Üye değil misiniz?
Aktivasyonunuzu tamamlamadınız!
Zaten bir hesabınız var mı?
1941 yılının Zonguldak'ında geçen bir dönem filmi, ilk sahnesinden tanınmış görüntü yönetmeninin imzasını taşıyan muhteşem bir maden sekansı ile açılır ve Gökhan Tiryaki, başyapıtlarına birini daha ekler. Hemen ardından iki şairin heyecanlı bekleyişine ortak oluruz ve Yılmaz Erdoğan da imzası olan diyaloglarıyla izleyiciyi selamlar. Sahip olduğu nüktedan şiir yeteneği ile diyalogları harmanlayan Yılmaz Erdoğan, Bir Demet Tiyatro'dan beri yaptığı şeyi devam ettiriyor ve Rüştü Onur ile Muzaffer Tayyip Uslu'nun bilinmeyen yaşamına şairane bir bakış atıyor. Sinema ile şiirin bir dönem filmi içinde buluşması olan Kelebeğin Rüyası Türkiye'de görsel açıdan son yıllarda yapılmış en başarılı film.
Behçet Necatigil'in iki öğrencisi Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'nun bilinmeyen ve gencecik solup giden veremli yaşamlarına başarılı bir bakış atan Yılmaz Erdoğan, Rüştü Onur rolünü Mert Fırat'a vererek salt yeteneğe, Muzaffer rolünü de Kıvanç Tatlıtuğ'a vererek gişeye yöneliyor ve kendisine de Behçet Necatigil rolünü vererek cameo'sunu yapıyor. Filmdeki oyunculuklar kelimenin iki isim hariç oldukça başarılı. Rolüne girebilmek için bir hayli kilo veren Kıvanç Tatlıtuğ, sonunda gerçek bir sinema oyuncusu olduğunu ispat ediyor. Muzaffer'in özgüvensiz ama hayata umutla tutunmaya çalışan karakterini başarıyla kotaran Tatlıtuğ'a en büyük yardımcı ise Mert Fırat oluyor kesinlikle. Filmin afişinde dahi gereken saygıyı göremeyen olağanüstü bir oyunculukla Rüştü rolünü oynayan Fırat, filmin arkada bırakılmış(!) yıldızlarından biri oluyor. Fırat'ın önüne geçen isim ise filmdeki en göze çarpan kusurlardan olan Belçim Bilgin'in 17 yaşındaki bir kızı canlandırmaya çalışması. Yılmaz Erdoğan'ın "Onu görünce bu rolü ona yazdım" dediği ve sonradan evlendiklerinden vefa borcunu da bu sayede ödediği Suzan karakterindeki Belçim Bilgin filmin "olamayan" taraflarındandı. Bir diğer olamayan oyunculuk ise Behçet Necatigil yerine kendini canlandıran Yılmaz Erdoğan'dı. Özellikle filmin finalinde şairliğine yaptığı güzelleme ile filmin sakil yanlarından birini kendi eliyle ortaya çıkartıyor Yılmaz Erdoğan.
"Aşk bahanesidir şiirin,
Şiir bahanesidir hayatın"
Filmin temel çatısını oluşturan Rüştü ve Muzaffer ikilisinin kardeşlikten öte dostlukları ve bir kız için girdikleri iddiayı sürdürmek için sürekli birbirlerini motive etmeleri olsa da bu konu etrafında Yılmaz Erdoğan söylemek istediği her şeyi söylemeye çalışarak filmin süresini gereğinden fazla uzatıyor. Mükellefiyet Kanunu, filmin ilk bölümünün temel direklerinden biri olarak izleyiciye sunulsa da sesi gittikçe kısılan ve sonunda sadece arka planda bir uğultu halinde kalan bir durum ortaya çıkartıyor. Bu da paralel konuları bir dönem filmi içinde aksetme hususunun altından kalkamayan bir film yönetimini ortaya koyuyor. Halk dilindeki Kellefiyet Kanunu üzerinden çıkan konu, şiirleri Varlık dergisinde basılmayan şairlerimizden Rüştü'nün tiyatro sevgisine ve piyes yazma aşamasına çok hızlı bir şekilde getirilir sonrasında ise Suzan'ın kanayan bir yarayı Hollywood-vari kaşımasıyla bir anda madenlerdeki şartların zorluğuna kısaca bir değinilir. Maden işçilerinin ayaklarına takılan prangalar ve çatık kaşlı Ulu Önder portreler arasındaki sekanslarla "Şiir bahanesidir filmin" boyutuna varılır. Filmdeki bir diğer konu dalı ise dünya savaşı yılları ile alakalıdır. Final konusu ise çıkış noktası olan genç yaşta kaybedilmiş değerler Rüştü ve Muzaffer'in hastalıktan ölümleri.
Aynı zamanda da avrupa-i yaşam tarzını abartılı kostümler ve set tasarımı ile veren Kelebeğin Rüyası, 1941 Türkiye'si yerine 1941 İtalya'sını daha çok andırıyor. Maden işçileri dışındaki herkes adeta gelişmiş bir avrupa veya amerika liman şehrinin sakiniymiş gibi şık ve alımlı.
"Chuang Tzu rüyasında bir kelebek olduğunu görür. Chuang Tzu uyandığında ise rüyasında bir kelebek midir, yoksa aslında bir kelebekken rüyasında Chuang Tzu mudur karar veremez."
Rüştü karakterinin her daim kötüyü iyi anlatmaya çalışması, Yılmaz Erdoğan'ın her filminde yapmaya çalıştığı şeylerden birisi. Hayatın zorluklarını nüktedanlığı ile eleştirebilen insanların varlığını yüzümüze sürekli vurarak "Aslında böyle bir yol da var" demek isteyen Erdoğan, bu yönüyle filmine ismini de veren Tao felsefesinin Kelebeğin Rüyası hikayesini de açıklığa kavuşturuyor.
Film, ilk bölümü güzel bir seyirlik sunarken derdini anlatma işini aslında bir kenara bırakıyor. Ufak skeçler içerisinde temel alınan iki karakterin hayatlarına göz atmamızı sağlar gibi geliştirilmiş film akışı. Bunu yaparken de eğlenceli bir ışık saçan film, ikinci yarısının başlaması ile birlikte aşırıya kaçan bir ajitasyona dönüşerek Yeşilçam anlatısına bürünüyor. Özellikle filmin son sahneleri, bilinen ve belirgin bir gerçeği defalarca izleyicinin yüzüne vurarak salondan gözü yaşlı kimsenin ayrılmamasını sağlamaya çalışarak samimiyetini bir nebze kaybediyor. Ve finali ile birlikte dimağlarda bıraktığı tad, Yılmaz Erdoğan'ın önceki filmlerindeki tad ile aynı kalıyor: Hollywood-vari kaliteli bir film. Elbette Türkiye Sineması'nda bu kalitede film çekme başarısı göstermek çok büyük bir başarı ancak bazı keskin virajları alamayan Kelebeğin Rüyası aslında yine Hollywood-vari kaliteli bir film etiketine uyuyor. Elbette bunda en büyük etki dönem şehrini başarıyla ortaya çıkartan sahne ve sanat tasarımcılarından sonra görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki'de ve ardından da oyunculuklarda. Yan rollerde Ahmet Mümtaz Taylan ve Taner Birsel de görünüyor. Filmin teknik açıdan en büyük sıkıntısı ise seslerde. Görüntüye verilen önem, seslere pek verilmemiş ve çoğu diyalog, arkaplanda çalan müziklerin arasında kaybolarak boğuk bir yankılanma ile seyirciye ulaşıyor. Bu derece önemli ve başarılı bir filmde bu denli önemli bir hata, gözden kaçmaması gereken ancak bir şekilde kaçırılmış bir kusur olarak yer alıyor.