Üye değil misiniz?
Aktivasyonunuzu tamamlamadınız!
Zaten bir hesabınız var mı?
Hepimizin günlük hayatta çok sık duyduğumuz bir cümle vardır; "Futbol, sadece futbol değildir" diye... Aslında bu cümleyi sinemanın dünya çapındaki büyük kültürel etkisini düşünerek biz de şöyle değiştirirsek sanırım yanlış söylemiş olmayız; "Sinema, sadece sinema değildir. Başlangıçta Amerika'da ve Avrupa'da ucuz halk eğlencesi olarak görülen sinema, bizdeki ilk sosyal yansıması Osmanlı padişahı Sultan Reşad'ın tebaasından kendisini çeken Makedon kardeşleri engellemeye çalışan yaverine söylediği; "Bırakın çocuklar oynasınlar" sözüyle hayat bulmuştur. Bu halk eğlencesi ve oyun gibi görülen sinema, aslında 20. yüzyılda yedinci sanat vasfı taşımanın yanı sıra kültürel ve psikolojik propagandanın başlıca materyali olmuştur. Orta ve Batı Avrupa'yı üstün ateş gücüyle dize getiren Nazi orduları sinemanın gücünü fark etmekte gecikmemiş, Hitler'in propaganda Bakanı Paul Joseph Goebbels bu eşsiz nimeti bugünün reklamcılarına bile taş çıkartacak ustalıkla kullanmıştır.
Cumhuriyet döneminde Muhsin Ertuğrul'un önderliğinde tiyatrocuların başını çeken bir grup sinemamızı halka sevdirmeye çalışsa da, tiyatronun etkisinden kurtulamayan bu abartılı eğlence halkımızın yoğun ilgisini ancak 1950'li yıllarda çağdaş sinema dilini kullanan Ömer Lütfü Akad'ın sayesince çekebilecektir. Bu ilgi zamanla öylesine büyüyecektir ki; Anadolu'nun fakir ve savaş yorgunu olan halkı tarafından her kasabaya bile bir sinema salonu açtıracak kadar sevilip benimsenecektir. Sanayisi olmayan, tarımı makineleşememiş, savunmasını NATO'ya, ekonomisini Amerikan yarımlarına bağlayan devlet, bir anda hızla yükselen ve 1960'lı yıllarda dünyada en çok film çekilen 2. ülke olma payesini değerlendirememiş; bu yeni gücü kullanmak yerine ondan korkmayı yeğlemiştir. Sinemamızın başında Demokles'in keskin kılıcı gibi duran sansür kurulu, aslında sinenamızda hep bilindik sonlarını hazırlayan gizli bir senaristtir aslında.. Polis filmin sonunda mutlaka katili yakalar, başaklar dolgundur, Türk köylüsü hep mağrur ve çocukları da gürbüz... Sorgulamanın ve eleştirel düşüncenin adeta zincire vurulduğu bu dönemde sinemanın büyük maddi gücü ise adeta es geçilmiştir. Sinemamızın üretim ve seyirci rakamlarının dünya çapında liderlik konumuna yaklaşmışken, bunun teşviki ve mali yönlendirilmesinin yapılmaması da aslında bu hızlı büyüyen sektöre ne kadar yabancı olduğumuzu gösteriyordu. 1960'larda Sanayisi olmayan bir ülkenin sinemayla inkişaf edebileceği ve yeni bir sektör oluşturulabileceğini kavramayan ülkenin yöneticileri, her alanda geri kalmışlığımıza bir de zihinsel fakirliği de ekliyorlardı. Oysa o tarihlerde ABD, sinemanın hem ticari hem de kültürel propaganda rolünü çoktan kabul etmişler ve dünya siyaseti üzerindeki psikolojik liderliği de ele geçirmeye başlamışlardı bile.. 1960'larda Türkiye'nin tek büyük holdingi olan Yeşilçam'ı eğer Devlet kurumsallaştırmak adına iyi değerlendirseydi (sektörel bir mali değer olması için kanunlar çıkararak) ülkenin sadece sanatına değil, ekonomisine de büyük katkıda bulunmuş olurdu. Ancak, müteşebbis ruhu taşımayan ve sürekli iç çatışma yaşayan politikacılar yüzünden o dönemde "kalkınma" hamlesi sayılabilecek bu treni de kaçırmıştık olduk. O tarihlerde ABD ve Türkiye; İki yerde akan iki su gibi... Birinde sular boşa akarken, diğerinde akan su üzerine barajlar yapılıyor... Ülkede sinemanın gücü arttıkça bu gücü nasıl kontrol edemeyecegini bilemeyen devlet, sinemanın altın çağı olan 1960'ları böylece yitip tüketti.
1970'lerdeki sinema buhranımızı anlatırken çoğu sinema tarihçisini bunu yeterince analiz edemediklerini görüyoruz. O dönemleri tahlil ederken, biraz da kolaya kaçıp sinemadaki krizi TV, anarşi, seks furyası gibi üç beş kelimeleyle anlatmak problemin kendisini bile kavrayamadığımızı gösterir. 1960'lardaki büyük yükseliş aslında sanayileşmenin prosedürünü kavrayamamış bir ülkede yeterince anlaşılamadı ve prodüktörler sinemaya yatırım yapmayıp kısa vadede para kazanmanın hesabını yaptılar. Aslında temel mesele; prodüktörlerin para kazanma hırsı değil, ülkede bir sanayici kültürünün olmamasıydı.
1970'lerde sinemamızda film sayılabilecek yapımlarda sektörel bir düşüş yaşansa bile, az da olsa muhteva olarak çok kaliteli filmler çekildi. Ama bu dönemlerde sinema politikayı kullanarak sektörel bir yapıya kavuşma şansını da elde edemedi. Aslında 1970'li yıllarda bugün küreselleşmek denilen kavramın ilk tohumlarının atıldığı dönemlerdi. Bir başka deyişle, halkımız bir kaç yıl gecikmeli de olsa artık arayı devasa olarak açan Amerikan sinemasının teknik ve anlatım kalitesini gördükçe yerli filmlerde de ciddi bir seçiciliğe gitmeğe başlamıştı. 1980'lerdeki iki arada bir derede kalarak; yerel olmakla evrensel olmak arasında gel-gitler yaşayan sinemamız, 1970'lerin aksine TV'nin en büyük darbesini bu dönemde almıştı. Bu dönemdeki kimi parlamalar aslında ölmeden önce biraz iyileşmeye başlayan bir hastanın durumunu yansıtıyordu. 1990'larda tamamen yok olan popüler sinemamız, 2000'li yıllarda eski sihirli formül olan "yerel motiflerle" yeniden dirilmeye başlamıştı. 2000'li yılların ikinci 10 yılında da seyirci sayısında olmasa bile üretim sayısındaki artış ve uluslararası festivallerde filmlerimizin adını duyurması sektörel açıdan bizleri mutlu etmeye başlamıştır.
Ve bugün, 1960'lardaki gibi olmasa dünyada Amerika sinemasına kafa tutabilen Avrupa'da 1., dünyada da hatrı sayılan bir film üretimine yaklaşan ülkemiz, umut ediyorum ki bu sefer elimize geçen tarihi fırsatı kaçırmayacaktır. Devletimiz ve artık sanayileşme kültürüne sahip endüstrimiz, kültürümüzün bu yönüne de destek vererek sinemamızı sağlam bir temele oturtacaktır.