Uzun bir aradan sonra yine bir röportajla huzurlarınızdayız. Bu hafta değerli oyuncu Burhan Ökmen'i konuk ediyoruz. Kendisiyle arkadaşımız Yakup Sancı kapsamlı bir söyleşi yaptı.
23 Ağustos 2012

Burhan Ökmen, klasik bir memur ailesinde, klasik bir öğretmen çocuğu olarak 1968'de Kars’ta doğdu... Eğitimde bir öğretmen çocuğu olmanın avantajlarını daha okula gitmeden okuyarak, bağlama, flüt ve mandolin çalarak yaşadı...  Türkiye Örnek Öğrenciler Albümüne girdi... A.Ü. – Tiyatro/Oyunculuk ve E.Ü. de İşletme okudu... Okul müsamerelerinde hep yer aldı. Oyuncu olma fikri tamamen bir rastlantı sonucu Kars Belediye Tiyatrosunda oynadığı Cevat Fehmi Başkut’un Emekli adlı oyunu ile oldu... İlk olarak Kayseri'de gece konservatuarına devam etti… Burada, Şehir tiyatrolarında çeşitli oyunlarda oynadı, bir oyunun ışık tasarımı ve uygulamasını yaptı... TED kolejinde bir çocuk oyunu yönetti. 

Okulun bitmesi ile beraber İstanbul'a döndü ve Eric Morris, metod oyunculuğu, dans, ritim ve diğer bir çok oyunculuk çalışmalarını sürdürdü... Sanatsal yaşamında dönüm noktası olarak adlandırdığı Şahika Tekand / Studio Oyuncularına katıldı… 1994 yılında, Kumpanya Sahnesine oyuncu olarak girdi ve burada birçok avangarde oyunlarda oynadı, ulusal ve uluslararası festivallere katıldı.

İstanbul Devlet Tiyatrosu ve Tepebaşı Sanat Tiyatrolarında oynadı… Pek çok ustadan farklı eğitimler aldı, çeşitli atölye çalışmalarına katıldı… Bağımsız olarak konservatuarlara öğrenci yerleştirme eğitimleri verdi. Televizyonda iş dünyasına yönelik ekonomi programları sundu.

Çeşitli tiyatro, sinema, televizyon ve seslendirme çalışmalarını sürdüren Burhan Ökmen, aynı zamanda şiir yazar, şarkı söyler…

Yakup Sancı: Neden Sanat?

Burhan Ökmen: Bu soru herkes gibi beni de gülümsetiyor. Bilmem ki neden sanat..? Bu soruyu bana 5-10 yıl önce sorsaydınız çok fena felsefe yapardım size... Ancak galiba biraz demlendim, sadeleştim... Şimdi daha yalın cevaplar verebilirim… Başlarda kendini biraz muhalif ya da farklı hissedenin ilk koştuğu yer tiyatro sahnesi oluyor nedense… Sanırım “izah etme çabası” ile ilgili bir şey... Anlatmak, işaret etmek, kendini göstermek... Elbette bu işin öncesinde biraz parmakla gösterilme hissi de var… Biraz narsist bir duygu... Farklı saç, giyim, konuşma ve davranış tarzları gençlik yıllarınızda sizi birazcık en azından karşı cinsinize karşı çekim merkezi haline getiriyor… Bu kesin… Genç yaşta bu işe başlayanlara bu soruyu sorarsanız ağzından lavlar çıkarcasına’’vatan, millet, insan, birey, toplum, dünya, felsefe, sosyoloji…” gibi bir yığın laf edebilir. Ancak onunki bu dönemde çok derinlemesine bir analiz olmaktan uzaktır... Olsa olsa his olabilir…

Herkes farklı olduğunu hissettiği ya da hissettirmek istediği için o ışıkların altına giriyor... Başlarda neden bu kadar basit aslında. İstimi arkadan geliyor... Hepimiz bir süre sonra sivilcelerimizle uğraşmayı bırakıp asıl meseleye dönüyoruz… Tabi bu duygulardan kurtulamayıp koca ömrünü karizma ve ilişkilere adayanlar da var… Yolları açık olsun... Hep oldu, hep olacak, bu eleştirilebilecek bir şey değil.

Benim bu yoldaki evrimim de hiç farklı değil. Bu farkı daha okula gitmeden once hissetmeye başlamıştım… Okuma-yazmayı söker sökmez, elbette ki öğretmen çocuğu olmamın da etkisiyle çok ve farklı kitaplar okumaya başladım… 12 Eylül öncesi olması sebebiyle de oldukça yoğun politik bir ortamın içindeydim... Mahalledeki abiler, ablalar bize öyle şeyler söylüyorlardı ki daha o yaşta farkında olmadan 5N1K sorularını sorar olmuştuk... Damar edebiyatı yapmıyorum ama kendi yaptığımız oyuncaklar hariç uğraştığımız tek konu dönem gereği dünya işleri oluyordu... Bu ortamdan bugünlere geldim…

Yakup Sancı: Kendinizi hangi sanatsal, teatral tarz ile ifade edersiniz?

Burhan Ökmen: Şunu peşin söyleyeyim. Ben asla dogmatik olmadım… Beni hele ki sanatta hiçbir izm yönetemez... Evet çoğu zaman kendimi Kübizm’e yakın hissederim ama asla tutsağı olmam ve Kübist olmayanları da aşağılamam... Picasso’yu da çok severim, Monet’i, Gauguin’i de… Antik Tiyatro’ya da bayılırım, iyi sahnelenmiş Brecht’e, çok kaliteli bir vodvil’e de… Gerekirse Grotowsiki’ye karşı acımasız olur… Dengbejleri Eric Morris’in tam karşısına oturtabilirm... Bütün bunları söylemem bir duruşum, sanatsal bir kimliğim olmadığı anlamına gelmez. Sadece körü körüne bir tarza saplanmış olarak görmüyorum kendimi… Mezhepçi değilim, sorgularım... Bütün teatral / sanatsal tarzlar belli bir evrimin sonucu değil mi? Bir sonraki bir öncekini yerin dibine batıramaz… Sen bugün varsan o dün orada olduğu içindir. 

Daha yeni mezun biriyken bize hep’’Devlet tiyatrosu oyunculuğu kötüdür, abartılıdır, aman uzak durun” düşüncesi öğretildi... Haklı mı haksız mı bu ayrı bir konu ancak o zamanlar bu kadar analitik düşünemiyordum. Bu düşüncelerin tutsağı olup bırakın içinde olmayı, oyunlarını izlemeye bile gitmezdik... Öyle ki mezun olduktan sonra bana öğretilen her şeyden hızla kurtulmak için bir yandan avangarde oyunlar yaparken öte yandan okulda yüzeysel olarak öğretilen Grotowski, Eric Morris, Metod oyunculuğu vs. bunları öğrenmeye adadım kendimi... Şahika Tekand ile tanıştım ve üç yılımı Studio Oyuncuları’nda geçirdim… Sonra çok büyük mutluluk duyduğum Kumpanya Sahnesine girip 6-7 yıl aralıksız olarak Kerem Kurdoğlu ve Naz Erayda ile çalışma şansı buldum… Burada birçok ulusal ve uluslararası festivallere katıldım... Toron Karacaoğlu’ndan Geleneksel Türk Tiyatrosu, Parkan Özturhan ve Ali Tuğrul Tütüncü’den yaratıcı oyunculuk, Zigrid Seberich’ten ritim, beden ve modern dans, Vecihi Ofluoğlu’ndan Mim sanatı, Zeynep Günsür’den beden ve dans, Alexandre’dan eskrim dersleri aldım. Yani sürekli kendimi geliştiren, farklılaştıran çalışmalar yapıyordum... Bütün bunları geleneksel oyunculuktan sıyrılmak için yaparken, içinde bulunduğum avangarde işleri ’’Öteki Tiyatro” yu sorgular olmuştum... 1990’lı yılların tiyatro alanındaki değişim fırtınasında, geçmişe yönelik yapılan değerlendirme ve eleştiriler de oldukça acımasızdı… Teatral devrim için yola çıkan avangarde sanatçılar ciddi bir çamura saplanmış, sürekli patinaj yapıyorlardı... Bunu bir eleştri olsun diye söylemiyorum ancak seyircisinin daha çok öğrenci, mimar, diğer oyuncular, sanatçı yazar gibi elit bir kesim olması, bizim yaptığımız tiyatroya işçi, ev kadını, memur, kahvehanediki adamın gelmemesi, gelse bile hiçbir şey anlamadan gitmesi beni fazlasıyla geren bir konuydu. Bugün aradan 20 yıl geçmesine rağmen seyircisizliği oldukça doğal karşılayıp durumu fark etmemeleri de çok manidar ayrıca…

Yakup Sancı: ’’Avangarde, Öteki Tiyatro” dediniz, biraz açar mısınız?

Burn Ökmen: Şimdi bu teoarik bir durum, kamunun bilmesi gerekmez zaten bilse de işine yarayacağı bir konu değil. Kendi içimizdeki bir yöntem, tarz tartışmasıdır… Yine de en yalın haliyle Öteki Tiyatro, gelenekselin karşıtı olarak, gelenekseli reddeden bir yaklaşımdır... Bu mekan seçiminden tutun da oyunculuğa, yönetime, ışığa, mimike kadar geleneksel olanı, referans davranışları reddediştir. Türkiye’deki tiyatronun yaşadığı bir evrimsel süreçtir bu… Ortaoyununu konumuzun dışında bırakarak söylüyorum…  Son 100 yılda ülke tiyatrosuna etki eden Fransız, Alman, İngiliz ve İtalyan ekolleri 1990 yıllarına kadar kesintisiz devam etmişti. Mösyö Antuvan ve Carl Ebert ülke tiyatrosunu Ortaoyunundan bugünkü yapısına kavuşmasını sağlayan ilk tohumları atıyorlar... Avrupa ekolü ülke tiyatrosunu bozdu mu bozmadı mı buda ayrı bir konu ama devrin yaklaşımı gereği, bir Avrupalılaşma, Anadolu’yu küçümse durumu tam da burada hayat buluyor… 

Ermeni sanatçıların Beyoğlu’nda İtalyan sahnelerdeki vodvilleri hariç, özellikle Carl Ebert ile beraber tiyatro elitlerin izlediği bir hal alıyor... Anadolu’da köy seyirlik oyunları, dengbejler, İstanbul’da Ortaoyunu oynanmaya devam ederken İtalyan sahnelerde sergilenen oyunlar elitleri tiyatro sahnelerine çekiyor... Ülke tiyatrosundaki ilk kırılım bence 1949’ da Carl Ebert’in Büyük Sahnede sahnelediği Goethe’nin Faust’u olmuştur... Bununla beraber tiyatronun büyük şehirlere sıkışma süreci de başlamıştır diye düşünüyorum… Elbette ki üstad Muhsin Ertuğrul’u unutmamak lazım… Batılı anlamda tiyatronun öncüsü ve kurucularındandır kendisi… Şehir tiyatrolarının yaygınlaşmasını sağlama çabaları acaba kitle/sahne kopukluğu alt düşüncesi midir bilemiyorum ama kendisi de bu sorunu aşamamıştır... Ortaoyunu, köy seyirlik oyunları ve Avrupa tiyatrosunu harmanlayabilir miydik… Seyirciyi koltuklara çivileyebilir miydik emin değilim... Ancak denenebilirdi en azından... Doğrusu bu bütünlüğü sağlamayı ne Mösyö Antuvan ne de Carl Ebert’ten bekleyebiliriz... Bu bütünleşme tohumunu Muhsin Ertuğrul’un ve dönemin üstadlarının atması gerekirdi Bir dönem Devlet Tiyatroları kamyonların üstünde oyun oynadılar Anadolu’da ancak bu değil demek istediğim. Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte bir gecede yapılan radikal değişiklikler, evrime aykırı olarak bu alanda da kendini gösterdi...Tepeden tepeden bakarak konuşmuyorum… Bırakın oyunculuğumu ben bunu bilinçli bir tiyatro seyircisi olarak görmek istiyorum…

Tiyatro tam da bu dönemlerde yani 1950 li yıllardan sonra çok hızlı bir biçimde halktan kopmaya başlıyor... Türkiye’nin 1950’li yıllarını inceleyin… Aşırı bir şövenizim, ulusalcılık, eğitimin yaygınlaşmaması nedeniyle kemikleşmeye başlayan milliyetçilik, köylülük ve İstanbul, Ankara, İzmir’de toplanan elit kesim... Sanayinin, dolayısı ile köylülük temelinde yavaş yavaş işçi sınıfının da oluşmaya başladığı bir dönem... Ayrıca sınıflar arası uçurum düzeydeki gelir farkları, şehire yerleşen köylünün, işçileşmesi ile birlikte hızla arabeksleşmesi, kimliğini bulamaması, bocalaması… Bir yanda büyük şehirlerde caz partileri düzenlenirken köylü tarlasında, işçi fabrikasında, elitler şehirdeki klüplerde... Annem, babam hala anlatırlar sinemaya, tiyatroya son derece şık giyinilerek gidildiğini, bunun bir terbiye konusu olduğunu... Köylü gaz lambalarının altında ya dengbej dinler eğlenir, ya halk ozanlarının sazlı atışmalarını dinler ya da köy seyirlik oyunları ile eğlenir… İstanbul’un varoşlarında hala İsmail Dümbüllü, Komik-I şehir Naşit Efendi, Direklerarası izlenir, takip edilir… Yani ortaoyunu izlenir ve gülünür…

Kitleler arası ortak bir payda yok, bütünlük yok... Ayrıca büyük uçurumların oluştuğu tüm sınıfların birbirini aşağıladığı bir dönem... Oyunlarda ve filmlerde ya elitle ya da köylü ve işçiyle dalga geçilir, aşağılanır… Arada yine ne oradan ne buradan olan, sanat anlayışı damar şarkılar dinleyip, 3 film birden türünde erotik film izleyen büyük bir arabesk kitle bulunuyor... Şehirli elitler hariç koca toplum tiyatro sahnesinden içeri girmiyor... 1970’lerde ise Dünya politik rüzgarının etkisiyle Bertolt Brecht etkisi fazlasıyla hakim… Bunun sebebi tiyatro izlemek değil, sanatsal bir mevzu takip etmek hiç değil. Mevzu sadece içinde bulunduğu izm’e ait bir propaganda faaliyetinin içinde bulunmak... Gidip slogan atmak ve tıpkı bir miting alanında görülmek istemesi gibi o eylemin içinde bulunmak güdüsü hakim... Söylediğim şey Brecht eleştirisi değil. Brecht sahne ve oyunculuğa, uzak doğu tiyatrosunun da etkiyle koca bir y-efekti, yabancılaştırma efekti gibi bir kavram kazandırmıştır, çok değerli bir tiyatro adamıdır, kuramcıdır, bu ayrı bir konu… Özetle kitleler sanatsal bir durumdan uzak, tiyatro sahnesinden uzak... Hem kendini bulamıyor hem de aşağılandığı için uzaklaştırılıyor.

Yakup Sancı: Öteki tiyatro, avangarde işler aslında geçmiş ile bugün arasındaki marjinal bir süreçtir... Bir şeyleri yıkarken bir şeylere de vesile olmadı mı..?

Burhan Ökmen: Evet, oldu. Bugüne bakın. İstanbul Şehir Tiyatrolarında Engin Alkan’ın yönettiği ve oynadığı’’İstanbul Efendisi ve Şark Dişçisi” adlı oyunları full gişe oynuyor. Neden peki? Bu oyunlar da son derece batılı usuldeki tekniklerle sahnelendi, dekorundan, ışığına, müzisyeninden oyuncusuna hepsi çok estetik, çok modern... Kim seyrediyor oyunu? İşçi, memur, ev kadını, mimar, oyuncu, doktor, avukat, zengin, fakir. Neden peki? Çünkü olay örgüsü ve sahnedeki karakterler bizden… Gördünüz mü..? Çok basit konulu birkaç oyun bile her sınıfı aynı salonda toplayabiliyor... Avangard işlerin başaramadıkları konu budur… Bir utopia mıdır bilemem ama durum bu noktaya gelince, şimdi tiyatroda göremediğimiz sınıflarda da bir tiyatro, izleme, bulunma estetiği oluşacaktır kaçınılmaz olarak… Dünya klasiklerini, antik tiyatroyu da sıkıntısız izleyecektir… Siz en ağır William Shakespeare oyununu da sahneye koysanız mutlaka gelecektir... Shakespeare’in evrensel gücü nereden geliyor sanıyorsunuz ki... Hamlet’i inceleyin. İktidar hırsı için babasını, annesi ve amcası öldürüyor... Bizde ya da Kenya’da yok mu bu durum, var,.. Osmanlı sarayına bakmanız yeterli... Romeo ve Juliet’e bakın. Bizim ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun ve Ağrı Dağı Efsanesi ile çok ciddi benzerlikleri var. Aşk ve tutku her yerde var, evrenseldir. Kral Lear’ın yaşadığı trajediyi Hindistan’dan Kanada’ya kadar yaşamayan toplum var mıdır acaba? Dünya tiyatrosundan daha yüzlerce örnek verilebilir... Bugünkü iticilikten ve dışlanmadan kurtulan her sınıftan seyirci bu oyunları da hiç sıkılmadan ve aidiyet duygusuyla izleyecektir…

Yakup Sancı: Elit kesim ve Anadolu derken neyi kast ediyorsunuz?

Burhan Ökmen: Asla popülist olmadım ve olmayacağım. Ancak matematikteki iki kere iki dört eder formulünü doğru olarak kabul ediyorsak, tiyatroda da empati/sempati ve oyun/seyirci kavramlarını doğru olarak kabul etmekten yanayım. Çok basit bir sorunun cevabıdır aslında benimki… Soruyorum; dünaynın herhangi bir yerindeki, herhangi bir oyun kimin için sahnelenir..? Elbette ki seyirci için değil mi? Peki seyirci o oyunu niçin seyreder..? Elbette ki seyredip kendinden, çocuğundan, ailesinden, komşusundan bir şeyini görmek için, kendisi ile yüzleşir, olayı sever ya da nefret eder. Bunun adı temelde empatidir… Niye sever bu oyunu, gördüğü kişiyi veya olayı beğenir, içgüdüsel olarak oyundaki herhangi bir karakterle yakınlık kurar, bir eğilim oluşur. Bunun adı da sempatidir... Formül bu kadar basit aslında. Niye seyretsin beni, niye vaktini harcasın yoksa. Seyirci mutlaka kendinden bir şey bulmalıdır oyunda… Bir kişi veya olay.

’’Öteki” dediğimiz tiyatroda genellikle oyuncu, yönetmen, oyun kendisiyle o kadar meşguldür ki niyeti o olmasa bile seyirciyi umursamaz demeyelim ama unutur. Genellikle yönetmen en farklı olanın peşinde koşar, farklı mekan, farklı sahneleme ve diğer etkenlerin peşindedir... Sahnelemede daha çok farklı olmak ve estetik ön plandadır... Oyuncu zaten kendisine, referans olanı yapmamaya o kadar yoğunlaşmıştır ki, genele değil, kendisine konsantre olmuştur. Sesimi daha neremde tınlatabilirim,’’stilize etmek” denilen jest ve mimiklerini nasıl gelenekselden kurtarabilirimle boğuşmaktadır… Seyirci de bir yandan oyunu ve oyuncuyu anlamaya, anlamlandırmaya çalışırken müthiş bir dışlanma ve yanlızlaşma içine giriyor… Empati/Sempati durumunu yaşayamıyor… Çünkü ne kendini ne de başkasını bulamıyor oyunda... Hele sahnede garip hareketler ve mimikler yapan oyuncu ile hiçbir bağ kuramıyor… Oyun bitip fuayeye çıktığında da birileriyle konuşurken kendini aptal, cahil göstermemek için oyuna olmadık anlamlar yüklüyor ve muhtemelen de büyük bir nefret duyarak kalıcı olarak terk ediyor tiyatro salonunu… Öteki tiyatroyu yapanlar da bu sebeple gelen anlamsız olumlu yorumlardan etkilenip sanal bir böbürlenme içine giriyor, bu yaklaşımı sürdürüyor… Gerçek seyirci, kalıcı olarak tiyatro salonunu terk edip evine, televizyonunun başına geçtiğinde ise salonlara ya bu işi yapan diğer oyuncular ya da “modern” ile ilgilenen öğrenciler, mimarlar filan gelmeye başlıyor… Yani tam bir “körler sağırlar birbirini ağırlar” durumu yaşanıyor... Tiyatronun gerçek sahibi ve muhatabı seyirci yok, evinde, televizyonunun başında...

Bakın Yoksul Tiyatronun babası Grotowski bile bu ölümü yaşamaştır… Tiyatrosu hızla seyircisiz kalmış ve nihayetinde kapatmak zorunda kalmıştır… Bu kadar yetkin bir oyuncu nasıl olurda seyircisiz kalabilir. Bizler Grotowski’yi aşırı dozda doğru bulurduk... Oyunculuk meselesine katkıları olağanüstü… Grotowski keşke sadece ünüversitede oyunculuk hocası olarak hayatını sürdürseydi… Ben tam on yılımı Grotowski öğretileri ile geçirdim... Sesime, vücuduma, oyunculuğuma yoğunlaştım, çalıştım... Sonradan fark ettim meseleyi… Yoksul Tiyatronun yalın dekor, yalın metin (metin bile yok aslında), düz ışık filan… Sadece ilerletilmiş oyunculuktan ibaret olduğunu anlıyorum bugün... Grotowski, Stanislavski’nin’’bir oyuncu sesini ve vücudunu her zaman iyi kullanmalıdır” sözünü alıp, genişleten ve geliştiren çok değerli bir tiyatro adamıdır benim için… 

Bütün bunları söylerken bir çok kişi de beni geçmişe acımasızlıkla suçlayabilir dudak bükerek. Asla değil, Oyunculuğa teknik olarak müthiş katkıları var Grotowski’nin, öteki işlerin. Tiyatroya da katkısı asla tartışılamaz… Ama seyirciye katkısı noktasında ciddi bir çöküş söz konusu… Bunları söylerken geleneksel yapıyı savunduğum gibi sefil bir sonuç da çıkmasın… Hayır o da bitmiş, gitmiş... Eric Morris gibi, Metod Oyunculuğu gibi müthiş tarzlar var... Çok farklı sahneleme yöntemlerine rastlıyorum artık... Dedim ya tiyatroda akil adamlarının çözmesi gereken, hala sıcaklığını koruyan en büyük sorunlarından biridir bu konu. Seyirci yoksa tiyatronun kendisi de yoktur... Bunu söylüyorum ben…

Yakup Sancı: Tam da bu noktada Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatroları ile ilgili son dönem tartışmaları ile ilgili neler söylemek istersiniz?

Burhan Ökmen: Bir kere Şehir Tiyatroları yönetmeliğinin ruha aykırı olarak değiştirilmesi, derinlemesine düşünülmeden, hesaplamadan yapılan olumsuz atakların kabul edilebilecek hiç bir yanı yok, külliyen hata. Bu durumun tepkisel bir müdahale olduğu düşünülemez... Sırf bir köşe yazarı, danışmanın’’ahlaksız oyunlar oynanıyor” ya da bir gazetenin’’şehir tiyatrolarında din elden gidiyor” tarzı haberinden dolayı yapılmadı bu koca operasyon... Gayet planlı bir olaydı bu… 

Ancak bu operasyonun danışmanlarının hesaplayamadıkları bir çok nüans var ve bunu kaçırdılar... Zaten genel kitleden kopuk olan tiyatro hakkında ’’ahlaksızlık yapıyorlar, kar etmiyorlar, zarar edip hazineye yük oluyorlar” diyerek halkı ikna etmeyi şimdilik başardılar gibi gözüküyor... Ancak Levent Üzümcü’nün bir röportajında dediği gibi ’’burası rakı fabrikası mı kardeşim, kar etmiyor diye kapatasın”

Çok vahim bir durum var ortada... Koca İstanbul’da kemik tiyatro seyirci sayısı yılda beşyüz bin, tüm Türkiye’de maksimum bir buçuk milyon bile değil. Hal böyle olunca, dönemin muhafazakarlık rüzgarında savrulan kitleleri basit bir kar/zarar analizi ile baldır bacak açılıyor söylemiyle ikna etmek o kadar kolay oluyor ki. Oysa Osmanlı’yı, Cumhuriyet’in ilk yıllarında oynanan oyunları inceleyin; aşk, aldatma, kumpas, küçük cinlikler, gizli erotizm had safhada. Kadına yönelik düşüncelerini Zenne’ler üzerinden yüceltiyorlar... Temel mevzu günlük yaşamla birlikte, erotizm! Bu operasyonu öneren danışmanlar acaba bu dönem tiyatrolarını/oyunlarını incelediler mi..?  Erotizimmiş, ahlaksızlıkmış... Sen dön bir geçmişine bak. Söylerken bilinç altına bak…

Dünya’nın neresinde olağanüstü kar eden bir tane tiyatro var. Dünya’nın hangi ülkesi tiyatrosuna, sanatına fon sağlamıyor, destek olmuyor. Bizimkiler de kalkmış, devlet destekli tiyatro olmaz diyorlar... Koskoca devletsin, kendi Anayasanı nasıl çiğnersin… Bu danışmanlar da hiç mi izan yok, hiç mi bilimsel bir yan yok... Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’nın 64. maddesinde durum çok açık. Devlet sanat ve sanatçısını korur, kollar, destekler ve yayar... Açın okuyun maddeyi... Sanatın korunması, kollanması, desteklenip yayılması sosyal devletin en büyük sorumluluklarından olan sağlık ve eğitim ile eş değerdir... Hangi hastahanen kar ediyor, hangi okuluna karlılık gözüyle bakıyorsun... Bunun mantık çerçevesinde izah edilecek tek bir noktası yok… Vergi toplamanın mantığı maaş ödemek değilki sadece. Halka sağlık, eğitim, spor, bilim ve sanat götürmek içindir aynı zamanda... İktisat bilimi bunu söyler…

Dünya’nın en eski sanat kurumlarından olan 1914 yılında kurulmuş 98 yıllık İstanbul Şehir Tiyatroları neden harcanıyor. Eyvallah herkes, sanatçılar bile bu köhnemiş yapıyı eleştiriyor, bir değişimin mutlak gerekliliğine inanıyor ama kimse yok olmasını istemiyor… Bırakın bu değişimi, dönüşümü sanatçıların kendisi yapsın, sen sadece ev sahipliğini, önderliğini yap. Onları bir araya getir, fikirlerini al, en çağdaş, en modern, en kitlesel yapıyı kur… Sahne yap, Anadolu esnafını, köylüsünü tiyatro ile buluştur… Nedir bu yok etme sevdası… Koca İstanbul’da, Dünya’nın en önemli şehirlerinden birinde oyun oynayacak salon yok, olanlar da dökülüyor, çağ dışı. AKM yıllardır kapalı…

Geçmişi de eleştiriyorum... Hem muhafazakar hem de sosyal demokrat iktidarların hangisi gerçek yatırımı yaptılar tiyatroya. Bugün büyük şehirlerdeki sosyal demokrat belediyelerin tiyatrolara bakış açıları da ortada… Hangisi iline, ilçesine tiyatro salonu kazandırmış, birkaçı hariç… Varolan bazı salonlarını da boş tutuyorlar, sadece kendi parti propogandaları için boş boş bekletiyorlar koca salonları... Tiyatro etkili bir muhalefet enstrumanı değil artık. Sinema, televizyon ve sosyal medya çoktan tiyatronun yerini aldı... Tiyatro’ya şimdi çok derin felsefik ve politik anlamlar yüklemeyin…

Tiyatro sahnesi oyuncunun fabrikası, antreman sahası... Sen bunu yok edersen oyuncu mu kalır ortada. Duyuyorum, konservatuarlara başvuru sayısı azalmış, iş kaygısıyla. Oyuncunu, sahneni yok ettin, yerine ne koyacaksın peki ? Sinemanı, televizyonunu kiminle yürüteceksin... Olimpiyatlarda madalya fukarası oldun... Sebep? Yatırım yok çünkü… Dünya’da sanatsal ve sportif alanda alt sıralardasın... Sporunu, sanatını büyüt ki tepelere tırman, herkes sana gıpta ile baksın. Herşey para değil, kar değil. Sanatın sana sağlayacağı kar, köprülerden elde ettiğin gelirin bin misli daha fazla olacaktır.

Hiçbir iktidara yönelik değil, genel olarak söylüyorum; mesele muhalefeti susturmaksa, korkma bu sanatçılar radikal muhalif insanlar değiller, olamazlar. Yapıları müsait değil radikal olmaya. Doğaları ve mayası gereği küçük burjuvadır onlar... Bireyselliği ve yanlızlığı ile fazlasıyla meşguldür, senin didiştiğin toplumla o da başka bir açıdan didişir… Bu insanların muhalefetleri kesinlikle sistem içindedir... Kafalarına silah da dayasan sistem dışına çıkamazlar… Mevzu vatan, millet olunca sağcısı, solcusu, sanatçısı, gazetecisiyle nasıl birleştiklerini görmüyor musunuz..? Toplumun ahlakını bozuyorlarmış… Yapmayın! Siz varoşlarda olan ensest ilişkileri, çok gizli yasak aşkları, taciz ve tecavüzleri görmüyor musunuz..? Bu adamlar hayatlarında bir kez bile tiyatrolara gitmiş değiller, tiyatro mu bozdu onları..? Kadına cinsel şiddet, en büyük erotizim, en ileri pornografi, nerelerede yaşanıyor sanıyorsunuz… Kadın cinayeti meselesinin altında yatan şey nedir..? Nasıl oluyorda bir ilde, ilçede esnaf ve bürokratlar birleşip 13 yaşındaki bir yavrucağa defalarca tecavüz edebiliyor... Tiyatro mu etkilendi bunları..? Hayatlarında o salondan içeri bile girmemiştir onlar... Basını inceleyin… Ahlak dersi verenler kendilerine baksınlar… İhtiyar bir köşe yazarı küçüçük bir kıza sahip olmakla yargılanmıyor mu..? Toplumu, köyleri, kentleri, varoşları iyi incelesinler… Internette cinsel obje satışı yapan siteleri en çok en muhafazakar şehirler tıklıyor, bunu biliyor musunuz..?

Arı kovanına çomak sokmak değil de nedir bu? Bu yasaklar ve baskı bir süre daha devam edebilir… Ya tiyatro yer altına inerse ne olacak..? 2500 yıllık bir geleneği yok edebilir misin... Sosyoloji bilimi buna izin verir mi..?  Ya birgün onlarca Hacivat-Karagöz ve yüzlerce Meddah yer altına inerse ne yapacaksın..? Canı yanan bu insanların muhalefetini kenar semt kahvehanelerinden, gizli gösterimlerden daha radikal bir şekilde duymaz mısın..? Ya 1970’lerin Politik Tiyatrosu yeraltı dinamikleri ile yeni bir versiyon kazanıp bel altından vurmaya başlarsa ne yapacaksın..? Niye başına ulusal ve uluslararası alanda iş açıyorsun. Kurum tiyatroların zaten ehlileştirilmiş, gıkı çıkmıyor... Diğerleri de eh işte arada sana laf atıyor. Bırak sen onunla uğraşmayı, Dünya arenasında prestijini artırmak ve kendini çekim merkezi haline getirmek için daha da yatırım yap... Kimler denemediki bunu! ne Sezar, ne Sultan Mahmut, ne Bizans, ne Hitler, ne Stalin, ne Ortadoğu’nun, Afrika’nın eli kanlı diktatörleri başarabildi. Başaramaz... Çünkü bu eşyanın tabiatına aykırı…

Yakup Sancı: İyi bir sanatçı olmak için neler yapıyor nelere dikkat ediyorsunuz, kendinizi bu anlamada nasıl yetiştiriyorsunuz?

Burhan Ökmen: Kısaca ve herkesin de diyeceği gibi kendini geliştime… Bir üstadım hep’’Bir oyuncunun fabrikası kendisidir” derdi… Fabrikayı bir tarihte yapıp kendi işleyişine bırakabilir misiniz..? Asla olamaz… Oldum havasına giren oyuncu hiçtir! sesine, vücuduna, beynine iyi bakman, onları yağlaman, okuman, izlemen, tartışman lazım, yoksa ölürsün.

Bakın demin bahsettiğim şu tiyatro tartışmaları vardı ya, tam da o dönemde talihsiz bir kaza sonucu ayağım kırıldı ve uzun bir tedavi süreci geçirdim... Durum sorgulamalarıma da vesile olduğu için tiyatroya ara verdim. Bu süre biraz uzadı... Çoktan sağlığıma kavuşmuştum... Yeniden döndüğümde ne yaptım biliyor musunuz..? İlk iş olarak bu işe başlayan herkesin başucu kitaplarından Stanislavski’nin’’Bir Aktör Hazırlanıyor” unu okumaya başladım. Benim gibi yüzlerce teorik kitap okumuş, onlarca tarz incelemiş bir adam için çok komik bulabilirsiniz ama yaptım. İyi ki de yapmışım, farkında olmadığım bir çok şeyi yeniden keşfettim… Sesimi, vücudumu ele aldım, yani bir futbolcu gibi sezon hazırlığı antremanlarını yaptım… Kasılıp, ben oldum deyip gerine gerine ortalıkta da dolaşabilirdim ama olmaz, olamaz, sistem çarkları seni dışarı atar.

Şimdi biraz vakit yaratmaya çabalıyorum... Bütün oyunculuk tarzlarını yeniden inceleyip bir kitap yazmak istiyorum... Sürekli ses, vücut egzersizleri yapacağım, terbiye edeceğim.

Dans dersleri almak istiyorum. Planlamamı yaptım, sırayla takip etmeye başladım… Oldum demeyeceksin, olacağım diyeceksin, hikaye budur…

Yakup Sancı: Sizce, oyuncuların temel mesleki sorunları nedir ve neler yapılıyor, yapılmalı?

Burhan Ökmen: Çok basit. Yanlızlık ve devamında gelen mesleki sorunlar… Açlıkla terbiye edilme... Bir oyuncu da genelikle finansal, matematiksel zeka bulamazsınız... Doğal olarak duygusal ve sosyal zeka ön plandadır… Özellikle televizyon sektörünün gelişmesiyle birlikte önüne uzatılan sözleşmeleri sorugulamadan imzalaması, oluşan sorunlara karşı örgütsüz, tek başına mücadele etmesi zaman içinde oyuncunun, oyunculuğun durumunu kötüleştirmiş... Basında çıkan oyuncular yüksek ücret alıyor haberlerinin kamuoyunda yarattığı çok para kazanıyorlar, sorun yok algısı ile de kamu ve kamuoyu da sorunlara karşı ilgisiz kalmış... Oysa şu anda 2.500-10.000 arası değişen oyuncu portföyünde sürekli iş yapan ve para kazanan oyuncu sayısı en fazla 300 dür. Geri kalanlar hayatları boyunca işsizlik ve parasızlıkla boğuşuyor… Neyse ki bugün oyuncuların bir sendikası var…

Oyuncular Sendikası oyuncuların sorunlarını o kadar güzel özetlemiş ki. Oyuncuların bağlı çalışan yani 4A’lı, SGK’lı olarak çalıştırılması, emeklilik hakkı ve bağlısı sorunlar, eziyet haline dönüşen, adeta oyuncuların hayatını bitiren çalışma koşulları, telif hakları ve işsizlik sigortası olarak özetlenebilir bunlar... Bugün sendikanın ücretsiz hukuki ve mali danışmanlık desteği var. Oyuncunun sözleşme veya mesleki başka sorununu hızla çözüme kavuşturuyorlar.

Biliyorsunuz ilk sendika girişimi yaklaşık 50 yıl once yapılıyor… Ancak talihsiz bazı gelişmelerden dolayı sekteye uğruyor… Yani 50 yıldır oyuncular hak mahrumiyeti ile karşı karşıya kalıyorlar…

Bugün kamuoyu, ekranlara yansıyan parıltılı yaşamları görüyor sadece... Bazı setlerde biraz da abartarak söyleyeceğim, köpek bağlasan durmaz koşulları yaşanıyor… Çok uzun saatler ve düzensiz çalışmadan kaynaklı sağlık ve sosyal yaşam sorunları had safhada. Oyuncu ailesini, eşini, çocuğunu göremiyor... Herhangi bir çalışan, bir fabrika işçisi, bir sekreter, bir bankacı günde 8 saat çalışıp, çekmecesini kapatıp hayatına dönerken, oyuncu, set çalışanı hala iş üretmeye devam ediyor. Sosyal güvencesi ya yok ya da zayıf olduğundan geleceği kapkaranlık bir tunel gibi adeta... Şanslı, yüzü eskimemiş veya mücadeleci ise ayakta kalabiliyor yoksa televizyon gibi bir değirmende bir sure sonra un olup işsizler deposundaki yerini alıyor. Burada çok yüzeysel geçiyorum ama Oyuncular Sendikası bütün bu konuların detaylı analizlerini yapmış ve çözüm önerilerini oluşturmuş bunu da bütün kamuoyuyla paylaşmış durumda…

Hem resmi kurumlar hem de tüm muhataplarla sürekli görüşme ve sorunları masaya yatırma durumu devam ediyor. Sorunların çözümü için bütün planları hazır... Kısa ve orta vadede de kazanacağından eminim çünkü haklı ve güçlü... Hedefleri tamamen hukuki ve ahlaki talepler... Hukuktan ve haklılıktan aldığı güçle dikkat ederseniz uzun vadede demiyorum kısa ve orta vadede çözecek sorunları... Oyuncular Sendikası olmayan bir şeyi istemiyor ki.., Bizden daha geri ülkelerde bile uygulanan hukuki, sosyal ve mesleki haklarını istiyor... Yapımcı olağan durumda çalıştığında kendisi de büyüyecek ve globalleşecek farkında değil. Hala esnaf mantığı ile bakılıyor olaya... Şimdi Yapımcılar Derneğini kurmuşlar... Samimiyetle  hayırlı olsun diyorum kendilerine, artık dağınık değiller, toparlanıyorlar ve tek muhatap olacaklar… Umarım nalıncı keseri mantığı ile çalışmazlar... Sektörü büyütmek, geliştirmek ve globalleştirmek üzere kurarlar dernek konseptini… Yoksa 3. Dünya ülkesi yapım şirketi modelinden kurtulamazlar... İşlerini sadece Balkanlara, Araplara satmakla büyük olunmuyor… Yeterli sermayeleri birikmiş gibi gözüküyor, doğru ilerleyip, çok daha büyüyüp sektörü top yekun kurtarabilirler. 

Oyuncuların da Oyuncular Sendikasını desteklemesi lazım… Üye portföyüne baktığımızda olabilecek en güçlü isimler sendikada ama her oyuncunun mutlaka gelmesi, destek olması lazım... Herkesin yapabileceği bir şey mutlaka vardır orada… Yılda iki saatini bile ayırsa yeter... Ben Oyuncular Sendikasına ilk olarak sendikal mücadeleye ve oyuncuların sorunlarının çözülmesi gerektiği inancıyla gitmiştim... Bu inancı hala koruyorum… Zaman zaman oraya gelen bir zamanlar ünlü ama şimdi yaşlı ve işsiz oyuncuları görünce içim burkuluyordu ve kendime ’’bak, sorun çözülmezse senin de sonun bu” deyip daha da sarıldım çözümlere.

Başta devletin, sonra televizyon kanalının, tiyatro sahibinin, ses studiosu yöneticisinin, yapımcının, cast ajansının ve nihayetinde oyuncunun elini kalbinin üstüne koyup vicdanlı düşünmesi, bütün sorunları en çabuk sürede çözecektir. Sermayeni ve karını emek sömürüsü üzerine kurarsan karşılığında emeğin direnciyle karşılaşabilirsin… Durum bu kadar basit, etki-tepki yani.

Oyuncunun, kendi gücüne inanması, uzatılan havuçlara kuşkuyla bakması ve açlıkla terbiye edilmeyi reddetmesi sorunların çözümünü çabuklaştıracaktır... Oyuncular Sendikası oyuncunun hafızası ve zekasıdır...

Yakup Sancı: Kitap yazmanın dışında bir oyuncu olarak neler yapmak istiyorsunuz?

Burhan Ökmen: Herkes gibi kendimi iyi hissedebileceğim projelerde yer almak... Mesela yakın zamanda Işıl Kasapoğlu’nun yöneteceği bir Sheakspare oyununda oynamak... Çağan Irmak, Yavuz Turgul, Sinan Çetin, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Onur Ünlü ve ismini söyleyemediğim birçok usta yönetmenin filmlerinde oynamak. Deli oyunculuk enerjimi sahne, ekran ve perdeye yansıtmak…Sürekli sahnede, sette olmak... Bir oyuncu daha başka ne isteyebilir ki. 

Burhan Ökmen’e Teşekkürler…

Her hakkı saklıdır. Yazarının ve www.sinematürk.com'un izni olmaksızın alıntı yapılamaz, kullanılamaz.
Yakup Sancı İletişim: [email protected]

 

 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)