerekse ekranda işimi doğru düzgün ve kapasiteli yapmaya çalışıyorum.
Yakup Sancı: Sanatla tanışmanız nasıl oldu?
Altan Akışık: Sanatla Haydarpaşa Lisesinde tanıştım. Haydarpaşa Lisesi çok güçlü bir okuldu. Derslere giren hocalar, coğrafyanın, felsefenin, tarihin ders kitaplarını yazmış hocalardı. Lise de edebiyat konuşmaları, şiir yarışmaları, münazara yarışmaları olurdu. Sanatla tanışmam buralarda oldu. Haydarpaşa Lisesi'nin altında bir tiyatro salonunda sahneye çıktım. Orada "Yangın", " Alparslan", "Akıl Taciri" gibi oyunlarda önemli roller aldım.
Şiir müsabakalarına girerdim. Çok defa birinci, ikinci oldum. Bunlar benim dağarcığıma ekstradan dünyaya ve hayata başka pencerelerden bakabilme olanaklarını yarım yamalak da olsa yerleştirmiştir.
1962 yılında Kızıltoprak'da otururduk. Şimdilerde Cem evi olan bina o zamanlar Cumhuriyet Halk Partisi'nin ilçe gençlik kolu binasıydı. Büyük bir binaydı, orada kendimize 50-60 sandalye alan küçük bir sahne yaptık. Sahnenin adını da "Deney Sahne" koyduk. Şehir tiyatrolarından, Yalçın Akça, Tuncay Satır, Rahmetli kardeşim Altuğ Akışık beraber bu sahneyi kurarak oyunlar oynadık.
1963'de, Abdurrahman Palay'ın tiyatrosuna geçtim. Bu tiyatroya profesyonel geçişimdir. Daha sonraları turneler yaptık. Bu işin epeyce üstünde durdum. Maltepe, "Sinema 63" de "Dost Oyuncular" diye bir gurup kurdum. Aysel Gürel vardı ekibin içinde "İhtiyar Delikanlı" diye bir oyun koydum sahneye, onu oynamıştık. Tiyatro yapmam nedeniyle benim Üniversiteye girmem biraz geç oldu. 1963-64 döneminde girdim.
Üniversiteye girer girmez de zaten İktisat Fakültesi öğrencileri ile birlikte "Karınca Tiyatrosu"nu kurduk. Bu tiyatroyla birlikte biraz isim de yapmış oldum. Yine bu dönemler seslendirmelere gittim.
Daha sonra"Gençlik Tiyatrosu"na geçtim. "Ayakta Durmak İstiyorum", "Büyük Otmarlar", "Duvarların Ötesi" gibi oyunları sahneledim. Bu oyunlardan "Ayakta Durmak İstiyorum" İtalya Parma Festivalinde (En İyi Ekip), "Büyük Otmarlar" oyunu, İsviçre Zürih Festivalinde birincilik ödülü aldı. 1968 yılı'nda "Gençlik Tiyatrosu'nu bıraktım. Zaten benden sonra da o bayrak da düştü yere. Bütün dünyanın tanıdığı bir tiyatroydu. Bayrağımızla gittik yurtdışına ülkemizi temsil ettik. Bir kahraman çıkıp da "burayı ayağa kaldırayım" demedi.
1967 Yılında "Pisi Pisi kabare Tiyatrosu"nu kurdum. O zamanlar iki tane kabare vardı. Birisi "Üç Maymun Kabare" birisi de"Devekuşu Kabare" o sene 30-35 tiyatro olduğu söylenir. Kendi kurduğum tiyatro bir sene devam etti, sonra "Üç Maymun Kabare"ye geçtim. 3 yıl bu kabarede çalıştım. Sonra tiyatroyu bıraktım. On sene sanat hayatım kapalıdır.
Yakup Sancı: Neden bıraktınız?
Altan Akışık: Baktım ki bu işle dünyanın gerçekleri ve yaşam örtüşmüyordu. Hala da bunun mücadelesini veriyoruz. Ticarete atılarak naylon torba imalatına başladım. 10-15 sene kadar bu işi yaptım 1995 yılı'nda Tansu Çiller döneminde ki ekonomik krizle beraber orayı da kapatarak iş hayatım da noktalanmış oldu.
1982 yılı'nda Tarık Buğra'nın trt için çektiği "Yalnızlar" adlı dizisine girdim. O zamanlar uzun dizi kabul edilen 8 bölüm olan "Parkta Bir Sonbahar" dizisinde oynadım. Diziler o zamanlar 4 bölüm yapılırdı.
Yakup Sancı: Kurtlar Vadisi'nde oynadığınız Doğu Bey karakteri, son yıllarda üzerinize yapışmış durumda sanırım. İnsanların size tepkileri ne ölçüde oluyor?
Altan Akışık: Doğu Bey'e insanlar tarafından saygı ve sevgi duyuluyor. Doğu Bey, oradaki imajı, duruşu, konuşması ile sağlam bir karakter... Türk halkı öyle insanları arıyor. Kendisine daha yakın buluyor, sağlam bir adam olarak görüyor. Onun için de çok beğeniyor, saygı duyuyor.
Kurtlar vadisinde oynarken insanlar bana daha bir saygılı yaklaşıyorlardı. Saygıyla birlikte bir de tereddüt vardı. Birkaç gazete röportajında da söylemiştim. "Bu dizide Doğu Bey ve Polat ölmemeli" diye. Doğu Bey'in düşüncesi, Polat'ın daha eylemsel tarafıyla beraber bütünleşip bu gemiyi yürütmeleri gerekdi. Herkes ölebilir ama Doğu Bey bir simgeydi. Kendisini devlet masasının arkasına atmış ama ne olduğu belli olmayan, vatanla problemleri olan bir sürü insan vardı. Onlarla da mücadele ediyordu. Doğu Bey iyi bir karakterdi. Siyaset, rejim tarafından bakarsanız tartışmalı ama kişilik ve simge olarak baktığın zaman, adam "kaya gibi" bir adamdı. Lafını esirgemeyen, yurtseverliği belli olan, ülkesi için çalışan bir adamdı. Şimdi hangi bölüm olduğunu hatırlamıyorum ama bir bölümde de Polat'ı yetiştirenin kendisi olduğunu söylemişti.
Sanatta birinci kural inandırıcılıktır!
Bu karakteri, duruşlarımla, inandırıcılığı sağlamak bakımından tiyatro Aktör'ü olarak o elektriği izleyiciye aktarabiliyordum. Bir karakteri alıp halka sunduğun zaman, orada birinci kural onun inandırıcılığıdır. "Mış" gibi değil, gerek duruşlarını, bakışlarını iyi yaparak oyununla, gerek seslendirmede gırtlağa çekip kullandığım ses tonuyla, vurgulayarak yaptığım seslendirmeyle "mış" gibi değil, o oldu.
Bir koltuğun üzerinde oturarak, 15-20 bölüm çektim. Sinemanın en zor rolü budur. Yani statik kalmak... Çünkü bir aktörü süsleyecek unsurlar onun hareket kabiliyetiyle de alakalı. Elini, kolunu kullanacaksın, yürüyecek, oturacak, kalkacaksın. Etrafındaki objeleri oyunun bir parçası haline getireceksin. Hiçbir şeyden faydalanamadan, oturduğum yerden Doğu Bey'i bir numaralı adam yaptım. Bu rolü oynamak her babayiğidin harcı değil. Bir gün sette bir espri yaptım bu rolle alakalı. "Yahu şu senaryo yazan arkadaşlara söyleyin de yumurtalarım çatladı. Beni şu koltuktan bir kaldırsınlar da yürüyeyim" dedim. O bakımdan seyirci hakkı teslim ediyor, sevgisini saygısını gösteriyor.
Bizim gibi olan insanların Türkiye de çok kıymetli olması lazım. İyi değerlendirilmesi lazım... Çünkü biz şarap gibi ne kadar yıllandık ve eskidik tadımızda bir o kadar müthiş oldu. Fakat böyle düşünmüyorlar.
Yakup Sancı: Bu dizi ile alakalı en çok eleştirilerden biri de çok önemli isimler bir süre sonra öldürülüyor. "Çok fazla oyuncu harcıyor" deniliyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Altan Akışık: Bu konuyla ilgili söylenecek çok şey var. Adam öldürmenin üzerinden sanat yapılmaz! Bu bir renktir ve mümkün olduğu kadar az kullanılmalıdır. Sanatın karinesi, oturduğu omurganın en önemli teması, insanı geliştirmek ve estetik bakımından bilgilendirmek... Onu bilinçlendirmek. Daha güçlü bir analitik yapıya kavuşturmaktır. Siz adamı öldürdüğünüz zaman... "O negatif şeyle pozitifi verdim" gibi bir savunmayla yanlış yola gidersiniz. Bunu sinema çok kullanıyor. Bana göre asıl kahramanlar insanların yaşamaları için çaba gösterenlerdir. Siz insanı yaşatacaksınız öldürmeyeceksiniz. O zaman hem sanat adına, hem ülkemiz adına, hem toplum adına, hem eğitim adına, hem de gelecek kuşaklara temel teşkil edecek davranışlar adına bir şey yapmış olursunuz. Tabi seyirciyi buradan bulmuş, bu bir stildir. Bunu kabul ederiz ama bu bir handikaptır.
Öldürme toplumu geliştirmez
Sen yaralı bir insanı alıp tedavi edipte onu tekrar hayata döndürebiliyorsan... Ve ya uyuşturucu bağımlısı bir insanın tedavisini yapıp, tekrar cemiyetin içerisine sokabiliyorsan, Yani insanı yaşatabiliyorsan senin değerin yüksek. "Sık kafasına" diyor. Nereden çıktı bu? Eskiden "sık ayağınaydı". Bunu da sokaktaki insanın çoğu bilmezdi. Bilen bilirdi. Şimdi "sık kafasına" diyor. Tabii bu sonuç olarak bir film, gerçekle karıştırmamak gerek. Bunu dünya sineması da yapıyor. Biz gençliğimizde sinemaya gider Aktör ve Aktris seyrederdik. Bütün sinema feyzimizi buradan aldık. Biz Aktör ve Aktrislerin oyunlarından sinema sevgisi aldık. Sonra zaman içerisinde teknoloji değişti robotlar oynuyor artık ve bunlar Oscar alıyor. Olmayan insanlar, insana benzer varlıklara Oscar veriliyor. Bu zamanla tekrar ilk başladığı yere dönecek diye düşünüyorum. Yine insanların oynadığı filmlere dönüş yapılacaktır. Kurtlar vadisi de bunun gibi fantastik bir dizi film.
Benim saf bir arkadaşım vardı, bir gün ona dedim ki... "Bak falanca var ya tabancayı sıkıyorsun mermiyi havada yakalıyor" dedim. "Yapma yaa" dedi. Gel bir gün gidelim gözlerinle gör, aklın durur dedim. Uygun bir yere gittik. Bu saf arkadaşım tabancayı ateşledi. Öteki avucundaki mermiyi gösterdi. Adam buna inandı. Bunun gibi işler yapılıyor. İnandırıcılık meselesi. Cüneyt Arkın'a da onlarca kurşun, ok isabet ediyordu peki izleyici buna inanıyor muydu? Belki komedi olarak, mizahi olarak bakılıp değerlendiriliyordu. Hem çok para kazanacaksın hem de çok etik sanatsal kavramlarla birlikte yapacaksın, ikisi iç içe olmuyor. Bu iki yol kesişmiyor.
Yakup Sancı: Genel olarak, oyuncu bütçelerinde de bir dengesizlik göze çarpıyor. Siz bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Altan Akışık: Şimdi İstinye Park modası var. "İstinye parka gitti, bilmem ne restoran da yemek yedi. Yanında falanca arkadaşı vardı." Gibi magazinsel haberler çıkıyor. Pekii ne iş yapıyor bu arkadaş? Hiçbir şey yok! Ama her gün gazetelerde boy boy resimleri çıkıyor. Bizi çağırıyorlar, gidiyoruz... "Altan Bey para yok" diyor. Niye yok? Sen oradan bir bayan bir erkek iki kişi bulmuşun, 50 biner lira para vermişsin para bitmiş. Ben yıllarımı vermişim bu işe, bana para yok. Bana ya da benim gibilere para olmayınca peki ne oluyor? Yapılan iş başarılı mı oluyor? "Ben bunu tuttururum, yuttururum" mantığı ile 3-5 defa oynatıyor. Ama sokakta insanlar, bizim gibi insanlara o farklılığı söylüyorlar. "Sizi görünce biz ekranlarda bambaşka bir dünyaya geçiyoruz" diyorlar.
Yakup Sancı: Tiyatrolarımız yeteri kadar izleyiciye ulaşabiliyor mu?
Altan Akışık: Bu işten anlayan, bu işi takip eden, bu işi yaşamının içerisinde bir parça oksijen alma arzusu ile yaşayan bir kitle var. Bu kitlenin sayısı ne kadardır bilemiyorum. Bu kitlenin içindeki sanatsever, tiyatro severler oyunları, o kadar iyi takip ediyorlar ki ben bile o kadar takip edemiyorum. Bu kitle tiyatronun ana seyircisi. Biliyor, anlıyor. Analitik olarak izlediği oyunun sentezini yapabiliyor.
Diğer insanlar tiyatroya gitmiyor. Peki ne yapıyorlar? Bize enjeksiyon yapılmış olan bu vahşi kapitalizmden gelen lumpen kültürü, lahmacun edebiyatı ile yoğrulduğu için, onun sentezini o dünya içinde yapıyor. Kendine daha yakın olan bir takım argo edebiyatı işlenen filmlere yöneliyor. Komedi adı altında belden aşağı vurmalara gülüyor.
Tiyatro seyircisi olmak için çok seyretmek lazım, tiyatroyu çok sevmek lazım. Okumak, merak etmek lazım... Bir de ölçmek, kıyaslamak lazım. Tabi tüm bunlar da zor geliyor izleyiciye. Televizyon denilen canavar çıkıyor, bir şey söylüyor. İzleyici de buna inanıyor. "Nereden biliyorsun?" dediğinizde... "Televizyon söyledi" diyor. Peki doğru mu söyledi? Televizyonda duyduğun her şey doğru kabul edilebilir mi? Televizyonda aldığı bilgi ile bir kültür sahibi, bir bilgi sahibi olduğunu zannediyor. Aldığı bilginin doğruluğunun araştırması da yok. Bu sefer... "Ben oldum" diyor. İşin en sakat tarafı burası. "Ben oldum" Nereden oldun? "Televizyon seyrettim."
Yakup Sancı: Tiyatrocu olmayan bazı isimler, oyuna izleyici çekmek adına tiyatro sahnesine çıkıyor. Bu insanların tiyatro yapabilmeleri için yeterli donanıma sahip oldukları söylenebilir mi?
Altan Akışık: Tiyatroda, diksiyonu, artiklasyonu bilmeyen, sesi olmayan, seyirciye kendi anlattığı şeyi geçiremeyecek insana, dünyanın hiçbir yerinde tiyatro yaptırmazlar. Olmaz böyle bir şey. En azından etik kurallarıyla olmaz. Türkiye de şarkıcı, türkücü gibi çeşitli insanlar tiyatro sahnesine çıkıyor. Hal bu ki tiyatro sahnesi kutsaldır, asudedir. Oraya "Er Meydanı" denir. Her babayiğit çıkamaz.
Yakup Sancı: Bazı diziler işlediği konu hakkında" Mesaj veriyoruz" diyor. Diziler bir eğitim aracı mıdır? Nasıl mesaj verilir?
Altan Akışık: Sinema ve tiyatro gibi görsel sanatlarda senaryo bir numarada en önemli unsur olarak kabul edilmeli. Neden? Eğer sen toplumu geliştirebilecek, bilinçlendirecek, bilgilendirecek bir stille alıp meseleyi aktarabiliyorsan, onun içindeki oyuncu, yönetmen gibi diğer unsurlarla birlikte doğru bir iş yapıyorsun demektir. Ama sen zamanı, saati kazanacağın parayı hesaplama işine kalkar da... "Bu ülke bu kadar anlar. Bu ülkenin eğitimi ortalama 3.6 ne vereceksin ki?" dersen o işi yapma bırak.
Mesaj verilen şey nasıl oluyorsa, bunu sık sık okuyoruz. "Mesaj veriyoruz"diyorlar. Nasıl verdi bu mesajı? Ne mesajı bu? Bilinen bir şeyin mesajını nasıl veriyorlar? Bence bu bir palavra... Bilinen bir şeyin mesajı nasıl olur? Ha o bilmediği için öğreniyor olabilir, ama çoğu biliyor. Ya gazetelerin yazdığı bir haber anlatılıyor, ya gazeteler ve ya ileriki günlere doğru, strateji uzmanlarının televizyonlarda hayalen"Şöyle olur, böyle olur" konuşmaları gibi senaryo yazılıyor. Bu bilinmeyen bir şey değil. Bilinen bir şey... Böyle mesaj verilmez.
Yakup Sancı: Dizi seslendirmelerinde çok sık rastlanan bir durum... Ses, oyuncuya ya büyük geliyor ya da küçük. Bazen de ses tam oturmuş oluyor ama senkron tutmuyor. Senkron tutuyor bu defa oyuncunun duygusunu seslendiren kişi vurgulayamıyor. Seslendirmeler nasıl yapılmalı? Bu işin doğrusu nedir?
Altan Akışık: Resmin içinde biz oyuncuları görüyoruz. Konuyu, onların ağzından dinliyoruz. Onların bakışlarından anlıyoruz. Fakat bu oyuncuların çoğunluğunu bir başkası seslendirerek konuşuyor. Bu ne demek oluyor? Bu yapay bir olayla, bir insanın vücuduna başka bir şeyi yapıştırmak oluyor. Kendini konuşmayan insanlar bu işi yapmamalıdır.
Son zamanlarda sinema filmleri sesli çekiliyor. Çoğu film seyirci bulamıyor. 70 filmin 3-5 tanesine seyirci gidiyor, diğerleri çöp! Peki neden? Sesli çekim yaptıkları için. Kimden çekiyorsun bu sesi? Fonetik yok. Konuşanın sanatçı kişiliği yok. Türkçesi yok. Cümleleri çıkaramıyor, vurguyu bilmiyor. Ama ünlü! Ama şanlı! Nereden ünlü, şanlı? İstinye Parktan. İstinye parkta yemek yemiş, sevgilisiyle fotoğraf çektirmiş. Onunla yapıyor. O zaman ne oluyor? Biz sinemaya gittiğimiz zaman, onun ne dediğini anlamıyoruz. Anlamadığımız için de onu beğenmiyoruz. Bu kadar basit... Demek ki işinin başarılı olması için gerek kamera arkası, gerekse kamera önündeki insanları (tiyatro için de böyle) çok iyi seçmek lazım... Burada bir handikap başlıyor.
Bu sene seyrettiğim yerli filmlerin %50'sini anlamadım. Gençlerin konuşmalarını anlamadım. Gençler bambaşka bir Türkçeyle konuşuyorlar. Bu dile ne kadar Türkçe denir orası da başka bir konu. "Sabah erken kalktım, elimi yüzümü yıkadım. Çayımı içtim. Evden çıktım. O gün de kendimi çok yorgun hissediyordum, sokakta yürürken aniden bir araba önüme çıktı. Şoför iyi şoförmüş Allahtan ki... Aniden bir fren yaptı. Yoksa sabahın 7'sinde işime giderken canımdan olacaktım" olayı böyle anlatırsan ben de anlarım ne dediğini. "Önösdçöçdfn.sönç.dmssn"... Diye konuşursan ben onu anlamam.
Sanat, halkı geliştirmede ana unsurlardan biridir
Ne acı ki bunu tiyatro sahnesinde de yapıyorlar. Tiyatroya gittiğim zaman sahneye çıkacak olan kahraman arkadaş bana "günaydın" dediğinde ben onu bir seyirci olarak anlayacak, günaydın diyeceğim. Bu böyle devam ederse, halkın gelişmesinin ana unsurlarından biri olan sanat, hiçbir zaman evrensel boyuta çıkamaz.
Hindistan sineması 1.000 film, İran sinemasında 250-300 film çekiliyor. Hollywood da 2.500 İranlı sinema adamının çalıştığı söyleniyor. Bir tane Türk adı var mı? Biz gideriz oraya kapının önünde fotoğraf çektiririz. "Ben Hollywood"dayım. Sen zafiyetle sanatı iç içe koyarsan, oradan bir şey çıkmaz.
Yakup Sancı: Televizyon dizilerinde birkaç bölüm ya da birkaç dizide rol almak kişiye sanatçı kimliği kazandırır mı? Sanatçı kimlere denir?
Altan Akışık: Diyorlar ki... "Sanatçı uçuk kaçık, deli dolu olmazsa sanat yapamaz, hafif uçuk kaçıktır" diye bir savunma var. Bana göre sanatçı uçuk kaçıklığı bırak, normal standarttan daha akıllı insan olmak mecburiyetindedir. Çünkü akıl kimliği insanın analitik yapısının ana omurgasını teşkil eder. Sen ne kadar akıllı bilinçli, bilgili bir insan olursan, o sanat denilen büyüyü de o kadar analiz edebilir, onun sentezini yapabilirsin. Ama sen"Manyak" uçuk kaçıksan bunu yapamazsın.
Akıl kimliğini sağlıklı tutan insan kendini geliştirir
Sanatın en önemli organlarından biri akıldır. Bana göre böyle. Yetenekli bir insan olacak, o nasıl olacak?" Öyle doğacak" deniliyor. Kişinin hamurunun yoğrulması törpülenip eğelenmesi, ustalarından öğrenmesi etkili olur. Bu işlemlerden geçti nasıl korunacak, nasıl üretecek? İşte o akıl kimliğiyle. Akıl kimliğini kullanmadığı zaman o zaten kabul görmeyecek demektir. Marjinal kalacak. Belki toplumun çok ufak bir kesimi onunla ilgilenecek. Kendini geliştirmek için akıl kimliğini sağlıklı tutan insan üretim yapar. Bu birincisi...
İkinci tarafı. Sanatçı demek için estetik bakımından mutlaka üretici olmak mecburiyeti var. Bu ne demektir? Yani sen tiyatro sanatçısı olabilmek için, tiyatro yazarı, tiyatro yönetmeni yani onun üreticisi olmak durumundasın. Üretimi olmayan kişiye sanatçı denilmez.
Yakup Sancı: Peki ne denir?
Altan Akışık: Oyuncu denir. Bazen televizyonlarda kişinin adının altına "oyuncu" yazıyorlar. Bu çok yanlış bir şey... Böyle bir ifade olmaz. Ne oynuyor kardeşim? Tavla mı? Harman dalı mı? Guguç mu? Futbol, basketbol mu oynuyor? Çiftetelli mi oynuyor? Ne oynuyor? Bu çok yanlış bir şey, kimse de düzeltmiyor. Bunun doğrusu, doğruya yakını yaptığı kategorik işi önüne yazarsan yarım yamalak da olsa geçerlilik sağlarsın. Tiyatro yapıyorsa "tiyatro oyuncusu" yazarsan kabul görür. Sinema oyuncusu yazarsan kabul görür. Ama salt oyuncu yazamazsın. Türkçede de olmaz, meslek tarifinde de olmaz.
Yakup Sancı: Sanatçı nasıl olmalıdır. Nasıl davranmalıdır?
Altan Akışık: Göz önünde olan insanlar kendi özgürlüklerini frenliyor ve ya duvar çekiyor şeklinde olmamak üzere, dikkatli olmak durumundadır. Neden? Çünkü o kamuoyu tarafından bilinen bir insan olduğu için devamlı rontgen ışınları gibi, o ışınlanır. Işınlayan kişi onun kişiliğini tanımaz ama gider bir başkasına anlatır, tarif eder. O nedenle sanatla uğraşan insanlar. Normal insanlardan daha dikkatli olma durumundadır. Bir yere gittiği zaman oturuşu, kalkışı, duruşu, konuşması, etkisi, tepkisi, algısı, vergisi, mütevazılığı, yurttaşlık davranışları itibariyle o toplumun dikkatini çektiği için, bunları hep müspet taraftan yapmak durumundadır.
Bir toplantıda, bir davette ya da sokakta yürürken, aldığın alkolün etkisiyle ağzın burnun kayar, yürüyüşün değişir, ne söylediğini kulağın duymazsa, o senin bütün yapmış olduğun yetenekle alakalı olan şeylerin çoğuna darbe vurur. "Ben özgürüm kardeşim, ben yaşayacağım bana ne. Ben yaptığım işe bakarım, sonra da yaşamıma" evet. Biz de öyle diyoruz. Ama bunu kontrol altında tutarak yapmalıdır.
Toplum içinde başım önümde gitmedim
Geçenlerde bir dizi oyuncusunun ağzını burnunu kırdılar uçakta. Niye kimse benim ağzımı burnumu kırmıyor? Neden ona yapıyor? Sokakta yürürken tanınıyor ya. Onu gören kişiler "aaa bak kim var burada. Şu dizinin falanca adamı" diyenler var ya tamam işte. Bu dünyada tanrının yansımalarından birisi o. Benim hayatımda hiç yüzüm kızarmadı. Allah kızartmasın. Ben bir insanı görüp de hiç saklanmadım. Toplum içinde başım önümde gitmedim. Bunun benim kılık kıyafetimle, cebimdeki parayla, bindiğim arabayla, şunla bunla ilgisi yok. Gideceğim yere metroya biner, halk otobüsüne biner giderim. Beni kimse de rahatsız etmiyor, böyle bir algılamam da yok.
Ünlü bir arkadaşımız gazeteye, televizyona röportaj veriyor. Diyor ki... "Geçenlerde halkın içine girdim! Minibüse bindim, vapura bindim aay çok mutlu oldum". Sen kimsin? Nerede yaşıyorsun? Kendini ne sanıyorsun? Bu söylediklerini halk her gün yapıyor. Sen mutlu olduysan, halk mutluluktan uçuyor olmalı. Sanatçı kimliği taşıyan kişilerin, ağzından çıkan sözleri kulakları da duyacak.
Yaşamda hayat bir bütündür. Bazıları aradan bir parçayı çıkartıyor". O günleri ben hiç yaşamamış gibi düşünüyorum, duymak, konuşmak istemiyorum. Onu aradan çıkardım, oraya beyaz sayfa açtım" diyor. Yapma ya. Ne kolaymış bu iş! Santimetresine kadar yaşadığın hayatın hesabını vereceksin. Kime vereceksin? Vicdanına, toplumuna, hukuka, anana, babana hesabını vereceksin.
Yakup Sancı: Tiyatro ödülleri dağıtılıyor. Bu ödüllerin sahipleri nasıl belirleniyor? Jüri başkanı ve üyeleri ödül alacak oyunları ve oyuncuları neye göre tespit ediyor?
Altan Akışık: Bu sorunuzu Avrupa'dan bir örnek vererek cevaplamaya çalışayım. Gençlik Tiyatrosunun son yönetmeniyim. Gençlik tiyatrosu, benim çalıştığım dönemden daha geriye doğru Türkiye'nin çok tanıdığı tiyatro adamlarının çalıştığı bir yerdi. Ayrıca o zaman ki şartlara göre de, çeşitli festivallere gidip gelen, Türkiye'nin üniversal, evrensel boyuttaki bir tiyatrosuydu. İÜTB.(İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu) 1968 Yılında burada"Büyük Otmarlar" diye bir oyun koydum sahneye. Bu oyunu Zürih'e götürdük. Zürih de üniversiteler arası "Theatre Festivali" yapılıyordu. Bizimle birlikte 22 tane gurup girdi bu festivale.
Bu festivalin jürisi var, her oyunu seyrediyor. Her oyun sonrası, oyunun yönetmeni diğer devletlerden gelen tiyatro adamları tarafından soru cevap şeklinde yargılanıyordu. Bu yargılama oyunun alacağı puanın%40'ını belirliyordu. %60'ını da oyunu izleyen jüri üyeleri teknik olarak veriyordu.
Körler sağırlar birbirlerini ağırlar
Bu festivalin jüri başkanı 70-80 yaşlarında bir sahne insanıydı. Bizim oyun yargılandığı zaman kalktı ayağa dedi ki... "Ben bir İsviçreli olarak çok büyük üzüntü duyuyorum. Niçin biz bunları, bu kadar dikkati çeker, kapasiteli, kabiliyetli yapamıyoruz? Keşke biz de bunları yapabilseydik, bu Türk arkadaşları tebrik ediyor ve kutluyorum" dedi. Bu sözü boşuna söylemiyordu. Bir jüri başkanı olarak diğer oyunları da izliyordu.
İtalya Parma Festivalinde 1967'de "Ayakta Durmak İstiyorum" oyunu (En İyi Ekip) ödülü aldı. İsviçre Zürih'de "Büyük Otmarlar" Birincilik ödülü aldı. Bu ödülleri gözleriyle görenler verdi. Bu gözleriyle görenler bizim babamızın oğlu muydu?
Tiyatro oyunu ödüllerini vermek için, Türkiye'nin her yerinde oynanan oyunların tek tek seyredilmesi gerekmektedir. Tiyatro sadece İstanbul, Ankara'da oynanmıyor ki!
Ödül dağıtmak çok zahmetli bir iştir. Ya ödülleri büyük bir emek sarf ederek, bütün tiyatro oyunları seyrederek mümkün olduğu kadar adaletli bir biçimde dağıtacaksınız, ya da her zamanki gibi körler sağırlar birbirlerini ağırlayacaklardır.
Yakup Sancı: Sizin şiir ve sohbet programları yaptığınızı biliyoruz. Bu çalışmalarınızdan söz eder misiniz?
Altan Akışık: Bazen birkaç şair arkadaşımla beraber, bazen tek başıma böyle programlar yapıyorum.
Şiir okumasını seviyorum. Şiir yazmak kadar okumanın da çok önemli bir sanat olduğunu biliyorum. Şairler çok değerli sanatçılardır. Onlar, hayata damdan bakarlar ve dizelerinde müthiş kelimeler bulup, kullanır ve bizlere bambaşka duyguları yaşatırlar. Ayrıca dilimize yabancı kelimelerin saldırısını büyük bir gayretle önlemeye çalışırlar. 500 sayfada anlatılabilecek bir roman konusunu iyi bir şair bir sayfada bize söyler ve yerimize mıhlar bizi...
Herkese şiir okuyarak meditasyon yapmasını tavsiye ederim
Türkçemizin ne kadar yetenekli ve kapasiteli bir dil olduğunu şiir okumakla anlatmaya çalışıyorum. Hele hele duygularımızın, vahşi kapitalizim tarafından yenip yutulduğu bu dönemde şiir okuyarak insanlık tarafında kalmaya büyük özen gösteriyorum. Herkese şiir okuyarak meditasyon yapmasını da tavsiye ederim...
Türk Sanat Müziğini de çok seviyorum. Gençliğimiz radyolarda Türk sanat müziği dinlemekle geçti. Şarkıların o müthiş sözlerini düşündükçe onları yazanların ne kadar değerli sanatçılar olduğunu çok iyi anlıyorum.
Yakup Sancı: Bu şiir çalışmalarınızı daha geniş kitleler ulaştırmak için bir çalışmanız var mı?
Altan Akışık: Ciddi ve önemli bir sponsor bulabilirsem bilinen eski şiirleri okuyarak bir kaset yapmayı ve genç kuşaklara şiir sevgisi amaçlı, kalıcı bir çalışma yapmayı arzu ediyorum.
Benimle bu röportajı yaptığın için sana çok teşekkür ediyor, sanat adına kim uğraşıyorsa onun ellerinden sıkıyorum. İyilikle kalın.
Yakup Sancı: Geçmişten geleceğe uzanan köprüde buluştuklarımızla söyleşilerimiz devam ediyor. Anlatılanlar ışığında sinemamızın ve sinemacımızın sorunlarına çözümler arıyoruz.
Altan Akışık'a Teşekkürler.