Üye değil misiniz?
Aktivasyonunuzu tamamlamadınız!
Zaten bir hesabınız var mı?
Hüseyin Özay, Samsun'un ücra, karasal iklimi olan, doğudaki bir çok mezra denen yerlere benzeyen bir köyünde, anne baba aile planlaması yaptıkları için midir yoksa yoksulluğun bilincinde olup bakamayacaklarını anladıkları için midir bilinmez iki kardeşten biri olarak çok kalabalık olmayan köyün çok yoksul bir ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelir.
Köylü çocuğu köyünün tarlasında, dağında, taşında, deresinde, tepesinde oynar. Tozunda toprağında harman olur. İlkokula gitmesi gereken yaşlara geldiğinde gidecek bir okulu, okulunda bir öğretmeni yoktur. Köyün ileri gelenleri bir köy odasını okul yaparak o ve diğer köylü çocuklar okullarına kavuşurlar. Bir de öğretmen gelir okuluna...
Köylü çocuğu ilkokulda okumayı söktüğünde konuşmasını da farkında olmadan değiştirmeye başlar. O artık ahmak değil ekmek der, ana yerine anne der. Arkadaşları "sen şaarli gibi gonuşuyon la" der dalga geçerler. İleriki yıllarda "şaarli gibi gonuşmanın" ekmeğini yiyeceğinden habersizdir o günlerde ama konuştuğu dilden memnundur.
Öğretmenini çok sever. Onun kıyafetine, konuşmasına, hareketlerine hayran kalır. İlkokulu bitirdiğinde ortaokul okuması için babasını da öğretmeni ikna eder ve hayatında ilk defa köyünden dışarı çıkar şehrin asfaltına ayak basar. Şehirde düğmeyle yanan ışığı, musluktan akan suyu görür. Otomobili, otobüsü görür. Hayatında ilk defa gabardin pantolon giyer. Sadece öğretmeninin giydiğini sandığı ayakkabıyı normal insanların da giydiğini görür. Ütülü pantolonu sadece öğretmeni değil diğer insanların da giydiğini görür. Daha önemlisi, dünyanın o küçücük köy olmadığını görür.
1959 yılında dünyaya gelir ama babası gerçek doğum tarihi ile nüfus kağıdı almaz onu doğduğu günden 6 yıl sonra o günün tarihiyle kayıt yaptırır. Bu nedenle kimliğinde, ilkokula başladığında bir yaşında, ortaokula başladığında ise 6 yaşındadır.
Hüseyin Özay: Ortaokula giderken kendimde farklılıklar görüyordum. Çevremdeki insanlardan farklı hareket ediyor, farklı düşünüyordum. Kırsaldan şehre gelip uyum sağlamada zorluk yaşarlarken, hatta uyum bile sağlayamazlarken ben çok çabuk adapte olmuştum şehre.
Ortaokulu bittikten sonra babam liseyi okumama da karşı çıkmıştı. Yokluk, yoksulluk içinde yaşayan bir adamdı babam. Yardım edecek kimsesi yoktu. Onu anlıyordum ama bir yandan da liseye gitmek istiyordum. Beni üç sene oyaladı köyde. Daha fazla duramadım kaçtım köyden.
1976 senesinin Kasım ayında Ankara da işportacılık yaparken akrabalarımdan biri Eskişehirli bir patronun yanına götürdü. Bir mühendislik bürosuydu burası. Burada temizlik, çay kahve işlerini yaptım bir süre. Siyasi olaylar da başlamıştı bu yıllarda. Akşam lisesine kaydettirdim kendimi. Liseye giderken çatışmaların arasında kaldım, dayak yedim. Sanki lisede okumaktan korktum, Samsuna geri geldim.
1977 de ortaokuldan tanıdığım bir arkadaşımın aracılığıyla iş buldum. 1978 de oto yedek parçası satan bir dükkanda yine ortalığı temizleyecek, çay yapacak biri olarak işe başladım. Bir yıl çalıştıktan sonra yaklaşık 5-6 bin kalem çeşidin ne işe yaradığını, kaç lira olduğunu, hangi araca ait olduğunu da öğrendim. Daha sonra şubesi açılan bu dükkanın başına geçerek bir süre burayı işlettim.
1978 de sevdalandım, bu sevda bizi evliliğe götürdü ve evlendim. Hem Samsun da çalışıyor hem de geceleri akşam lisesine gidiyordum. 1980 de bir oğlum oldu. Oto yedek parça pazarlaması için başka şehirlere uzun seyahatlerim oluyordu. Bu iş seyahatleri evliliğimi de tehlikeye soktu. Eşim kendince haklı olabilir bilmiyorum ama anlaşamadığımız, beni anlamadığı, algılamadığı belliydi.
Aynı yıl 1980 de ihtilalden sonra Samsun da konservatuar kurulduğunu bir arkadaşım söylemişti. Hayatımda tiyatro eseri okumamıştım. Çocukluğumda radyo tiyatrosu dinlerdim. Akşam lisesinden bu arkadaşım beni konservatuara kaydettirmiş. Konservatuara gittim bir hoca beni sahneye aldı ve "bana bir doğaçlama yap" dedi. Ne yapayım hocam dedim. "Sen ne iş yapıyorsun?" dedi. Oto yedek parça satıyorum dedim. "Tamam o zaman bir müşteriyle telefon konuşması yap" dedi. Sahnede başladım müşteriyle telefonda konuşmaya. Yeter demiyorlar, bu konuşma uzadı da uzadı, en sonunda bitti hocam dedim.
Bu yıllarda hem derslerimi aldım hem de deneme sahnesi adı altında her sene çıkan oyunlarda rol aldım. 4 sene konservatuarda okudum ve bu dört sene boyunca da oyun oynadım. Hocam beni bırakmadı. "Burada kalacaksın, seni hoca olarak alacağım" dedi. Belediye meclisinden karar çıktı ve okuduğum konservatuarda öğretim görevlisi olarak, sahne uygulaması, rol, mimik ve diksiyon derslerine giren bir adam oldum. Daha sonra belediye beni kadroya aldı. Konservatuarın kadrolu memuru oldum. Sahneye oyun koydum, insanları yetiştirdim.
Yakup Sancı: Bir dönem TRT de seslendirme sanatçısı olarak çalıştınız. TRT den neden ayrıldınız?
Hüseyin Özay: 1986 yılıydı, televizyon kanalı "TRT ye seslendirme sanatçısı alınacak" diye bir altyazı geçer. Kavgalı olduğum eşim akşam eve geldiğimde ağzının ucuyla bu altyazıyı söyledi. Ciddi mi söylüyorsun dedim", evet sana yalan mı söyleyeceğim." dedi. Eşime, ben gidiyorum dedim. Bu haberle üstümü giyip evden çıkmam iki dakika sürdü. İlk otobüsle Ankara ya geldim ve kaydımı yaptırdım.
Yaklaşık 5 bin kişi müracaat etmişti. Bunların içinden 500 kişi seçildi ve bunların biri de benim. Daha sonra bu 500 kişi içinden de 69 kişi seçildi ben de onlardan biriydim. Burada Cüneyt Gökçer ve pek çok hoca oyunculuk dersi verdi. Daha sonra teknik kurslarımız başladı. Burada mikrofon kullanmak, monitörü görme, sesi duyma gibi pratik derslere girdik. İki ay sonra da "siz dublaj sanatçısı oldunuz" dediler.
1988 de evimi Ankara ya taşıdım. Seslendirme sanatçılığının maaşı yoktu. Anca seslendirme yaparsam para kazanıyordum. Drama seslendirmelerine girerdim. Büyük rolleri pek konuşturmazlardı, daha çok "gak, der guk" derdik. Yani küçük rolleri konuşurduk.
1990 yılına kadar çok güzel paralar kazandım. Çok para da harcadım ama evimi de aldım arabamı da aldım. Bir ay içinde yaklaşık 3-4 bin dolar alabilecek para kazanırken 1994 senesinde Tansu Çillerin 5 Nisan kararlarıyla tepetaklak oldum. Kazandığım bu para birden bire ayda 250 dolar alabilecek kadar para kazanmaya kadar düştü. TRT den ayrıldım. 2000 yılına kadar çeşitli işler yaptım. 2000 yılında eğitimini aldığım mesleğime döndüm ve İstanbula geldim.
Yakup Sancı: Seslendireme yapan bazı arkadaşlardan benzer şikayetler duyuyorum. Ünlü sesler ciddi rakamlara konuşurken en az onlar kadar iyi olan fakat ünlü olmayan sesler komik rakamlara seslendirme yapıyor. Seslendirme Sanatçıları Meslek Birliği SES BİRin de üyesisiniz. Neden örgütlenip alt tabanı belirlemiyorsunuz?
Hüseyin Özay: Bu emeğin bu ülkede karşılık olarak bir tabanı yok. Bu konuda değişik zamanlarında çalışma yaptık. 1991 yılında kurulan daha sonra da SES BİR olan derneğin de kurucu üyesiyim. İstanbul da bir yapılanmanın içersine giriyoruz. Bizi fark edin. Bizde meslek sahibiyiz. Yani tiyatro oyunculuğumuzun dışında seslendirme diye bir sanat dalı vardır. Bunu anlatmaya çalıştık. Kimlere? Yetkililere. Meclise kadar komisyonlar oluştu çalışmalar yapıldı. Fakat kabul görmedik. Seslendirme sanatçılığı diye bir meslek yok bu ülkede...
Bakın açık açık söylüyorum, mecliste kabul etmediler öyle bir tanımlamayı. Yasa da böyle bir şey yok. Meclisteki insanlar da haklı belki ama yasa çıkarmak da onların işi. Ne kadar uğraştıysak meclisin arşivlerinde olmaktan öteye geçmedi sorunumuz. Açıp da bunlar ne istiyor, dertleri neymiş diyen olmadı.
Şike yasasını 1 günde görüş genel kurula gittiler. Ben kimim? Bende bu ülkenin futbolcusu değil sanatçısıyım. Dünya çapında konuşulan bir iş yapıyoruz. Bir de üstelik ben burada futboldan daha üstün şeyler yapıyorum. Benim yaptığım işleri de pazarlıyorsun dünyaya. Ama benim hakkım yok. Hem üretiyorum hem hakkım yok. Benim bir tanımım yok. Seslendirme sanatçısı diyemiyoruz kendimize, öyle bir tanım yok. "Sen seslendirme yapıyorsun" diyor vergi istiyorsun "fatura keseceksin" diyorsun. Sonra da "seslendirme sanatçısı yok" diyorsun. Peki neden vergi istiyorsun?
Devletin çelişkisi. Daha doğrusu sistemin çelişkisi... Ya da yöneticilerin küçüklüğü, neye sayarsanız sayın. Böyle bir yönetim düşüncesi ülkede aydın insanların tepelerine çıkmasına müsaade etmez. Bu işlerine gelmez. Aydının sesinin çıkmaması gerekir. Yoksa doğru yönetmek zorunda kalacaklar bu ülkeyi. İnsanlar haklarını arayacak bu da devletin işine gelmez.
Seslendirmenin tabanını belirlemek için çalışmalarımız oldu. 2005 yılında seslendirmenin tabanı 100 lira olsun. 99 liraya kimse konuşmasın. Sesi iyi olan, gücü yeten bu rakamın üstünde pazarlık yapsın ama tabanın altına kimse inmesin dedik. Örneğin Sungur Babacan, Haluk Bilginer bin liraya, iki bin liraya on bin liraya konuşsun ama Hüseyin Özay da 100 liranın altında konuşmasın. Bu kararı aldık boykot ettik. Daha boykotun birinci haftasında guruplara ayrıldık. Kağıt üzerinde örgütlendik fakat örgütlenmenin gereğini üyeler olarak yapmadık. Hadi kardeşler haklı davamızda şuraya yürüyelim diyoruz 700 kişi üyesi olan dernekte arkamıza takılacak 15 kişi bulamıyoruz.
Alt tabanı belirlemişiz, 100 liranın altında konuşmayın, stüdyoya girmeyin diyoruz gidip 30 liraya konuşuyorlar. Az para da olsa alıp konuştular, sürümden kazanıyorlar ama bu olmaz. Ben sanatçıyım ben sürümden kazanmam.
Oyunculuk için de benzer durum var. "Efendim sizin bir sahneniz var bütçesi de bu" olmaz. Ben yarım gün çalışıyorsam yarım gün, bir gün çalışıyorsam bir günün ücretini ödeyeceksin. O gün içinde bir sahne de de oynarım 10 sahnede de oynarım. Ben 31 yıllık oyuncuyum. 31 yıllık bir oyuncunun emeği ne ise üç aşağı beş yukarı onu vereceksin. Seslendirmede de bu oldu, sürümden kazanıyoruz dediler üç otuz paraya konuştular. Şimdi ise ne konuştukları, kazandıkları paraları tahsil edebiliyorlar ne de istedikleri fiyatı kabul ettirebiliyorlar. Adam "fiyat bu işine gelirse" diyor. İster konuş ister konuşma nasıl olsa sen konuşmasan başkası konuşuyor.
Yakup Sancı: Seslendirmede kaşenizi alamıyorsunuz peki sinemada alabiliyor musunuz?
Hüseyin Özay: Alamıyoruz. Bu da bizim beceriksizliğimiz. Yapımcı ya da kanal dediğimiz, medya gurubunu elinde tutan insanların kabahatleri yok. Sistem gereği çok çabuk bir araya geliyorlar, birbirlerini hiç sevmeseler de menfaatlerinin çakıştığı noktada el sıkışıp çıkıyorlar. Biz sanatçılar, biz oyuncular niyeyse o çarkın işlemesini sağlayan insanlar olarak birbirimizi dövüyoruz. Örneğin sana bir rol geliyor teklif 3 bin lira. Bunu kabul ettin ettin, yok düşüneyim dediğin an bu rolü bu teklifi bir başka oyuncu arkadaşın duyuyor, arıyor yapımcıyı"ben bin liraya oynarım" diyor. O rol elinden gidiyor. Kimin kabahati var şimdi? Patron mu vermiyor? Hayır, adam bütçesini belirlemiş ama biz o rolü alacağız diye rolün gerçek bütçesinin çok altında bir paraya oynuyoruz.
Ben bir oyuncu olarak hayatımı devam ettirebileceğim parayı kazanamazsam, bırakın taksi parasını Otobüse, Metroya binecek akbilimi bile dolduramıyorsam. Kiramı, faturamı ödeyemiyorsam hangi duyguyla, hangi enerjiyle çıkıp da o kameranın karşısına rol yapacağım, faydalı olacağım?
Bir dizide işe başlıyoruz, dizinin 4-5 bölümü yayınlanmış ama biz birinci bölümün bile parasını alamamışız. Ödeme alamazsam nasıl yaşayacağım? Ben öldükten sonra mı ödeme yapacaksınız? Emekçi sömürülmüyor bana göre, emekçi kendini sömürüyor. Bir başkasının kurt olmasına gerek yok. Biz birbirimizin kurduyuz. Seni eleştirmek kolaydır ama aynanın karşısına geçip kişinin kendini eleştirmesi önemli. Başrol oynayan kişi de insan, o da oyuncu. O parasını alıyor sen almıyorsan, seni sömüren yok kusura bakma sen kendini sömürüyorsun.
Eğer başrol ve diğerleri diye bir ayrım söz konusuysa buna da sebep biziz. Bizi ayırmalarına göz yumuyoruz demek ki. Bütün mesele bizde... Ne yapıyorsak biz yapıyoruz. Bomba bizim içimizde, fünyeyi biz çekiyoruz.
Yakup Sancı: Bazı oyuncular işsizlikten şikayet ederler. Her ne kadar çok fazla sinema çekmeseniz de bu oyuncularla zaman zaman karşılıklı oynuyorsunuz. Gözlemleyebildiğiniz kadarıyla problem nerde?
Hüseyin Özay: Yapımcı kanadını çok bilmem ama gözlemleyebildiğim kadarıyla Yeşilçam da maalesef, üzülerek söylüyorum oyunculuk konusu üzerine çalışmış, kafa yormuş insan çok fazla yok. Ama insanlar çok fazla filmde çalıştıkları için haklılar. Bu kadar çok filmde çalıştıkları için kendilerini şimdikilerin çok üstünde oyuncu olarak görüyorlar. Benim gördüğüm bu... Hal böyle olunca talepleri de artıyor kaprisi de bu nedenle yapıyorlar. Ama kusura bakmasınlar altyapıları yok. Sesli çekim yapılıyor artık, biz şakır şakır ezber oynarken, karşımızda Yeşilçamdan gelmiş ama iki lafı ezberleyemeyen insanlar görüyoruz. Yüzlerce filmde oynamış ama iki cümle ezber yapamıyor, ne olacak şimdi? Neyin şikayeti bu? Sen önce kendini besle, kendini doldur ondan sonra şikayet et.
Bizler çok para kazanan ve çok para yiyen insanlarız. Çünkü diğer insanlar gibi yaşamayı bilmiyoruz. Bir sete gidiyor haftalarca aylarca çalışmak zorunda kalıyorum. Gece gündüz 24 saat çalıştığım, iki gün uyumadığım zamanlar oluyor. Diğer normal yaşam süren insanlar gibi üç öğün yemek yerim, 8 saat uyurum, diğer sosyal aktivitelerde bulunurum diyemiyorum. Nerde doluyorum nerde boşalıyorum bunu da bilemiyorum. Böyle olunca da benim tatmin noktam değişiyor. Hem ezber yapamıyor hem kapris yapıyor. Hem de gelmiş olduğu süreç nedeniyle kendince haklı olabilir şikayet ediyor. Durum böyle olunca setlerde pek iş bulma şansı kalmıyor.
Yakup Sancı: Çok paradan kasıt ne kadardır? Bu sözünü ettiğiniz çok paranın ölçüsü nedir?
Hüseyin Özay: 1990 yılında benim bir dikili ağacım yokken 30 bin liraya Ankara da içinde kiracı olarak oturduğum ve 3 aydır kiramı veremediğim evi satın aldım. Bunu o zamanlar TRT de seslendirme yapıyor oradan kazanıyordum. Devlet Tiyatrolarındaki ağabeylerimiz ablalarımız büyük rolleri konuşuyor biz de daha çok küçük rolleri konuşuyorduk. Bu rollerin karşılığı olan paralarla ev aldım. Bir sene sonra araba aldım. Bir sene sonra yazlık aldım. Tüm bunları TRTden kazandığım parayla aldım.
"Kanallar çoğalacak, pasta büyüyecek, çok güzel ekmek yiyeceğiz" dendi. Kanallar çoğaldı, şimdi ülkede ulusal, yerel, bölgesel 500 kanal var. Bu 500 kanalda bizim yaptığımız işler dönüyor hala, ne telif hakkı alabiliyoruz ne de karnımızı doyuracak para kazanıyoruz. 2004 yılında giriş altı küçük bir daire aldım. O günden bu güne kadar içini tadilat yaptıracak parayı kazanamadım. Hala o şekilde oturuyorum. Bunu yapamadığım gibi uzun süre elektriği suyu kesildi. Her zaman akmıyor çeşme, gün geliyor değirmenin suyu kesiliyor. Kazandığımız zamanlar çok oldu, yediğimiz zamanlar da çok oldu.
Yakup Sancı: Peki 31 yılınızı sinema, tiyatro, seslendirme sanatına adamış birisiniz. 31 yılını sanata vermiş biri olarak olmanız gereken yer neresiydi? Şimdi neler yapmak isterdiniz?
Hüseyin Özay: Bu ülkede öğrenebildiklerimi tekrar bu ülkeye aktarabilecek imkanımın olmasını isterdim. Bu ülkenin sanatçısı olarak ekonomik sıkıntı çekmeden sanat öğreteyim isterdim. Enerjimi bu sanata gönül vermiş insanları yetiştirmek için harcamak isterdim. Benim bir sanatçı olarak sahibim yok. Arkamdan bana seslenecek, bana dokunacak bir el istiyorum. Kim bu? Devlet. Devletin bana ve benim gibi bu ülkenin sanatçısına sahip çıkmasını isterdim. Ben nerde olduğumu bilmiyorum ki nerde olmak istediğimi söyleyeyim. Kıssadan hisse. Fakire sormuşlar "piyangodan para çıksa ne yaparsın" diye. Fakir de "Soğanın taa cücüğünü yerim" demiş. Bu hesap gel şimdi böyle bir adamın önüne hedef koy. Soğanın cücüğüne hasret bir sanatçı ne kendine faydalı olur ne de ülkesine sanatçı yetiştirebilir.
Yakup Sancı: Ayağında postalı bile olmayan o fakir çocuk Hüseyinin keşkeleri oldu mu?
Hüseyin Özay: Belki beni doğru anlatacak bir soru. "Hayatımdan çıkardım" diye tabir ettiğim iki kelime var. Biri "keşke", bir de "mazeretler". İkisine asla sığınmadım. Keşkeleri geçmiş olarak yaşadım, arşive kaldırdım. Onlardan çıkardıklarımı da hayata ders olarak aldım. Mazeretler içinse söyle bir cümlem oluştu yaşadığım hayat içinde. "Mazeretler, insan denen yaratığın kendi hücre duvarlarını kalınlaştırmak için camdan duvarlarıdır". Bu mazeretlere sığınmaya başlarsan, çoğaltırsan, o camdan duvar da kalınlaşır, kalınlaşır ki çıkmak istediğinde artık çıkamayacak bir hale gelirsin. Alınan dersler var, keşkeler mazeretler yok.
Kimsesiz değilim galiba dediğim anlarını anladıktan sonra daha çok sevdim hayatı. İçinde olduğumu kavrayana kadar anlamaya çalışmakla geçti zamanım. Vah demeden, mazeret üretmemeye çalışmadan ve de ''keşke''siz yaşamak çok güzel.
Hüseyin Özaya Teşekkürler.
Her hakkı saklıdır. Yazarının ve www.sinematürk.com'un izni olmaksızın alıntı yapılamaz, kullanılamaz.
Yakup Sancı İletişim: [email protected]