Üye değil misiniz?
Aktivasyonunuzu tamamlamadınız!
Zaten bir hesabınız var mı?
Geçtiğimiz haftalarda vizyona giren 'Savaşın Gölgesinde' (Lore)'yi bir de sektör profesyonellerinin gözünden incelemek istedik. İkinci Dünya Savaşı sırasında tek başıan kardeşlerine bakmak zorunda kalan Lore'nin yaşadığı zorluları ve kırdığı düşünce kalıplarını anlatan filmin yönetmenlik analizini yönetmen ve akademisyen Bora Egemen'den dinledik.
SinemaTürk: 'Savaşın Gölgesinde' filmini teknik açıdan değerlendirebilir misiniz?
Bora Egemen: Son dönemlerde artık sinema dünyasında dijital bir rüzgar esmeye başladı. Dijital kameralar, Alexa'lar havada uçuşuyor! O rüzgarların arasında 16 mm çekilmiş, sonra da 'blow up' yapılıp 35e basılmış negatif formatlı bir film seyretmek büyük bir keyif oldu benim için. Dolayısıyla gerçekten sinema severlerin gidip mutlaka perdede negatif çekilmiş olan bu filmi seyretmelerini isterim. Çünkü önümüzdeki dönemlerde bu filmler giderek azalacaklar.
Negatif formatın filmlere kattığı o tılsımlı renk ve doku filmin her karesinde var. Çok iyi bir sinematografi, çok iyi bir görüntü yönetmenliği var ve genel olarak aktüel kamera tercih edilmiş. Tercih edilmesinin sebebi, olayların içinde olmak ve gerçekçiliği arttırmak amaçlı aslında. Onun dışında, bu sayede yönetmen sinematografik olarak karakterlerine daha yakın durabiliyor. Bu ne demek; onların iç dünyalarını ve iç dünyalarındaki tepkilerini dışa vurdukları anları kaçırmadan bize anlatmaya çalışıyor demek. Dolayısıyla filmin sinematografisi, seçilen renkler ve kamera kullanımı, filmin öykü anlatımını yepyeni bir düzene taşıyor.
Filmin renklerine, kullanılan ışık düzenine bakıldığı zaman inanılmaz bir skala var karşımızda. Yani film, içinde şavaşın karanlığı gibi bir takım duygular varken, insanların başına gelmiş bir felaketi anlatırken bir anda iki gencin flörtünü anlattığı duruma dönebiliyor. Filmin içindeki bu ton değişiklikleri hem renkle hem ışıkla hem kamera kullanımıyla hiç göze batmadan çok temiz bir şekilde akabiliyor.
Az önce söylediğim gibi yönetmenin ve görüntü yönetmeninin çok büyük bir başarısı var. Böyle bir filmi kurgulayabilmek için; o karanlık atmosferdeki pırıltıları ve durumları yakalayabilmek, kullanılan detaylar, yönetmenin kullandığı kadrajlar, görüntü yönetmeninin kullandığı ışık biçimi bir bütün olarak inanılmaz masalsı bir duruma sebep oluyor. Yani bir yandan İkinci Dünya Savaşı ile ilgili bir belgesel durumu oluşurken, o belgesel gerçekliğinin içinde masalsı anlar da oluşuyor. Bunu gerçekleştirmek çok zor. Bunu bir filmin bütününde karakterlerin ruh hallerini devamlı değiştirerek oluşturmak çok ciddi bir çalışma istiyor. Filmin pre-production'nında çok iyi tasarlandığı ve çok ince bir işçilikle yapıldığı ortada.
Dolayısıyla mutlaka izleyicinin sinemada izlemesi gereken bir film. Ki bunu özellikle söylüyorum, çünkü negatif bir filmin farklılığını ancak sinemada algılayabilirsiniz. İnsanların bu meşakkate girişmelerinin sebebini -burda bir digital negatif karşılaştırması yapmıyorum tabi- hala birilerinin negatif çekmeye neden gayret ettiklerini, filmi seyrettiklerinde görebilirler ve teknolojinin anlatımı ne kadar etkin şekilde etkilediğini anlayacaklarını düşünüyorum.
SinemaTürk: Filmin psikolojik boyutlandırılmasından hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bora Egemen: Bir trend var biliyorsunuzdur. Amerikan hükümeti önümüzdeki yıllarda "brain initiative" adında beyinle ilgili araştırmalar yapacağını açıkladı. Beyin ile ilgili olan bir araştırma her alanı etkiliyor tabi ki. "Sinema ve cognitive science" şu an batıda bir çok senaristin, bir çok yönetmenin ve bir çok yapımcının çok yakından takip ettikleri bir alan. Şimdi burda şöyle bir durum var; bilişsel bilimle ilgili bir takım şeyleri alıp sinemada şablon olarak uygulamaktan bahsetmiyorum. Ama büyük yönetmenlerin; Hitchcock gibi, Bergman gibi yönetmenlerin iç güdüsel olarak izleyici ile kurdukları iç güdüsel bir iletişim biçimi var. Bu filmlerde içgüdüsel olarak kullandıkları bir takım teknikleri bu günün yönetmenleri artık farkında olarak kullanmaya başlıyorlar.
Çok basitçe anlatmak gerekirse, karşınızdaki birisinin elini sıcak suya soktuğunu gördüğünüz anda beyninizdeki ayna hücreler direk harekete geçiyorlar ve bunu da sizin hissetmenize sebep oluyorlar. Bu ayna hücrelerin hareketi sizin yaşam içinde gördüğünüz her şeyi kendinizde imite etmenize sebep oluyor. Dolayısıyla sinema meselesinde bunu konuşacak olursak sinema filmlerinde, film -iki boyutluluk dışında- bu tür bilişsel anahtarlar kullanıldığı zaman insan için direk bir deneyim aracına dönüşüyor. Bir çok Amerikalı yönetmen bunu çok fazla kullanır. Ama deneysel bir yapı içinde filmi zaman zaman deneysel boyutlara götürebilecek, aynı zamanda anlatılsal katkı sağlayabilecek bilişsel anahtarların kullanıldığı bir filmden bahsediyoruz Lore'den bahsederken. Bunu yönetmenin bilinçli ya da bilinçsiz yaptığını bilemeyiz fakat film bu düzende çok başarılı bir şekilde ilerliyordur.
Bu tür dokunmayla ilgili ya da ayna hücreleri harekete geçirebilecek bir çok sembol kullanılmış Lore filminde. Bu semboller karakterlerin ve öykünün ruh halini, bize yansıtmak ve ayna hücrelerimizi tetikletecek şekilde kullanılmış. Tesadüfi değil, filmin bütününde devamlı olarak böyle dizayn edilmiş.
Filmin içerisinde kullanılan önemli bir sembol var; biblo bir ceylan. Bu biblo ceylan filmin başında gördüğümüz Lore'nin annesi bu ceylanı bir mendilin içine saklıyor ve kızına teslim ediyor. Filmin sonunda bu sembol ve benzerleri Lore tarafından kırılıyor. Biz bütün bu saklama meselelerini; saklanma anı, dokunma anı, ve filmin finalindeki kırılma anını fiziksel olarak yaşıyoruz. Ve bu sembol üzerine bir çok yorum yapılabilir, saklanan, ezberden bir Almanlığın, yetiştirilmiş bir alman gençliğinin kırılmasının sembolü. Ben sadece bir tanesinden bahsettim. Filmin içinde gerçekten inanılmaz sembolik bir anlatım kullanılıyor. Bu sembolleri de tek tek anlatmak istemiyorum çünkü sembol dediğimiz zaman anlamını sizin doldurduğunuz kavramlar olması lazım. İzleyici gittiği zaman eminim filmin içindeki sembolleri kendisi dolduracaktır.
Sembolleri kullanırken film, hiç bir noktada böyle bir sembolik, deneysel, bir sanat filmi havasına bürünmüyor. Bu sembollerin ve bilişsel anahtarların kullanımı doğal akışın içinde gerçekleşiyor. Bu kadar gerçekçi, hiç göze batmadan, izleyiciyi hiç zorlamadan, izleyiciye "bak sana bir şey ima ediyorum" diye zorla bir şeylere ikna etmeye çalışmadan, doğal bir akış içinde inanılmaz sembolik bir anlatım kuruyor. Ama bir yandan da üst metninde bize güzel bir aşk öyküsünü anlatıyor. Bunların bir arada olduğu, bütün katmanların bir arada işlendiği bir film seyretmek çok keyifli bir şey.
SinemaTürk:Filmde kullanılan müziklerin filmi nasıl etkilediğini değerlendirebilir misiniz?
Bora Egemen: Filmin içerisinde müthiş bir ses tasarımı var. Filmdeki diğer bilişsel anahtarlar, yani dokunma duygusu ve bu tür diğer konularda olduğu gibi, ses tasarımında da kullanılmış. Gerektiği noktada irite edip gerektiği noktada rahatlatan ve bir tansiyon oluşturan ses tasarımı var. Fakat bu ses tasarımının içinde müziğin filmle aynı noktada olmadığı seviyeler var. Bu tamamiyle kişisel bir şey. Filmin genelinde genelinde gördüğüm üst seviye durum, müzikte bazı yerlerde aynı seviyede değil.
Filmin çok süratli bir ritmi yok. Ancak bu, ritmi yok demek ya da filmin tansiyonu yok demek değil. Filmin çok iyi bir tansiyonu var. Daha doğrsu film inanılmaz bir tansiyon kuruyor ve bu tansiyonu kurarken de ritminin yükselmesine sebep oluyor. Yani film alıştığınız Amerikan filmleri tadında çok hızlı ilerleyen bir film değil. Fakat filmin kullandığı tansiyon ögeleri ve oluşturduğu merak hissi filmi çok sürükleyici ve izlenilebilir bir hale getiriyor.
Devamı ikinci bölümde...