Mesleğin ilk aylarında, oyuncuların vakit geçirdiği On bir Osman’ın kahvesinde, daha sonraları Ali Takar’ın kahvesinde yaşları elli civarındaki ağbilerimizin kendi aralarında konuşurken, son derece dalga geçerek, “Lan ben piyasadaki alacaklarımı toplasam peşin parayla film çekerim”, diğeri, “Oha! Benim de öyle; yarısını toplasam apartman alırım,” şeklinde birbirlerine takılmalarını hiç anlamazdım.
19 Eylül 2012

Mesleğin ilk aylarında, oyuncuların vakit geçirdiği On bir Osman'ın kahvesinde, daha sonraları Ali Takar'ın kahvesinde yaşları elli civarındaki ağbilerimizin kendi aralarında konuşurken, son derece dalga geçerek, "Lan ben piyasadaki alacaklarımı toplasam peşin parayla film çekerim", diğeri, "Oha! Benim de öyle; yarısını toplasam apartman alırım," şeklinde birbirlerine takılmalarını hiç anlamazdım. O zamanki film yapma koşulları hakkında herhangi bir bilgim yoktu. Tiyatronun tüm gerçeğini bildiğim halde.

Çocuk tiyatrosu yapıyoruz. Hafta sonları yerleşik bir salonda, hafta araları da tiyatro salonu ve okullarda. Ekipte merhum Cevat Kurtuluş da var. O zaman eskimeye başlayan şöhreti bayağı işe yarıyor, gerek salona gerekse okullardaki oyuna ilgiyi epeyce artırıyor, biz de para kazanıyorduk. Ekip toplanan parayı adilce paylaşıyor, aslan payı Cevat ağbiye takdim ediliyordu. Keyiflerimiz iyiydi. Boş günlerimizden birinde, kahvede ben çay içerken (o pek çay içmezdi), "Hadi seni Tikofiş Hasan'la tanıştırayım," dedi. Tikofiş Hasan... Tuhaf geldi bu isim ama madem Cevat ağbi tanıştırmak istedi hemen icabet etmeliyim, diye düşündüm. Beraber gazeteci Erol Dernek Sokağı'ndan İstiklal Caddesi'ne, oradan Mis Sokağı'na, oradan da Kurabiye Sokağı'na geçtik. Oradan bir alt sokağa geldik (şimdi o sokakta o evler yok, oradan Tarlabaşı Otobanı(!) geçiyor). Eski, taş yapı bir apartmanın demir kapısından girdik, tarihi küf ve rutubet kokularıyla giriş katındaki daireye duhul eyledik. Tikofiş Hasan yaşlı ama gözleri cin gibi ve gerçekten sevecen bakan bir adamdı.

Orada onun Tiyatro Konser Film işlerinin kısaltması olarak yazdığı TiKoFiş Hasan yazan kartvizitini gördüğümde anladım ve o tuhaf ismin anlamı hakkında uzun uzun sohbet ettik. Altmış beş yaşındaydı, hayatı organizatörlükle geçmişti. Kendisi için "çok para kazandı" dediklerini ama gerçeğin öyle olamadığını söyledi. Sonunda bir çeyiz sandığının kapağını kaldırdı ve içinde lebalep dolu kâğıtları gösterdi. Hepsi eski tarihli senet, bono idi. "Neden bunları paraya çevirmedin?" diye sordum. Mütevazı bir üslupla "Ben profesyonel bir enayiyim," dedi... Anlamaz bir şekilde baktığımı görünce, "Ne yapayım, hepsi arkadaşım, durumları benden farklı değil," dedi. Bunun üzerine Cevat ağbi: "Sen öyle zannet. Millet apartman sahibi oldu. Bodrum diye bir yer var Ege tarafında, oralardan yer yurt aldılar. Sen hala onları kolla," diye iğneleyerek lafa girdi. Bunun üzerine TiKoFiş Hasan, "ne yapayım, o da onların ahlaki seviyesi," dedi. Sonra derin bir suskunluk oldu. İlk ve son görüşümdü Tikofiş Hasan'ı yani "Profesyonel Enayi"yi.. Aradan otuz yıla yakın bir zaman geçti, ne zaman bir arkadaşımla iş yapsam benzer şeyler başıma gelmeye başladı. Bu durum yıllar geçtikçe daha da artmaya başladı.

Ee malum, iş yapılan herkesle arkadaşız: öyle ya da böyle. Geçen gün bir mesaj geldi cep telefonuma "Ağbi, bu son kurduğun cümle çok ağır oldu, ben sana yalan söylemedim, aksilikler oldu, sözümü yerine getiremedim ama yalan söylemedim". Duraksadım, yahu gerçekten ağır mı oldu dün çektiğim mesaj, diye düşündüm. Bir süre ne yapacağımı bilemedim sonra aklıma çektiğim mesajı okumak geldi. "Bak ....... Kaç ay oldu, ben görevimi eksiksiz yerine getirdim mi, getirdim. Onun üzerine sen emeğimin karşılığını (ki tutarını bile konuşmamıştım) vermeyi taahhüt ettiğin tarihten sonra en az on beş kere yeni tarihlere söz verdin. Artık yeni tarihler vererek yalan söyleme de paramı ver," diye yazmışım. Bu mesajı okuyunca yine öyle kalakaldım. Çok canım sıkılmıştı. Bir şekilde gidip gırtlağına çökmeyi düşündüm. Sonra biraz sakinleşmek için çıkıp yürüdüm. Aradan zaman geçince, oturup yeni bir mesaj yazdım, yavuz hırsız deyimini hatırlatan. Bu mesaj trafiğinden sonra aradan gene 3 ay geçti ve gene tarihler, taahhütler... Ama sonuç çıkmadı. Şimdi ise aramalarıma ve mesajlarıma bile cevap vermiyor, "Alacağımın Dilencisi" haline düşmüş durumdayım.

Şu ana kadar yazdıklarım sizi bile sinirlendirmiştir, eminim. Ya, benim psikolojim ise şu: "Alacaklarımı toplasam peşin parayla film çekerim". Bu psikolojiyi şu an ben yaşıyorum. Alacaklarımı alamıyorum (en azından büyük bir çoğunluğunu) ama gerek hukuki, gerek diğer şekillerdeki gibi haklarımı aramayı beceremiyorum. Bunun üzerine çok düşündüm. Sebebini şöyle izah edebilirim; Yeşilçam sineması (ben buna özel tiyatroları da katıyorum) aşk, tutku ve fedakarlık üzerine kurulmuştur. Yok konuları, filmde anlatılanları değil, üretimi aşamasından bahsediyorum. Çalışanları işine aşık. Büyük bir sadakatle, tutkulu ve aşık oldukları, tutkun oldukları işi fedakarlıkla yapıyorlar. Hem de, gerek kamera arkasında, gerek kamera önünde çalışanların çoğu böyle. Arada birkaçı bu emeği ve yaratılanı çıkara dönüştürüp zengin oldular. Bir arkadaşım bana dedi ki: 

"Yahu seni takip edemiyorum, O kadar çok çalışıyorsun ki; oyun oynuyorsun, yönetiyorsun, film çekiyorsun, seslendirme yapıyorsun, ders veriyorsun, konferans, panel, söyleşi organize edip konuşmacılık yapıyorsun..."

Baş döndürücü bir tempo ve bu yıllardır sürüyor. Düşündüm, evet bildim bileli böyle... Sonra da Yeşilçam'ı düşündüm. Orada da çok sayıda film çekiliyordu. Bu fazla çalışmanın ne anlama geldiğini ta ki uluslararası film çekiminde çalışınca anladım. İnsanlar (sanat işçileri) az çalışıyor, sakin, stressiz, hakları korunan, kanunlarla kollanan bir iş kolu. Bizde ise: İşkolu - değil Kanunlar- yok Sosyal haklar yok Stres- var Çok çalışma - var Hakların aranması- asla yok Aşk - fazlasıyla Sadakat- en üst düzeyde Tutku- hastalık sınırında Fedakarlık insanüstü. Lan bu tablo neyi anlatıyor. Biz (en azından benim gibiler) sadece sanatı yaratmak, üretmek ve hiçbir şeyi düşünmeden yenisinin hayalini kurmak, projeye dönüştürmekle meşgulüz. Yahu iş bölümü diye bir şey var her meslekte, ben yaratırım, bazıları halkla buluşmasını sağlar, sağlam bir organizma (yani devlet) bu ilişkide hukuku (karşılıklı haklar) sağlar, tanzim eder ve kollar.

Yani işin normali bu olmalı... (Olmalı). Bizim dışımızdaki hemen hemen tüm devletlerde böyle. Bizde ise taşlar bağlı, köpekler serbest.

- Devletin asla bir sanat /kültür politikası yok

- Devletin asla bir sanat kaygısı yok

- Devletin asla bir önerisi yok

- Devletin asla bir işlevi yok

Ama devletin daima gizli/ açık sanat düşmanlığı var (Öyle olsaydı, tv ve internetten sokuşturulan yaz kültür, sanatın alet edildiği dizi v.s.'nin önünü kesip kendi kültünün yaşamasını sağlayıp sanata yönlendirirdi). Dünyadaki genç nüfusu en fazla birkaç ülkeden birisi olmamıza rağmen sporda, sanatta sıfıra yakın olmamız tesadüf mü acep? Başımızın çaresine bakmak için sürekli çalışıp, çok az kazanıp, yaratıcı özelliğimizi kaybetmemek için esas alacağımız/hakkımız olan paraları unutmaya koşullanmış kafa yapısı, bizi çok sayıda eser üretmeye mecbur bırakmaktadır. Yeşilçam'ın çok sayıda film üretmesini de ben buna bağlıyorum. Ha şimdi soracaksınız, ee Tv dizileri var orada çalışıp deli paralar kazanıyor oyuncular... Sakın böyle bir şey sormayın, bir anlatmaya başlarsam ondan sonra TV izlemeyi mideniz kaldırmaz. Sevgilerimle... 

 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)