Bu hafta değerli yönetmen Hüdaverdi Yavuz'u konuk ediyoruz. Özellikle geçtiğimiz sezon vizyona giren son filmi Eşrefpaşaılar ile gündem yaratan değerli sanatçıyla, Yakup Sancı, sektörün içinden ve dışından bir çok insanı ilgilendirecek kapsamlı bir söyleşi yaptı.
31 Temmuz 2012

Yakup Sancı: 1962 yılında Afyon'un Dazkırı ilçesi, Yukarı Yenice Köyü'nde doğdu. Her çocuk gibi onun da hayali vardı. Radyo tamircisi olmak istiyordu. Radyo tamirciliği konusunda bir de kitap temin etmişti. Kör bıçaklarla radyoların kapaklarını açıyor, tamir edeceğim derken daha büyük arızalara sebep oluyordu. Radyo tamirciliği hayali, bir tek tornavidaya bile sahip olamadan suya düşüyordu.

1968 yılında 6 yaşındaydı. Köylerine gelen seyyar sinemada hayatında ilk defa bir film izliyordu, Nuri Sesigüzel'in oynadığı bu filmin atlı sahnelerinden oldukça korkuyordu. 1970'li yıllarda, bin nüfuslu köylerine, ilçelerinde bile olmayan sinema açıldığında, küçük Hüdaverdi Yavuz, sinemaya gidip film izlemeyi çok istiyordu. Ama bu da imkânsızdı. Sinema sahibi ile ailesi küstü. Film izlemek için sinemaya gitse, ya babası ya da amcası kızar, belki de döverdi. Bunu da biliyordu.

Sinemaya gidip film izlemesi için bir mucize gerekiyordu. Yaklaşık üç ay sonra bu mucize gerçekleşiyor ve köyüne ikinci sinema açılıyordu. Üstelik yeni sinemacı, kullanmadıkları bir mekânı kiralamış, kiracıları olmuştu. 10 yaşında bir nevi yardımcı makinist olarak bu sinemada çalışmaya başlayan Hüdaverdi Yavuz köylerine açılan ikinci sinemayla birlikte, "Sinema Paradiso" filminde olduğu gibi, bir hayatın içinde bulur kendini. O yıllar gösterime giren tüm filmleri bu şekilde izler.

Ortaokulu ilçede okur. Ortaokulu bitirdiğinde matematik ve fen puanları oldukça yüksekti ve Ankara Fen Lisesi sınavlarına girmek istiyordu. Sınavla ilgili ilan okula asıldığında bu düşüncesini babasıyla paylaştı. Öğretmenleri ile konuşan babasına "Dayı, bunca zengin çocuğu varken senin oğlun mu kazanacak?" derler ve "Boşuna masraf etme" diye bir de öğüt verirler. O dönemin en önemli liselerinden olan, Ankara Fen Lisesi'nde okuma hayalleri de böylelikle suya düşer. Suya düşen hayalleri yüzedursun Hüdaverdi Yavuz, istemediği bir okulu okur ve mezun olduğunda ise istemediği bir işi yapmaya doğru hızla yol alır.

Liseyi yatılı İmam Hatip Lisesinde okur. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesini bitirir. Master yaparken TRT'nin açmış olduğu sınavlara katılarak, 1986 yılında Yardımcı Prodüktör olarak televizyon dünyasına adımını atar.

Benim de çok defa çalışma imkânı bulduğum ve beraber çalışmaktan büyük keyif aldığım değerli yönetmenlerimizden Hüdaverdi Yavuz, müstear ismiyle U. Yağmur Yavuz'u daha yakından tanımaya ve sinema hakkında düşüncelerini paylaşmaya hoş geldiniz...

Hüdaverdi Yavuz: Parasız Yatılısını kazandığım Afyon Lisesi'ne göndermedi ailem. İmam Hatip Lisesi'nde yatılı okuduğun zaman, mezun olur olmaz imam olarak atanılıyor diye, beni İmam Hatip Lisesi'ne yazdırdılar. "Hem dinini diyanetini öğrensin, hem meslek sahibi olsun." Hem de 1980 darbesi öncesiydi, ortalık hayli karışıktı. "Yanlış yollara sapmasın, başına kötü bir şey gelmesin" düşüncesiyle İmam Hatip Lisesi'ne kaydım yapıldı. Ben İmam Hatip'te okumayı istemiyordum. Sonraları ise İmam Hatip Lisesi'nin o kadar kötü olmadığını gördüm. Daha zengin bir kültüre sahip oluyorsunuz, bu da yeterli bir sebep. Mezun olduktan sonra 15 ay imamlık yaptım. Namaz kıldırdım, hutbe verdim, cenaze yıkadım. Asıl yapmak istediğim iş imamlık değildi, istifa ettim.

Sinema tutkum olmasına rağmen, öyle bir yönlendirme olmadığından, film yönetmeni olmak, film oyuncusu olmak hayal gibi geliyordu. Bu nedenle tercih yaparken dördüncü sıraya medya ile ilişkili olarak, gazetecilik ve halkla ilişkiler (sonradan İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi oldu) yazdım. Orayı kazandım. 12 Eylül'den birkaç gün sonra İstanbul'a gelip kaydımı yaptırdım. Fakat kaydımı yaptırıp memleketime döndüğümde, o okulu okusam bile, hiç aşina olmadığım bir camia içinde yer edinmenin güçlüklerini de düşünüp devam etmedim.

Yeniden sınava girip Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde müfettiş olmak amacıyla eğitim yönetimi ve planlaması bölümünü kazandım. Ama daha birinci sınıfın birinci haftasında bu okuldan mezun olunca müfettiş olamayacağımı öğrendim. Müfettiş olabilmek için beş yıl öğretmenlik yapmış olmak şartı vardı. Okulu bitirdiğimde müfettiş olabilecek donanıma haiz oluyoruz ama öğretmen olamayacağımız için de bir türlü müfettiş olamayacaktım.

Yakup Sancı: TRT'ye geçişiniz nasıl oldu?

Hüdaverdi Yavuz: Kara kara düşünüp ne yapacağım? Müfettiş bile olamıyorum derken, en iyisi akademik hayatta karar kılayım, belki orada kariyer yaparım dedim. Master sınavlarını kazandım. Master yaparken de TRT sınavları açıldı. Milli Eğitim Bakanlığı'nın, aynı alanda eğitim ekonomisi ve planlaması alanında beş yıllık doktora bursu teklif edildi bana. Bir tercih yapmam gerekiyordu: Akademik hayat mı? TRT mi? Çocukluğumda yer etmiş olan sinema tutkusunun etkisiyle TRT'yi seçtim. O dönem için iyi de maaş veriyorlardı. Böylece, belki başlangıç olarak sinema değil ama en azından televizyon dünyasıyla tanışmış oldum. O yıllar (1986) TRT'den başka televizyon da yoktu, tek kanal yayın yapıyordu. Tek okuldu hatta televizyonculuk alanında.

Tabii TRT'ye başlamadan önce üç aylık bir kursa aldık. Stüdyo draması, film kamerasıyla bir film çekmek gibi. TRT'ye bu kurstan sonra başladım. Bir drama da asistanlık verirler diye hayal ederken, İstanbul televizyonunda işe başladığımızda TRT ikinci kanalını açtı. Dolaysıyla bize de program yaptırmaya başladılar. En azından Prodüktörlere yardımcılık anlamında işler verildi. O yılların televizyon müdürü olan Atalay Akçalı yeni atanan beş yardımcı Prodüktör olarak bizleri çağırdı. Acaba bana bir güzellik yapılır mıydı?

Herkese tek tek sordu "Hangi alanda çalışmak istiyorsun? Ne yapmak istiyorsun?" diye. Arkadaşlar yapmak istedikleri işleri söyledi, sıra bana geldiğinde "Sayın Müdürüm. Ben master yapıyordum, Amerika da beş yıllık bir burs teklif edildi ama ben drama çalışmak için TRT'yi tercih ettim. Mümkünse beni çekilen herhangi bir dizinin setine gönderin. Ben orada bant taşıyayım, başka bir iş yapayım. Setin tozunu teneffüs etmek istiyorum" dedim. Bana, "Onu unut" dedi. Odasından çıkarken tekrar ısrarlı olduğumu göstermek adına isteğimi hatırlattım: "Sayın Müdürüm kızdınız ama ben bunun için buradayım. Lütfen beni herhangi bir sete gönderin. Ben ancak öyle hayat bulurum" dedim. "Ne laf anlamaz dangalaksın? Olmaz dedik ya kardeşim" dedi. "Güzellik" yapılmamıştı.

Daha sonra, Orhan Boran'la Pazar Geceleri adlı bir program yapmaya başladık. Program içinde skeçler yayınlanıyor, bende bu skeçleri çekiyordum. Drama tecrüben böyle başlamış oldu.

Yakup Sancı: Çektiğiniz bu dramalar, sizin yönetmenliğe ilk adım atışınız diyebilir miyiz?

Hüdaverdi Yavuz: Askerlik dönemim geldi. Askere gittim geldim. Geldiğimde anladım ki. İstanbul televizyonunda çalıştığım sürece drama çalışamayacağım. Bir kurnazlık yaparak içinde 25 dakikalık polisiye (Katil Kim?) olan bir eğlence programı önerisi verdim; TRT'de bir projeyi hayata geçirmenin yolu çok uzundur. Siz müdürünüze verirsiniz, o müdürüne verir, müdür müdürüne derken daire başkanlığın kadar gider, sonra aynı yolla geri gelir. Benim eğlence programının içerisinde 25 dakikalık bir polisiye çekme fikrimi kimse anlayamadı. Proje kabul edildi ve benim gerçek anlamda ilk drama tecrübem 1989 yılında çektiğim "Katil Kim?" isimli polisiye ile oldu.

Bir sonraki sene de "Katil Kim?"i biraz daha geliştirdim; drama olarak teklif edemiyordum. Yine yarışma formatı ile "Dedektif Sizsiniz" diye bir proje sundum, bu da kabul edildi ve çektim. Bu projenin tekrarını yanlış hatırlamıyorsam 1998 de Mustafa Altıoklar TRT'de tekrar denedi ama olmadı. Biz biraz daha amatör bir ruhla severek, isteyerek yapmıştık.

1991 yılında TRT'den istifa ettim. Star ve Kanal 6 da bir süre çalıştıktan sonra TGRT'nin açılacağı dönemde, bu kanalın film ve dizi çekeceğini biliyordum. O nedenle TGRT'ye gittim. Asıl işlerimin başlangıcı orada oldu. İki tane televizyon filmi, bir tane de "Yarasa" isminde sinema filmi çektim.

Yakup Sancı: Siz yıllardır TRT'de görev aldınız. TRT'de çalışmış insanlar için" TRT geleneğinden geliyor, TRT terbiyesi almış" denir. Bu geleneğin, bu terbiyenin açılımı nedir?

Hüdaverdi Yavuz: TRT benim başladığım dönemde ve öncesinde radyo ve televizyon yayıncılığında bir tekeldi. Dolaysıyla burada insan şunlara alışıyor. Daha doğrusu böyle yetiştiriliyorsunuz kurslarda. Programlarınızı yaparken de bunlara riayet ediyorsunuz. Zaten riayet etmediğiniz zaman o programın yayınlanmayacağını, denetim sürecinden geçmeyeceğini, en azından o bölümlerin geçmeyeceğini biliyorsunuz. Dolaysıyla, bir otokontrol sistemi gelişiyor.

Nedir bunlar? Birincisi; TRT programları Türkiye Cumhuriyetinin Anayasası ve yasalarıyla çelişemez. Onların aleyhinde propaganda yapamaz. Onları eleştiremez. İkincisi; Genel ahlak kurallarına (neyse onlar) riayet etmek zorundasınız. Üçüncüsü, kullanacağınız dil düzgün bir Türkçe olmak zorunda. Dördüncüsü erotizme, argoya kaçan hiçbir görüntü ve sese yer vermeyeceksin. Kullanacağın tüm malzemelerde bu kriterlere göre derlenip toparlanacak. Belki "ahım şahım" programlar yapılmıyordu ama hiçbir şekilde devletiyle, toplumuyla çelişen, çatışan işler çıkmıyordu. TRT terbiyesinden kastedilen budur.

"TRT geleneği" denildiğinde anlaşılması gereken; Türkiye Cumhuriyeti yasalarıyla, anayasasıyla, Türk halkının gelenek- görenekleriyle ve Türk dilinin düzgün kullanımıyla memur edilmiş kişilerin iş yapma şeklini anlamak gerekiyor. Ben böyle anlıyorum.

Bunun iyi tarafları da kötü tarafları da vardır. Belki çok fazla özgür ortam oluşmuyor. Çok baskıcı bir sistem gibi de düşünülebilir ama sonraki yıllarda özel televizyonlar kurulduğunda denetim mekanizması ortadan kalkınca, televizyonculuğun nasıl bir hal aldığını da hep birlikte izledik. Halka zorla izlettirilen ucuzlukların, kalitesizliklerin daha sonraları nasıl halkın beğenisi haline getirildiğini üzülerek gördük.

TRT'nin tek yayıncı olduğu dönemde bu işi yapan insanların en azından bir kaygısı vardı. "Dinleyicilere ve izleyicilere doğru şeylerin yansıtılması" böyle bir kaygı vardı. Sonrasında tek amaç rating olunca, sadece daha çok dinlenmek ve izlenmek olunca, ortada hiçbir kaygı da kalmadı. Şimdi herkes TV'lardaki tecavüz, ensest ilişkiler ve kendini pazarlayanların anlatıldığı dizilerden nasıl kurtulunacağı konuşuluyor. Ama yokuş aşağı freni patlamış kamyonu durdurmaya çalışmak gibi bir şey bu.

Yakup Sancı: Kültür Ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü'ne destek almak için gönderilen projelerin de "Ahbap- Çavuş" ilişkisiyle değerlendirildiğini düşünüyor musunuz?

Hüdaverdi Yavuz: Sinema Destekleme Kurulundaki arkadaşlarımızın çoğunu tanıyoruz, kimileriyle tanışıyoruz. Kendi adına iş yapan, kendi ticari işleri olan insanlardan oluşuyor bu kurul. Hem kendi işleriyle ilgilenecekler hem de her dönemde minimum 100 sinema filmi senaryosu okuyacaklar, değerlendirecekler. Bir senaryonun 100 sayfadan oluştuğunu düşünürsek, 100 senaryo 10.000 sayfa yapar. Kuruldaki hiçbir insanın 10.000 sayfa senaryo okuyacak kadar vakit ayıracağını düşünmüyorum!

Tamamını okuyup, sinemasal kriterlere göre karar veren komisyon üyeleri de olabilir ama orada da "Ahbap- Çavuş" ilişkisinin geçerli olduğunu biliyorum. Bizzat yaşadım. Başka arkadaşlarımızda yaşadı. Çıkan projelere baktığımızda o projelerin sahipleriyle komisyon üyelerinin ilişkileri araştırıldığında sonuç net olarak ortaya çıkıyor. Bu gayet iyi bilinen bir konu...

Yakup Sancı: Kültür Bakanlığı'nın "Sinemaya Destek" adıyla ödediği parayla, bir sinema filmi çekmek için yeterli miktar olduğunu düşünüyor musunuz?

Hüdaverdi Yavuz: Olayı şöyle netleştirelim. Birincisi; Bir sinema filmi Sinema Destek Kurulunun kararlaştırdığı paralarla çekilemez. Çıkan paralar 100 ile 350 bin TL arasında. Bir sinema filminin, en basit hikayenin, en basit prodüksiyonun 500 binden aşağıya çekileceğine inanmıyorum. Bu rakamın altında çekiliyorsa orada bedava çalışan pek çok insan vardır demektir! Bedava çalışacak insanı da herkes bulamayabilir.

İkincisi; Sinema Destekleme Kurulundan alınacak paranın geri ödenmeyecek bir para, hibe olduğunun düşünülmesi. Bu tamamen yanlıştır. Oradan alınan para hibe para değildir. "Bu parayı alacaksın, bir film yapacaksın, filmin gişesinden, televizyon satışından veya nereden gelir elde edebiliyorsan edeceksin. İki yıl sonunda da bu parayı iade edeceksin." Destekleme kurulundan alınan parayı iade etmekle mükellefsiniz. Lakin kuruldan alınan paraların iade edildiğini düşünmüyorum! Çok iş yapan bazı filmler var, örneğin "Babam ve Oğlum" bunun gibi iş yapan birkaç filmin dışında Kültür Bakanlığı'ndan alınan desteğin iade edildiğini duymadım. Alınan paralar sanki hibeymiş gibi cebe atılıp, sonra da zarar ettiğini ispat ederek ödenmiyor.

Yakup Sancı: Kültür Ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü'nün desteklediği projelere ödenen paraların geri dönüşümünün sağlanması için, bakanlık bu paraları verirken "İpotek-Teminat" istiyor. Bu yolla alacağını tahsil edemiyor mu?

Hüdaverdi Yavuz: Dönüşümünün yapılabilmesi mümkün... Evet, proje kuruldan geçtiğinde banka teminatı ya da ipotek isteniyor. Yani Kültür Bakanlığı paranın peşine düşerse parayı alması mümkün... Zarar gösterenlerin belgeleri doğru dürüst incelenirse alması mümkün... Yoksa parayı alanın insafına kalıyor.

Destekleme kurulunun kararlaştırdığı ve Kültür Bakanlığı'nın dağıttığı para aslında bakanlığın bütçesinden çıkan para değil. Bu para sinema sektöründe çalışan insanların ürettikleri ürünlerin gösteriminden fonlaştırılan paranın toplanması ve tekrar sinemaya döndürülmesi halidir. Para sinemacıların parasıdır. Burada Kültür Bakanlığı hakemlik görevi üstleniyor. "Sinemacıların fonda bu kadar parası var. Bu parayla yapılacak olan filmlere destek çıkalım" işin özü budur. Ama öyle mi oluyor? Gerçekten film yapmak isteyenlere mi gidiyor, para kazanmak isteyenlere mi gidiyor, yoksa bu işle hiç ilgisi olmayan ama yapımcı belgesi almış; Yapımcı belgesi almak kolay. Bir şirket kurup müracaat ettiğinde herkes yapımcı belgesi alır. Bu insanlara mı gidiyor? Bunun kontrolünü yapmak zor.

Kurul üyelerinin gerçekten bu işi yapmak isteyenlere destek verip vermediğine kalıyor. İnsafa kalıyor! Bu da sektörün sorunlarından biri... Bu insanlar uzaydan getirilmiyor, sektörün içinden seçiliyor. Dolaysıyla adil, hakkaniyetli ve izan ölçüsünde karar verirlerse, sinema sektörünün oluşturduğu fon gerçekten sinema yapmak isteyenlere gidebilir. Yıllardır uygulamaları da görüyoruz ki arada doğru, isabetli kararlar çıksa da genel olarak hak etmeyenlere gidiyor paralar.

Yakup Sancı: Çektiğiniz "Eşrefpaşalılar" filminin gişesi beklediğiniz bir gişe miydi? Bir de bu filmle ilgili olarak, "Cemaat filmi" diye eleştirildi. "Eşrefpaşalılar" bir İdeolojiye yaslanıyor mu?

Hüdaverdi Yavuz: Bütçesine bakılarak düşünüldüğünde gayet başarılı bir film oldu. Yaklaşık 125 kopya ve piar harcamaları dahil 900 bin lira gibi bir bütçeyle çekildi. Yurtdışı gösterimleri de hesap ettiğimizde 600 bin gişe yaptı. Bu da yapımcı para kazandı anlamını taşıyor.

Tabi ki filmin yönetmeni olarak filmin bu kadar seyirci toplamış olması hoşuma gidiyor. Birinci derecede beni ilgilendiren gişe değildi tabiî ki. Öncelikle yanlış anlaşılmaya çok müsait bir konusu var. Benim derdim elle tutulur, izlenilebilir bir film çıkarmaktı. Çünkü konu olarak baktığımızda riskli bir iş yapıyorduk. Çektiğiniz filmde camii, imam varsa, izleyici ya da sektör insanlarını önyargıyla yaklaştığını görüyoruz. Birileriyle, bir yerlerle bağlantısını düşünüp, propaganda filmi olabileceği anlayışına sahip oluyor. Bu önyargıyı kıracak bir iş yapmaktı benim derdim.

Hürriyet Gazetesi'nden Ahmet Hakan 3-4 defa "Bu cemaat filmidir" diye yazı yazdı ama, daha film vizyona girmeden, gidip filmi izlediğini de zannetmiyorum. Kendi geçmişine ya da önyargılarına dayanarak böyle yazdı. Böylece yeni bir sinema akımının adı konulmuş oldu: Cemaat Filmi. Ama cemaatin bir kısmından destek alacağımızı bilmemize rağmen bizim böyle bir kaygımız hiç olmadı. Ama "Fethullah Gülen'in hikayesini anlatmak ister misin?" diye sorsalar, tabii ki anlatmak isterim derim. Peşinden bu kadar kitleyi koşturan, bu kadar önemli bir şahsiyetin filmini yapmak, hikayesini anlatmak bana bir yönetmen olarak keyif verir.

Nasıl bir fahişenin, bir eşcinselin, bir devrimcinin anlatılmaya değer enteresan hayat hikayesi varsa ve bu anlatılabiliyorsa, ben de Fethullah Gülen'in hikayesini anlatmakta hiçbir mahsur görmüyorum. Bu hikayeyi çekersem beni şucu sanırlar, beni bucu sanırlar diye bir kaygım yok. Böyle düşündüğümüzde zaten sanat yapamayız.

Gerçek hayat hikayelerinden esinlenen filmler mutlaka bir tarafa yaslanacaktır. Bizim anlattığımız hikayeyse bir imamın hikayesiydi. Fethullah Gülen'in ilk dönemlerine atıf yapıyor olabilir. Kendisine ya da etrafındaki insanlara sorarsanız hiç de o insanları anlatmamışız. İşin bir de bu tarafı var. Sonuçta biz camii ve imam etrafında dönem bir hikayeyi anlattık.

Sıradan bir insanın hayatını anlattığınızda da bunun altında ideolojik bir altyapı vardır

Bu iş bıçak sırtı gibi ince bir işti. Dengeyi kaçırdığınızda mutlaka bir tarafı kesecek hikayeydi. Kendi fikrimle, kendi görüşümle bir taraf olmadan, bir tarafı kesmeden böyle bir film yapmayı başardım.  Yönetmen arkadaşlarımızdan "Dondurmam Gaymak"ın yönetmeni Yüksel Aksu "Hoca, çok iyi iş kurtarmışsın, tebrik ederim" diyen birisidir. Neden bu ismi veriyorum? Çünkü eski devrimci ve bu yüzden hapis yatmış bir isim. Gösterimde olduğunda "Sadece cemaat insanları izliyor" diye söyleyenler oldu ama bu doğru değil. O menfi propagandadan kurtulup filmi izleyenler, filmde güldüler, eğlendiler. Bir propaganda, ya da bir fikri benimsetmeye dönük, bir fikri anlatmaya dönük olayla karşılaşmadılar. Bir sinema filmi seyrettiler. Elbette her film bir şey anlatır. Sıradan bir insanın hayatını anlattığınızda da bunun altında ideolojik bir altyapı vardır. Bundan kaçamazsınız. Sinema öyle bir şeydir.

Bir salon filmi yaptığınızda da, bir komedi filmi yaptığınızda da altında ideolojik bir kültüre ideolojik anlamda katkıda bulunuyorsunuz demektir. Bu ne tarafa yaslanırsa yaslansın hiç fark etmez ama bir tarafa yaslanır. Ben bunlardan korkacak birisi değilim. Yaptığım işler ortada. "Şehnaz Tango" gibi bir dizi çektim. Eşrefpaşalıların tam da karşı cephesinde yer alan bir ideolojik alt metni vardı. İki işi de yaparken hikayenin tam ortasındaydım. İdeolojinin değil.

Samanyolu, Kanal7, Star, Show, TGRTt gibi her kanala iş yaptım. Bir yönetmen olarak onun hikayesini anlatırım, bunun hikayesini anlatmam gibi bir anlayışa sahip değilim. Yaptığım iş, hem gişe anlamında, hem de sonradan dönüp baktığımda bir sinema anlayışı anlamında beni oldukça memnun ediyor. Mütevazi bir bütçeyle çok emek harcayarak, etrafımdaki üç beş amatör ruhlu insanla beraber "Eşrefpaşalılar" filmini çektiğim için mutluyum açıkçası.

Amerika'da New York Film Akademisi'nde özel gösterim düzenlendi ve hayli ilgi uyandırdı. Ayrıca Houston Uluslararası Film Festivalinde jüri özel ödülünü kazandı. Bu da güzel... "Yaptığınız iş izlenmeye değer, sinemaya bir bakış getiren, insani yönü ve fotoğraflamadaki başarı takdire şayan, elinize sağlık" denilmesi insanın hoşuna gidiyor.

Yakup Sancı: Siz, çektiğiniz bazı işlere yönetmen olarak kendi adınızı yazmayıp, U.Yağmur Yavuz yazdınız. Neden kendi adınızı yazmayıp müstear isim kullandınız?

Hüdaverdi Yavuz: Türkiye'nin garip anlayışlarından, garip kanunlarından, garip yönetmeliklerinden kaçmak için bulduğum bir çözümdür. Devlet memurları kanununa göre, çalıştığınız kurum dışında başka bir iş yapmanız mümkün değil. Ben TRT'de çalıştığım için, yani devlet memuru olduğum için dışarıdan gelen tekliflere karşı yıllarca "hayır" demek durumunda kaldım. 1998 yılından itibaren gelen teklifleri değerlendirdim. TGRT'ye "Kırık Hayatlar" isimli bir dizi çektim. Devlet memuru olmama rağmen bu diziye adımı yazdığım için,  ciddi bir soruşturma geçirdim, bir ceza da aldım. Sonra anladım ki, dışarıdan gelen teklifleri yaptığında ismimi kullanmamam gerekiyormuş.

Şehir Tiyatroları oyuncuları, Devlet Tiyatroları oyuncuları ya da yönetmenleri de devlet memuru statüsünde ama, onlar gelen teklifleri değerlendirip kendi işine mani olmayacak şekilde "çalışabilir" iznini alabiliyorlar. Ama bizim böyle bir şansımız hiç olmadı. Dolaysıyla, onlar kadar şanslı olmadığımız için biz de işlerimizi kaçak yapmak durumunda kaldık. Yıllardır böyle çalışan, böyle iş yapan arkadaşlarımız var. Bu nedenle, ekranda gördüğünüz her isim zannettiğiniz gibi gerçek isim değildir. Kendinize ikinci bir isim uyduruyorsunuz, o ismi kullanıyorsunuz.  1999'dan 2006'ya kadar çektiğim işlerde bazen U. Yağmur Yavuz, bazen Uğur Yağmur Yavuz yazarak, oğlumun adını müstear ismim olarak kullandım. Müstear isim kullanmak kendimizi devletin hışmından, yönetmeliklerden korumak amacıyla yaptığımız bir küçük aldatmaca.

Yakup Sancı: Yeşilçam ve yeni kuşak sinemacı diye iki gurup, iki farklı görüş var. Siz Yeşilçam ve yeni sinemacı dediğimiz yerin tam ortasında bir yönetmensiniz. Hangi tarafa daha yakınsınız?

Hüdaverdi Yavuz: "Yeşilçam döneminde daha kaliteli işler yapılıyordu" diyenler külliyen yalan söylüyor. Yeşilçam döneminde iyi işler yapılmıştır ama çoğunlukla çok kötü işler yapılmıştır. Özellikle topluma yabancı, toplumu hiç anlamamış böyle bir çabası da olmayan bir sürü insan, bir sürü film yaptı. Köy filmleri, siyasi filmler, eğlenceli filmler gibi çeşitli işler yapıldı, ama bunların çoğu bana göre toplumla örtüşmeyen, bu topraklara yabancı işlerdi. Bir hikayeden 10-15 filmin nasıl çekildiğini biliyoruz. Aynı insanlarla iç içe 3-4 filmin çekildiğini de biliyoruz. Bunlar birer sinema filmi değil, sinemaya ihanet işlerdir. Zaten, Yeşilçam kendini böyle batırdı. 70'li yıllarda erotik filmler batağına saplandı, oradan da çıkamadı.

Nadiren de olsa Metin Erksan, Ö. Lütfü Akad, Halit Refiğ, Yılmaz Güney gibi entelektüel, araştıran, birikimli güzel insanlar da vardı. Bu ve benzer birkaç yönetmeni ve birkaç filmini bir kenara koyarsak genel olarak vasatın altında kalan işler yapıldı. Ki saydığım isimlerin bile vasatın altında kalan çok sayıda filmi var.

Türk filmlerinin yeniden gişe yapması, Mustafa Altıoklar'ın "İstanbul Kanatlarımın Altında" filmiyle başlamıştır. Sonrasında gelen pek çok genç yönetmen arkadaşımızla birlikte sinemada anlayış değişti. Yeşilçam'ın kısır hikaye anlayışları, sinemasal anlatım teknikleri bir kenara bırakılıp, daha özgür, daha cesur sinema dili olan yönetmenler geldi ve böylece Türk sineması yeni bir döneme girmiş oldu. Türk Filmine küsmüş olan seyirci yeniden Türk filmi izler oldu.

Sinemacı sayısı çoğaldı. Doğal olarak yapılan işlerde de çeşitlilik arttı. Bir yılda vizyona 60-70 film giriyor. Bu kadar Amerikan filminin arasına 60-70 Türk filmi sokabiliyorsanız bu ciddi bir başarıdır. Salonlar, dağıtımcılar Türk filmlerine güvenmeye başladılar. Türk filmlerinin daha önce salon bulmaları mümkün değildi. Kıyıda köşede salon bulduklarına şükredilirdi. Şimdi 400-500 kopyayla vizyona giren Türk filmleri var. Sinema seyircisiyle buluşabilecek işleri yapan, yapabilen bir sinema sektörü oluştu diye düşünüyorum.

Yakup Sancı: Yapımcı penceresinden baktığımız zaman ki, yapımcı bir yatırımcıdır. Filmin sanatsal değer taşımasından çok işin ticari boyutunu düşünür. Peki bir yönetmen penceresinden baktığımız zaman, yönetmen çektiği filmin sanatsal boyutunu mu daha çok düşünür, yoksa filmin ulaştığı izleyici sayısını mı onun için önemlidir?

Hüdaverdi Yavuz: Hiçbir yönetmen kendisi için film çekmez. Film çekiyorsa bu filmi başkaları da izlesin diye çekiyor. "Üç kişi izlese de olur üç milyon kişi izlese de olur" diyemezsiniz. Bu insanın doğasına aykırı... Sanatçı doğasına aykırı... Sanatçı beğenilmek ister. Alkış ister. Bu bencillik ya da megalomanlık değil. Sonuçta yaptığınız iş, başkalarının izlemesi, beğenmesi için yapılmış iştir. Tabi ki bunu yaparken yönetmen sadece seyirci izlesin diye de hareket etmez. Kendi sinema anlayışını, kendi sinema dilini, kendi hikaye anlatma yeteneğini ortaya koyar. Bu ortaya koyduğu şey izlenecek ya da izlenmeyecektir. Ama hiçbir yönetmen "ben film yaparım kim izlerse izlesin, beni ilgilendirmez" diyemez. Yönetmenler yaptıkları iş izlendikçe para kazanır ve yaşamak için paraya ihtiyaçları var.

Yönetmenlik emekli olunacak bir iş de değil

Sinema çok pahalı bir iş. Bugünün şartlarında bir film yapmaya kalktığınızda minimum 500 bin lira harcayacaksınız demektir.  Her yönetmen aynı zamanda yapımcı da değil. Yani çoğu yönetmen başkasının parasıyla film çekiyor. Bu parayı gözünü kırpmadan sokağa atabilecek kaç tane yönetmen ya da yapımcı vardır orasını bilmiyorum. Ayrıca yönetmenlik emekli olunacak bir iş de değil. "60 yaşına geldim. Ben emekliyim" de diyemezsiniz. Yeni film yapabilmek için sürekli yeni finansa ihtiyaç var demektir.

Yakup Sancı: "Argo edebiyatı işliyor" diye eleştirip, yerden yere vurduğumuz ve gişe rekoru kıran filmlerimiz var. Pahalı bir iş olan sinemada, finans sıkıntısı çeken bir sinemada, bu filmlerin yaptığı gişeyi, sinemaya getirisini, nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hüdaverdi Yavuz: Gişe yapıyorlar ve sinemaya katkıda bulunuyorlar. En kötü ihtimalle bu filmler şöyle bir işlev görüyor. Örneğin; Recep İvedik 1-2-3. seyirci sayısını hesap ediyorsunuz on milyonun üstünde. Bunu izleyici başına üç dolarla çarptığında otuz milyon dolar yapar. Bu karlılık bazılarının iştahını kabartıyor. Sinemaya yeni kaynakların girmesini sağlıyor. Tabi ki film anlamında baktığımız zaman, bir sanat eseri midir? Dediğimizde yerden yere vurulacak bir film. Hatta ondan önce bu film midir? Diye oradan bile başlanabilir. Ama özellikle sinema, sadece sanatsal boyutuyla değerlendirilemez. Sektörel boyutuyla düşündüğümüzde çok fazla girdisi-çıktısı var. Bu işten ekmek yiyen pek çok kişi var. Dolayısıyla her gişe başarısı ciddiye alınmalıdır. Bu Recep İvedik de olsa ciddiye alınmak zorundadır.

Benim sinema anlayışıma göre bu filmlerin hiçbir sanatsal değeri yok. Kaçak DVD'sini bile alıp izleme gereği duymadığıma göre, demek ki benim için bir sinema olayı olma özelliği yok bu işlerin. Bu filmler benim için hatırlamaya bile değmeyecek filmlerdir. Ama "Türkiye'nin en çok gişe yapan ilk üç filmi?" diye sorulduğunda da karşımıza çıkacak filmlerdir. Bunu da silemeyiz. Benim sinema anlayışımla, benim izlemek istediğim filmlerle alakası yok. Türkiye'nin bu filmlere ihtiyacı var mı? Evet var. Ülkede o kadar çok şeye ihtiyaç duyuldu ki, duyurtuldu ki... Fatih Ürek olmazsa Televizyonculuk olmazmış gibi, Kuşum Aydın olmazsa televizyonculuk olmazmış gibi dönemler yaşadık. Dolaysıyla bu filmler de böyle bir süreçte yerlerini aldılar.

Her yapılan film de sanat filmi olacak anlamını taşımıyor. Eminim ki bu tür filmleri yapan arkadaşlar da "Ben sanat yapıyorum" diye iş yapmıyorlardır. Para kazanmak için yapılan işler. Tabi ki onların da bir sanat anlayışı vardır, onların da sanata bakışı mutlaka vardır, olmalı.

Yakup Sancı: Çok güzel bir Türkçemiz olabilir. Peki, bu dili ne kadar konuşabiliyoruz? Biz toplum olarak argonun çok mu uzağındayız ki, "Argo edebiyatı işliyor" diye konuştuğumuz kendi dilimizi eleştiririz?

Hüdaverdi Yavuz: Argo bir kültürün bir dilin kabalığa kaçan bir yanı olsa da, zeka ile rafine edilmiş bir seksiyonudur. Argoya böyle bakabiliriz. Çok orijinal küfürleri olan, ya da çok orijinal argo deyimleri olan diller oldukça gelişmiş dillerdir. İngilizcede, Arapçada da argo var. Türkçe de hiç hafife alınamayacak argo darcığımız var. Yıllar önce önemli entelektüellerden Hulki Aktunç "Büyük Argo Sözcüğü" diye bir sözlük çıkartmıştı ve ben hem hacmine hem de içindeki zeka seviyesine hayli şaşırmıştım. "Tu kaka" denilecek bir şey değildir argo.

İzleyicinin de eleştirilmesi gerek

Bahsettiğimiz filmler sadece argodan yararlanmıyor,  aynı zamanda küfreden filmler. Hatta öyle ki sadece küfrederek güldürmeyi hedefliyor. Argo küfürü de kapsar ama sadece küfürden ibaret değildir. Rahatsız edici olabilir ama bu filmler bu kadar seyirci topluyorsa, bunun da bir anlamı olmalı. Bu kadar küfürü kaldırabilecek, tolere edebilecek kalabalık bir seyirci gurubu var diye düşünmek lazım. Bir şey eleştirilecekse bu yönünün de eleştirilmesi gerek. Sadece filmi değil, izleyicinin de eleştirilmesi gerek.

Yıllar önce Show TV "Kırmızı Noktalı" filmler yayınlardı. Sokağa çıkıp insanlara sorduğunuzda "Ben izlemiyorum" yanıtını alırdınız. Ama rating raporlarına baktığımızda ciddi bir kitlesinin olduğunu da görürdük. Peki kim izliyordu bunları? Uzaylılar gelip izlemiyordu herhalde. Ya da "Yemekteyiz" programını, yıllarca süren ve bir sürü versiyonu yapılan rating rekorları kıran "Televole"leri kim izliyorsa, kim onları sıralamada birinci yapıyorsa, onlara pirim verdiyse Recep İvedik'lere de onlar pirim verdiler. Bir şey ayıplanacaksa külliyen ayıplanmalı.

Yakup Sancı: Sinema ve dizilerde çalışan pek çok oyuncu televizyonlara çıktığında isminin altına sanatçı yazılıyor. Sanatla ilgilenen herkes "Sanatçı" mıdır?

Hüdaverdi Yavuz: Sanatçı kelimesi, Türkiye de altı yeterince doldurulmadan,  ne anlama geldiği iyi bilinmeyen ve düşünülmeden kullanılan bir kavram. Televizyon dünyasında 1986'dan beri varım. Her şarkıcıya, türkücüye rahatlıkla "Sanatçı" yaptığı işe de "Sanat" denilebiliyor. Televizyon programları yaptığım dönemlerde ekrana çıkardığım kişinin isminin altına sanatçı ifadesini kullanmaktan kaçınmışımdır.  Kullandığım kişilerden örnek verecek olursam, Zülfü Livaneli. Zülfü Livaneli'nin isminin altına sanatçı kelimesi yazarken hiçbir rahatsızlık, hiçbir şüphe duymadan yazdım. Yaptığı işlerle o ünvanı haketmiş biriydi çünkü. Her türkü söyleyen "Ben Türk halk müziği sanatçısıyım" dediklerinde de nefret ettim. Sen türkücüsün işte o kadar. Türküyle uğraşan biri de sanatçı olabilir elbette. Ama o alanda çok önemli ve kendi adıyla anılacak işler yapmış olması gerekir.

Oyuncular içinde durum böyle. İşini zanaat boyutunda yapan da var sanat boyutunda yapan da. Her oyuncuyu sanatçı yaptığımızda örneğin Uğur Yücel'e ne diyeceğiz? Büyük bir haksızlık olayıyla karşı karşıya kalırız. Sanatçı olmak farklıdır.

Bu tür kavramlar Türkçemizde özenle kullanılmadığı için yetmiş iki milyon nüfusun içinde otuz beş milyon insan "Sanatçı" olabiliyor. İki cümleyi kafiyeli olarak ardı ardına getirene de şair olmak o kadar kolaymış gibi "şair" denildiği gibi. Şarkı söyleyenin bir adı var, şarkıcı. Türkü söyleyen, türkücü... Dizilerde filmlerde her oynayanında sıfatı sanatçı değil, oyuncudur. Sanatçı kişinin kendi kendine verebileceği bir unvan değildir. Meslek ömrünce bir şeyler yaparsın, gün gelir senin yaptığın diğerlerinden ayrışır, birileri de der ki (onlar bu işten anlayanlardır), sana sanatçı der.

Yakup Sancı: Siz oyuncuyu çok fazla yormadan, oyuncunun performansını en üst düzeye çıkarabilen bir yönetmensiniz. Ne istediğinizi ve oyuncudan ne alabileceğinizi biliyorsunuz. Her yönetmenin oyuncuyu "oynatma" metodu olmalı mı?

Hüdaverdi Yavuz: Benim reji anlayışım, oyuncunun verebileceği en iyi performans neyse onu çıkartmaya çalışmaktır. Bunu yaparken de önce oyuncuya güvenmem oyuncunun da bana güvenmesi gerekiyor. Çalışırken işin içine gönüllü olarak oyuncunun da katılımını sağlayan bir ortam yaratıyorum. Bu ortam yaratıldığında oyuncumdan istediğim performansı da alabiliyorum. Kısa sürede çekilecek işlerde özellikle dizilerde yönetmenler oyuncuların performansına bir şekilde mahkum kalırlar.

Yakup Sancı: Bir gurup yönetmenimiz "Türkiye de çok fazla oyuncu var" der. Bir gurup yönetmenimiz de "Oyuncu sıkıntısı var. Senaryodaki karaktere uygun oyuncu bulamıyoruz" der. Oyuncu enflasyonunun olduğu bir ülkede hala oyuncuya ihtiyacımız var mı?

Hüdaverdi Yavuz: Bu mesleğe başladığım dönemde oyuncu yetiştiren İstanbul'da iki, Ankara'da bir konservatuar vardı. Buralardan mezun olanlar Şehir Tiyatroları, Devlet Tiyatroları ve başka şehirlerdeki Şehir Tiyatroları gibi yerlerde çalışıyorlardı. Piyasaya oyuncu arzı çok fazla değildi. Mezun olan oyuncular da o günün şartları için yeterliydi.

Ancak özel televizyonlarla birlikte yapılan işlerin sayılarında inanılmaz bir artış oldu. Her dönem yaklaşık 100 diziyle başlanıyor. 100 dizi dediğimizde her dizide en az 20 kişinin oynadığını düşünürsek 2000 oyuncu eder. Daha küçük rolleri de hesaba kattığımızda 4000, 5000 oyuncuyla çalışılıyor. Bu çok ciddi bir rakam... Tabii oyuncu sayısı bununla sınırlı değil. Bir de çalışma imkanı bulamayan oyuncu topluluğu var.

Oynayan her oyuncu, ya da şans bulan her oyuncu iyi oyuncu değildir

Her televizyon kanalında görünen, ya da her sinema filminde görünen oyuncu mudur? Hollywood'da, Avrupa da, Hindistan da olduğu gibi oyuncular vardır, iyi oyuncular vardır, bir de çok iyi oyuncular vardır. Türk sinemasında da dizi sektöründe de bu böyledir. Oyuncular vardır, iyi oyuncular vardır ve çok iyi oyuncular vardır. Tabi oyuncu sayısı çoğaldıkça kötü oyuncu sayısı da artar. Enflasyon olduğu yerde sayılar artar ama kalite düşer. Oynayan her oyuncu, ya da şans bulan her oyuncu iyi oyuncu değildir. Oynamayanlar, şans bulamayanlar da kötü oyuncu değildir.

Türkiye de özel televizyonlar gibi, özel üniversiteler kuruldu. Ki özel televizyon ve özel üniversitelerin kuruluşları aynı döneme gelir. Öğrenci çekebilmek için, Üniversiteler,  İletişim Fakültesi, sinema televizyon, radyo televizyon bölümü açıldı. Sadece İstanbul da ki 6-7 Üniversitede oyunculuk bölümü var. Devlet okullarında zaten eskiden beri var. Birde şunu düşünmek gerekiyor. Türkiye bu kadar oyuncuyu yetiştirecek hocaya sahip mi? Yıldız Kenter de oyuncu yetiştiriyor, adını sanını bilmediğimiz insanlarda oyuncu yetiştiriyor. İkinci soru; Türkiye şartlarında bu kadar oyuncuya ihtiyaç var mı? Bu üniversitelerin, özel okulların her yıl ortalama 500 oyuncu (!) yetiştirdiğini ve bir de bu işe gönül vermiş alaylı insanları düşündüğümüzde karşımıza korkunç bir oyuncu ordusu çıkıyor. Türk Eğitim sisteminin temel sorunu bu: sektörel ihtiyaçlar ve tendler göz önüne alınarak planlama yapılmıyor maalesef.

Yakup Sancı: Peki sinema okuyan öğrenciler, çalışamayacaklarını bildikleri bir alanda eğitim almak için neden bu kadar ısrar ediyorlar da, çalışabilecekleri başka bir bölümü seçip onun eğitimini almıyorlar? Suçlu, sadece onları içine çeken, cezbeden, albenisi olan sinema mı?

Hüdaverdi Yavuz: İlköğretim ve ortaöğretim düzeyinde yapılması gereken işler var. Bunların başında rehberlik ve yönlendirme hizmetleri geliyor. Bir çocuğun neye yetenekli olduğunu, hangi alanlarda başarılı olabileceğini bu dönemlerde belirlemek mümkün... Bunun için çeşitli testler yapılır, çocuk bu testlerin sonucuna göre yönlendirilir. Çocuğun keman üzerine bir yeteneği vardır. Bu çocuğu konservatuara gönderirsin. Diğeri spora yatkındır, diğeri mekanik işlere ilgi duyuyordur. Çocuklar ilgi alanlarına göre yönlendirilip başarılı olmaları sağlanabilir. Başarılı olmanın temel kuralı, yaptığın işten haz almaktır. Zorla yapılan işlerden ne haz alınır ne de verimli olunur.

Eğitim sistemimizin böyle bir eksiği var. Yönlendirme ya da yönlenmeyi çocuklar kendi kendine yapıyor. Çoğu aile çocuğun ilgi alanının farkında değildir, donanımları nedeniyle farkında değildir. Bu nedenle çocuklar cinsellikten giyim kuşama, arkadaş seçiminden eğitimine kadar her şeylerini kendileri halletmek durumundadır.

Peki bu çocuklar neye göre halledecekler? Popüler kültüre göre. Popüler kültür her yerde rastladığı, her yerde önüne çıkan, her saat başı albenisi yüksek, janjanlı olarak gözüne sokulan ve bir şekilde benimsetilen şeylerdir. Ekranlarda edepsizlikleri paçalarında sızan fakat "ben sanatçıyım!" diyen insanları, mankenleri, şarkıcı, türkücü, dansözleri gösterirsen, en kolay olabileceği şeymiş gibi duruyorsa karşısında... O da kendi kendine şöyle diyecek "Ben ondan daha güzelim, ben ondan daha yakışıklıyım, ben daha yetenekliyim. Ben daha iyisini yaparım" dediğinde, artık onun önünü kesemezsiniz. Yapacağı tek şey, öyle bir yere gitmektir. Oraya gidememişse özel kurslara gider, sonra oradan mezun olur "Ben falanca hocadan ders aldım, falanca yerden mezun oldum" der, piyasaya girer.

Eğitim aldığı yerler de ne idüğü bilinmeyen, denetlenmeyen yerlerdir. Ama kurs ya da kurs veren şöhrettir, ismi vardır. Bu tür yerleri oyuncu yetiştiren okul olarak değil, para kazanan ticarethaneler olarak değerlendiriyorum. Çok ciddi bir eğitim sorunu olarak görüyorum. İhtiyaç olmayan alanlara eleman yetiştirmek, ihtiyaç olan alanlara da eleman yetiştirememek üzerine kurulmuş bir eğitim sistemi. Çok yazık!

Yakup Sancı: Yapmak istediğiniz projeler var mı?

Hüdaverdi Yavuz: Var ama yapmak istediğim projelere para bulamadığımız zaman teklif edilen projelere bakmak durumundayız. Önümüzdeki günlerde çekimine başlayacağım bir dizi işi var. Bu diziyi TRT İçin çekeceğim. Urfa valiliği için anlaşma yaptığım bir proje var. 10 bölümlük Urfa belgeseli. Uzun vadede bitirilecek bir iş. Yazar gurubum yaklaşık iki aydır üzerinde çalışıyor. Kendim çeker miyim? Bilmiyorum ama bir şekilde işin içindeyim. Bir sinema filmi projesi var. Onun üstünde çalışmalarımız var. Beş ülkede geçen bir hikaye, çok ciddi bir Prodüksiyon hazırlığı ve uzun bir çalışma döneminde bitecek iş. Kendi öyküm olan iki iş var. Finans bulabilirsem onları çekmeyi düşünüyorum. Finans arayışım devam ediyor ama finans bulmak o kadar kolay değil. Sinema sektörü çok karlı diye kimse projelerin üstüne atlamıyor. İkna etmek lazım. Pazarlamacı olmak lazım falan flian...

Yakup Sancı: Sinematürk sitesini tanıyor musunuz?

Hüdaverdi Yavuz: Tanıyorum tabi ki. Cast çalışmaları yaparken olsun, aklıma takılan bir soruya cevap ararken olsun, kaynak olarak başvurduğum site. Ciddi çalışan bir site diye düşünüyorum. Tabi bu işler henüz para kazandırmadığı için amatör ruhla yapılan bir oluşum ama diğer sitelerle kıyasladığımızda çok ciddiye alınacak bir site.

Yakup Sancı: Geçmişten geleceğe uzanan köprüde değerli yönetmenimiz Hüdaverdi Yavuz'la buluştuk. Anlatılanlar ışığında sinemamızın ve sinemacımızın sorunlarına çözümler aradık. Bize katıldığınız için teşekkürler. Bir başka kalpte buluşmak dileğiyle...

Hüdaverdi Yavuz'a Teşekkürler.

Her hakkı saklıdır. Yazarının ve Sinematürk.com'un izni olmaksızın alıntı yapılamaz, kullanılamaz.
 
Yakup Sancı İletişim: [email protected]

 

 


 

Kaynak
Yakup Sancı
 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)