Zero Dark Thirty, Kathryn Bigelow'un tribünlere oynarken Usame Bin Ladin'in öldürülme operasyonunu merkezine oturttuğu kocaman bir feminizm propagandası.
08 Şubat 2013

 

 

 

 

 

 

Kathryn Bigelow, Columbia Üniversitesi'nde Vito Acconci, Sylvére Lotringer ve Susan Sontag gibi sanatçı ve düşünürlerden derslerini aldıktan sonra ilk dönem filmlerinde gösterdiği filozofik öğeleri anaakım amerikan sinemasına uyarlama başarısıyla adını duyurmuştu. 2002 yılında ise çektiği K-19: The Widowmaker filmine harcadığı 100 milyon dolar ile en pahalı bağımsız film ünvanını almıştı. Gişedeyse beklediği başarıyı görememişti. Bu zamana kadar çektiği filmlerinde ve açıklamalarında hep bir liberal çizgisi olduğu izlenimini veren Kathryn Bigelow, 2009'da gösterime giren The Hurt Locker filmi ile anaakım vatansever sinemanın en büyük neferlerinden biri haline dönüşmüş ve Oscar konuşmasında da Irak'taki askerlere dikkat çekerek sağ çizgisini iyiden iyiye sağlamlaştırmıştı. Şimdi ise yine bu cevherden beslenmeye devam edecek gibi görünen Bigelow, karşımıza Zero Dark Thirty ile çıkıyor ve Usame'nin ölümünden bir ekmek kapısı daha çıkartılıyor.

Zero Dark Thirty'nin ortaya çıkış hikayesi de Bigelow'un bu "niche" alana kaymasıyla destekleniyor. Sony Pictures'ın CEO'su Amy Pascal'ın önüne henüz Usame Bin Ladin öldürülmeden önce, Usame'nin peşinde yıllardır olan kişiler ile ilgili bir hikaye geliyor ve Pascal da ikinci kez düşünmeden Bigelow'u arayarak ondan bu filmi yapmasını istiyor. Bigelow'un ilk "vatansever" filmi The Hurt Locker'ı da yazan Mark Boal, Bigelow ve Pascal ile biraraya gelip detaylar üzerine çalışıyorlar ve filmin adını da alan son yarım saatlik sekans harici senaryo henüz Usame Bin Ladin öldürülmeden önce ortaya taslak şeklinde çıkıyor. Ve 1 Mayıs 2011 gecesi de bekledikleri haber yani bu teröristin ölüm haberi gelince filmin sonu da şekilleniyor ve bu operasyonun gerçekleştiren askerlerle görüşmek üzere Beyaz Saray'dan izinler alınıyor ve bir teröristin öldürülmesinin siyasi tandanslı modern Camelot'luğuna Bigelow soyunuyor. Ancak bunu yaparken izlediği yol ise ilk filmlerinden itibaren edindiği anaakım sinemaya global anlamda uyabilecek bir yaklaşımın filmi daha çok "satacağı" öğretisi oluyor ve zaten "Usame'yi Öldürmek" gibi alelade bir film ne kadar kötü çekilirse çekilsin vatansever amerikalıların filmi yalnız bırakmayacağı gerçeğinin de desteğini alarak konunun içerisine bir feminist vatansever olgusu da yerleştiriyor. Bu sayede kadınların ilgisini de filme çok rahat bir şekilde çekebiliyor. Zira bu bir operasyon filmi, Usame'nin öldürülmesi operasyonunu anlatıyor ve ancak bu operasyonu bir kadının tutkusu yönlendirirse daha çok kadın izleyici çekeceği düşünülerek bu hale getiriliyor. İşte "niche" alan da tam olarak bu: Feminist vatanseverlik.

Filmin başından itibaren tek başına Pakistan'a gidebilen amerikalı bir kadının ilk baştaki ürkekliğini ve ardından edindiği vatan-millet destekli cesaretinin anlatılmaya başlandığı filmin konusu son yarım saate kadar Usame Bin Ladin değil. Zero Dark Thirty, son yarım saati hariç adeta bir kadının tüm erkeklere karşı olan mücadelesi ve onları sadece ve sadece ihtiyacı olduğu zamanlarda çağırabilmesi-kullanabilmesi üzerine kurulu bir özgürlük savaşı. Savaşın bir tarafı vatanseverlik-acımasızlık-tutkululuk gibi enzimlerle desteklenmiş bir kadınken ve tüm amerika bu kadının arkasında savaşa girmiş gibi tasvir edilmişken diğer tarafta ise gerçekte olmayan bir düşman var gibi. Bigelow, filmdeki erkek karakterleri sinmiş ve artık savaşın zorluklarından yılmış halde gösterirken ve tüm erkekler birer birer bu "savaş" ortamından kaçarken; kaçmayan ve yeminlerinin peşinden giden kadınları tasvir ederek de kadınların cesur duruşu üzerine kör göze parmak bir anlatımda bulunuyor. Bu abartılı ve gerçek olsa da ayrımcı anlatım tarzı da filmin "aslında görünenden daha fazlası" olduğunu ifade etmeye çalışma şeklinden başkası değil. Ayrıca Bigelow, savaştan kaçmayan kadınları da ayırarak tutkularına ve heyecanına yenik düşmüş kadının hatalarını da gösterek erkek izleyici kitlesinin ağzına da bir parmak bal çalmayı ihmal etmiyor: Zira muhbirine pasta yapan bir erkek yoktur.

Filmdeki seksist yaklaşımının yanı sıra bir de gündemi daha çok meşgul eden bir işkenceyi legalize etme ve "başka şansımız yok, işkence etmezsek kazanamayız" anlatısı var. Gündemi aslında hiçbir şekilde belirlememesi gereken saçma sapan bir insanlık dışı argümanı önümüze koyarak filmin "iyi-kötü reklamını yaparak merak duygusundan nemalandırmak" amaçlı bu şovun da geldiği nokta içler acısı. Çağımızın ünlü düşünürlerinden Slavoj Žižek'in The Guardian'a gönderdiği Zero Dark Thirty yazısında bu durumu şöyle açıklıyor: "Waterboarding’in işkence olup olmadığı konusundaki tartışma açık bir saçmalık olarak görülmeli:  acı çekmeye ve ölüm korkusuna sebep olmuyorsa, waterboarding neden terör şüphelilerinin konuşmasını zorlaştırıyor? İşkence kelimesinin “gelişmiş sorgulama tekniği” ile yer değiştirmesi siyaseten doğru mantığının uzantısı: devlet tarafından uygulanan kaba kuvvet, dil değiştiği zaman toplumsal kabul edilebilir oluyor. Filmin en açık savunması olan Bigelow’un ucuz ahlakçılığı reddettiği  ve anti-terörist mücadelenin gerçekçiliğini düzgünce yansıttığı iddiası akla cevabı zor sorular getiriyor ve bizi düşünmeye zorluyor (artı, bazı eleştirmenler Bigelow’un feminen klişeleri “yapıbozuma” uğrattığını da ekliyorlar –Maya’nın hiçbir duygusallık göstermemesi, sert ve görevine bir erkekler gibi bağlı olması). Ama işkenceyle biri “düşünmemeli.” Burada tecavüze paralel bir şey ortaya çıkıyor: ya bir film şiddetli bir tecavüzü aynı nötrlükle bize gösterip  ucuz ahlakçılıktan kaçınmamız ve tecavüzü tüm karmaşıklığıyla düşünmeye başlamamız gerektiğini iddia etseydi? İçimizdeki ses burada bir şeylerin son derece yanlış olduğunu söylerdi; Ben tecavüzün basitçe kabul edilemez görüldüğü bir toplumda yaşamak istiyorum, tecavüzün lehinde konuşan herkesin uçuk bir idiyot olarak görüleceği bir toplumda, aleyhinde konuşmak zorunda kalacağın bir toplumda değil. Aynısı işkence için de geçerli: etik ilerlemenin bir belirtisi, hiçbir argümana gerek duymaksızın işkencenin "kesin olarak" reddedilmesi gerçeğidir." [Zero Dark Thirty: Hollywood's Gift to American power, Slavoj Žižek. 01.25.2013, The Guardian]

Film, sinematografik açıdan ve tıpkı The Hurt Locker'daki gibi ses miksajı açısından kusursuza yakın. Özellikle filmin son yarım saatlik "Zero Dark Thirty" bölümü sadece tek başına bir orta metraj film olarak yayınlansa da müthiş bir başarı elde edilirdi. Elbette o bölümde amerikalı bir kadının yönlendirdiği operasyonda düşmanken kurbana dönüşen pakistanlı kadınları öldüren amerikan askerlerini de es geçmemek gerekir. Tek başına savaşan bir amerikalı kadın uzaktan son model helikopterlerle bir saldırı düzenleyebiliyor ancak kocası amerikan askerleri tarafından vurulan bir pakistanlı, eline silahı alıp düşmanına ateş edemeden öldürülüyor. Bu hayatta öldürebilmek için, işkence etmek için, tüm erkekler başı öne eğik patronunun önünde el pençe divan durmuşken patronun gözüne bakabilmek için ve cesaretle küfür edebilmek için güçlü ve amerikalı bir kadın olmak gerekiyor. Zero Dark Thirty Usame'yi bir yan unsur olarak kullanırken aslında sadece bunu anlatıyor.

Slavoj Žižek'in The Guardian'da yazdığı yazının tamamına buradan ulaşılabilir.

 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)