Üye değil misiniz?
Aktivasyonunuzu tamamlamadınız!
Zaten bir hesabınız var mı?
Ömer Bey öncelikle sinemayla nasıl tanıştınız?
Altı yıl Ankara’da gazetecilik yaptıktan sonra, 2001 yılında mesleği bırakıp üniversitede akademik kariyer yapmaya karar vermiştim, ancak bunun yerine İzmir Mezopotamya Kültür Merkezi MKM’de katıldığım sinema atölyeleri fikrimin değişmesine neden oldu ve edebiyat ve sinema beni daha çok çekmeye başladı. Ancak sinema çalışmasına burada başlamadım. Çalıştığım Özgür Gündem gazetesi beni çağırınca yeniden Ankara’da döndüm ve sinema hevesim de orada kaldı zannediyordum. Fakat öyle olmadı. Gazeteciliğe devam ederken aynı zamanda İzmir MKM’de Yönetmen İlham Bakır ile başladığımız işlere geri döndük. İlk büyük projemiz, uzun metrajlı bir filmdi ve başarısızlıkla sonuçlandı, çekemedik. Ama bu dönem verdiğim uğraş, ilk kısa filmi çekmeye yöneltti beni. 2006’da Êşa şewatê filmini çekince de olan oldu ve bir daha sinemadan kopamadım.
Fuat Kav’ın Mavi Ring adlı kitabını sinemaya aktarma fikri nasıl doğdu?
Bu fikir bana ait değildi. Gazeteci Bayram Balcı, Fuat Kav’ın kitabını okumuştu ve ilk öneri Bayram’dan geldi. Bayram’ın önerisi üzerine çalışmaya başladık, sonra hiç hesapta yokken Kültür Bakanlığı’na da kerhen bir başvuru yapalım demiştik, ancak beklemiyor olmamıza rağmen bakanlıktan destek çıktı. Bu arada Almanya’dan yapım ortaklığı kurmuştuk ve böylece proje somutlaştı, çekimlere girdik hemen.
Filmin çekimi ne kadar zamanda tamamlandı? Nerelerde çekildi ve nasıl bir ekiple çalıştınız?
Çekimlerimiz, tamı tamına bir yılı buldu. 2011 yılının sonbaharında başladık ve ekonomik olanaksızlıklar nedeniyle çekimlerimiz yarım kaldı. Aradan geçen yaklaşık 10 ay boyunca kalan çekimlerin bütçesini temin etmek için uğraştık ve en sonunda, tam film battı derken, oyuncu arkadaşlar da dahil bütün ekip toplandık ve adeta imece yaparak yeniden sete girdik. Bu arada sağdan soldan borç olarak temin ettiğimiz küçük bir bütçe ve yeni borçlanmalarla nihayet tamamlayabildik çekimleri. Ekibimiz Almanya’dan Yunanistan’a, Diyarbakır’dan İstanbul’a, ağırlıklı olarak alternatif ve bağımsız sinema projelerinde deneyim sahibi güçlü bir ekipti. Görüntü ve ses grubu işini Yunanlı profesyonellerle yaptık. Tekniği Almanya’daki yapım ortağımız sağladı. Çekimlerimizi İstanbul Beykoz platosunda ve Çatalca yöresinde yaptık.
Filmde kullandığınız sinema dilinden ve bu dili tercih etmenizin sebebinden bahseder misiniz?
Şimdi biraz filmin esrarını dağıtacak gibi, ama gene de kısaca bahsedelim, filmimiz büyük oranda, hücrelere bölünmüş bir hapishane ring aracının içerisinde, yani bir metrekareye sıkıştırılmış dörder kişilik hücrelerde taşınan mahkumların daracık yaşam alanlarında geçiyor. Bir hapishaneden başka ildeki başka bir hapishaneye sevk yapılıyor ve biz bütün yolculuk boyunca o daracık alanda kamera kullanıyoruz. Dış sahneler, yani yolculukta uzam da olmasına rağmen biz hiç dışarı kamera kurmadık. Bilinçli olarak bunu yaptık, zira 18 saatlik bu şiddet dolu yolculuğu mahkûmların yaşam alanını terk etmeden, biraz da seyirciyi sıkma, bunaltma, acıtma pahasına da olsa burada kalarak anlatmaya çalıştık. Bu tercih, hikayenin biraz içinde kalmak, seyirciyi de mümkün olduğu ölçüde mekana hapsetmek gibi bir yaklaşımın ürünüdür diyebiliriz.
Film hangi festivalleri dolaşacak ve nasıl tepkiler almasını bekliyorsunuz?
Kargaya yavrusu kuzgun görünür, dolayısıyla ben de festivallerde ödül almayı, hakkımızda olumlu eleştiriler yazılmasını, böylece dünya sinemasının bir eserini mümkün olan en geniş izleyici kitlesine taşımayı umuyorum. Biryandan da biliyorum ki beklenti başka, realite başkadır. Daha ayakları yere basan bir tahminde bulunmamız gerekirse, ben Mavi Ring’in en azından birkaç uluslararası festivalde ödüle layık görüleceği düşüncesindeyim. En azından bunu umuyorum. Türkiye festivallerini de bu bakımdan önemsiyorum, zira bugüne kadar hapishaneler meselesine bu yandan bakan sinema filmi pek yoktu, şimdi en azından jüri için Türkiye sinemasının bugüne kadar ele aldığı hikayeler ve kurduğu öykülemeler bakımından ilginç bir film olarak yaklaşılacağını tahmin ediyorum.
Açlık grevi, insanın bedenini şu veya bu biçimde ölüme yatırması oldukça netameli bir konu. 19 Aralık ‘Hayata Dönüş’ operasyonunu konu alan Simurg adlı film de bu ay vizyona giriyor. Kaldı ki açlık grevi konusu çok yakın zamanda yine Türkiye gündemindeydi başka vesilelerle. Siz böyle çok boyutlu ve bir anlamda dokunması tehlikeli bir konuya temas ederken, olaya nasıl yaklaşmayı tercih ettiniz? Tamamen dışardan bir kamera göz gibi mi, yoksa kendi duruşunuzu, yaklaşımızı da hissedecek miyiz filmde?
Evet, size katılıyorum, Türkiye’deki muhalif siyasal hareketler ve onları eylem tarzları bakımından belki de en netameli konu bu açlık grevleri ve ölüm oruçlarıdır. Bu konu gerçi dünyanın her yerinde tartışmalıdır. IRA için de başka bu eyleme başvuran siyasal hareketler bakımından da sorunlu bir mesele. Zira eninde sonunda insan yaşamı ve bu yaşamın değerlerinin giyotine çekildiği bir durum. Diyebilirim ki bu konuya yaklaşım sorunu ciddi ve riskli olmasına rağmen ben biraz cesaretli olmayı denedim. Cesaret gerektiren bir anlatıma kalkıştım daha doğrusu. Bu meseleyi daha az incitici, daha az tepki toplayıcı, ama gene de daha sert ve şiddetli bir şekilde içine girerek, doğrudan doğruya ve gerektiği gibi, eğip bükmeden konuşmak için bir karakter kurdum. Bu karakter, olaya dışarıdan dahil olan ve hem mahkûmlar hem de askerler cephesindeki bütün olup bitenleri, doğrudan doğruya kendi ahlaki ve vicdani terazisinde samimiyetle tartan bir karakter. Naif, siyasetin ve militarizmin mecrasında korkuyu ve dengeli olmayı öğrenmemiş, dolayısıyla da dobra olabilen bir doktor üzerinden bu tartışmaya dahil oldum. Dr. Pınar hem askerkerle, hem de mahkûmlarla temel ahlaki referanslara dayanarak tartışıyor. İlginç tartışmalar çıkıyor ortaya, elbette nokta konmuyor, bir öğretmen gibi doğruyu göstermiyoruz kimseye, ama dikkate değer bir yorum getiriyoruz diye düşünüyorum.
Şöyle bir riskimiz var: Ya hem muhalif direnişçiler hem de devlet ve iktidar tarafından tefe konacağız, ya da her ikisi de şapkasını önüne koyup biraz düşünecek diye bekleyeceğiz. Bakalım...
Çok teşekkürler.
Ben teşekkür ederim, başarılar, iyi çalışmalar...