Üye değil misiniz?
Aktivasyonunuzu tamamlamadınız!
Zaten bir hesabınız var mı?
Freud egonun oluşumunu açıklarken, egonun hali hazırda var olan ve içsel bir yapı olmadığını, oluşmayı bekleyen ve dışarıdan gelecek bir yapı olduğunu anlatmak amacıyla şöyle söyler:
"Wo es war, soll Ich werden" (İzmir, 145)
Tam çevirisi, o neredeyse Ben (Ego) orada oluşacaktır biçiminde yapılabilecek bu önemli cümle, egonun aslında dıştan gelen ve oluşmayı bekleyen bir yapı olduğuna işaret eder. Bu cümle paralelinde egonun her zaman O'nun konumunda bulunan Öteki'ne bağlı bir yapı olduğunu söyleyebiliriz. Yaşam boyunca Öteki hep yer değiştireceği için, (anne, baba, ideal imgeler, kendimize yönelik sevecen bakışlarda oluşan yansımalarda oluşan imgeler, yaşıtlar, toplumdaki önemli figürler vb.) ego da hep o anki Öteki'nin konumunda oluşacaktır ve ona bağlı kalacaktır. Egonun Öteki'ler arasındaki bu özdeşim yolculuğu, eğer sonunda bu özdeşimlerin birbirleri ile sağlıklı bir eşgüdümü gerçekleştirilebilirse, sağlıklı bir benlik algısının ortaya çıkışını sağlayabilir. Ancak bu sıçramalar sırasında egonun, bir Öteki'nde saplanmış olarak esir kalabilme olasılığı da vardır. Bu nedenle Lacan aslında bizim eşcinsel değil, eştoplumsal olarak yaşama başladığımızı söyler (İzmir 330). Yani sorun bir bağlanamama sorunu değil, kaçınılmaz olarak hep bir Öteki'ne bağlı bulunduğumuz noktada esir kalıp kalmayacağımız sorunudur.
Eştoplumsal birey, her zaman kendisinin hakkı olması gerektiğine inandığı ideal toplumsal konumun, Öteki tarafından çalınmış olduğunu düşünür. Öteki kimdir? Erken gelişim dönemlerimizde, bize göre daha beğenilir, güzel, güçlü, kendine yeterli ve alımlı olan imgeye sahip olan kişidir Öteki. İdeal bir imge kopyalanacak ise onun tam içeriği çok da önemli değildir, ya içeriği simgeleyen tek bir özelliği öne çıkartarak kopyalarız ya da dış görünüşün tıpkısına benzemeye çalışırız. Zaten gelişim dönemlerinin başlangıcında içerikten çok dış görünüş önemlidir, bu nedenle ilk kişiliğimiz cildimizdir diyebiliriz. Yani daha sonra bir içerik kopyalaması haline dönüşecek olan özdeşim süreçleri, başlangıçta dış görünüşün kopyalanmasından ibarettir. Buffalo Bill de bu aşamada saplanmış ve bir ideal imgede egosu hapis kalmıştır. Kendisini o ideal imgede esir olmaktan kurtarabilmesinin yolu, kendisinin de aynı ideal imgenin biçimine girebilmesidir. Ancak o zaman o ideal imgeye imrenmesi geçebilecek, kendisini aşağılamadan kendisi ile baş başa kalabilecektir. Buffalo Bill, yaşamının erken evrelerinde, kendisini sevebileceği bir aynalama ilişkisi içine giremediği için, kendisine yönelik olarak bakan sevgi dolu bir bakıştan yansıyan bir yansımayı yakalayamaması nedeniyle sevebileceği bir kendilik algısı oluşturamamış, o sırada kendini seven bir kızın imgesine imrenmiş ve 'O'nun gibi olmak istemiştir. Buffalo Bill, sevemediği kendisinden çıkıp, kendini seven kızın görünümüne bürünmek ve kendisini sevebilecek hale gelmek istemektedir. Yaşamının ilk dönemlerinde kendisine yönelik olumlu bakışlardan mahrum büyümüş olduğu anlaşılan Buffalo Bill'in kendilik algısı bu nedenle kendi bulunduğu konumda oluşmakta zorlanmaktadır. Buffalo Bill yalnızca kişilik olarak değil, derisinin çizdiği sınırları da 'O'nun bulunduğu konumun çizdiği, 'O'nun derisinin sınırları ile değiştirmeyi arzulamaktadır. Çünkü yaşamı boyunca Öteki'nden yansıyıp da kendi derisinin içini dolduracak kadar değerli bir yansıtmayla hiçbir zaman karşı karşıya kalamamıştır. İçerikten haberdar değildir, benlik ve kişilik algısı olmadığı gibi, başkasının da bu algılara sahip olabileceğini düşünememektedir.
Kuzuların Sessizliği adlı eserde, psikiyatr Hannibal Lecter, polisin aradığı seri katil Buffalo Bill için, "Billy transseksüel olduğunu düşünüyor, olmaya çalışıyor, hatta pek çok şey olmaya çalıştı. Aslında o kendi kimliğinden nefret ediyor ve bunun kendisini transseksüel olmaya ittiğini sanıyor ama onun sorunu çok daha vahim. O, imreniyor, imrenmeye mahkûm, onun doğası bu." der. Buffalo Bill değişmek, yeni birisi haline gelmek istemektedir, kurbanlarının ağzına yerleştirdiği kelebek kozasında, kurdun kelebeğe dönüştüğü değişime hayrandır. O da, bu değişimi şişman kızları kaçırıp zayıflattıktan sonra, derilerini yüzerek o deriden kendisine kelebek biçiminde elbise dikip üzerine giyinerek gerçekleştirebileceğine inanmıştır ve bu saplantı onu tekrar tekrar cinayet işlemeye iter. Ama bu beyhude bir çabadır, çünkü aslında Buffalo Bill neyin kendisini rahatsız ettiğinin farkında değildir, kişiliğindeki rahatsızlık veren tarafları somut fiziksel nedenlere indirgemiştir.
Kuzuların Sessizliği filminin ikinci önemli karakteri olan Dr. Lecter ise bağlanma sorununu, kendi biyolojik yapısına ve doğumdan sonra yaşama başladığımız andaki bütünlüklü halimize (Gerçek dönemi) yabancılaşmasını engelleyerek çözmüştür. Bağlanma sürecimiz Gerçek döneminin varlığına yabancılaşma anımızla birlikte başlar. Lacan kişiliğin bağlanma özelliklerinin, insanın içinden geçtiği 3 dönemden hangisinde bulunduğuna göre değişiklik gösterdiğini belirtir. Bu üç dönem, Gerçek, İmgesel ve Simgesel dönemlerdir. Gerçek dönemi doğumdan sonraki 6-9 ayı kapsayan bir dönemdir ve bir çelişkiler diyarıdır. Ötekinin henüz bulunmadığı ve tek bilinç halinde yaşadığımız bir dönem olan Gerçek döneminin çelişkili ve her durumu olası kılan yapısına tepki olarak o yapıya yabancılaşırız ve kişilik denilen yapıyı kurmaya başlarız. Kişilik, Gerçek dönemine karşı duyulan tepkinin ve yabancılaşmanın sonucunda ortaya çıkar. Gerçek, kişilik için bir tanım yapabilmeye izin vermeyecek derecede hiçlikle doludur ancak aynı zamanda da her şey Gerçek'in içindedir. Gerçek dönemindeki insan panseksüeldir, acizdir ama en güçlüdür, ölümlü ama ölümsüzdür ve haz süreci bütünüyle oral yoldan işler. Bu nedenle Dr. Lecter, hem filmin en aciz karakteridir (hapiste tutukludur) hem de en güçlü kişisidir, hem iyidir hem kötüdür, hem çok duygusal ve romantiktir hem çok duygusuzdur, hem çok koruyucudur hem çok acımasızdır, hem hiçbir şeye sahip değildir hem de tüm bilgi ve güç ondadır.
Günlük yaşamda olamayacak derecede iyi bir Gerçek dönemi kişisi portresidir Dr. Lecter. Bu tiplemenin içinde yaşadığı dünya, kendine yabancılaşmaya gerek bırakmayacak derecede her şeyi içeren bir dünya olduğu için, Dr. Lecter kendine yabancılaşıp da bağlanmış olduğu biyolojik yapıdan hiçbir zaman kopmamış ve bu nedenle de başka bir yere bağlanma sorunu yaşamamıştır. Canını sıkan kişileri yiyerek yok eder (oral dönemin yok etme ama aynı zamanda da kendine katma yoludur). Dr. Lecter'ın belki de yaşamında yok etmek istemediği tek kişi olan FBI memuru Clarice Starling ise saflığı, dürüstlüğü ve kuzular için kendini feda eden kişiliği ile aseksüel imgesel bir kişiliktir. Onun etten bu kadar uzak hali, Dr. Lecter'da bir yeme ve yok etme arzusu uyandırmayacaktır. Kuzuların yenmesine olan tepkisi, kendisini de etten kopartmıştır. Ajan Starling, bedeninden koparak ona yabancılaşmış ve biyolojik yapısıyla arasına büyük bir mesafe koymuştur. Ajan Starling bu yabancılaşmanın getirdiği kopuşu ideal bir iyilik meleği imgesine bağlanarak aşmıştır. Bu tipleme, bağlanmanın sıklıkla bir imgeye yapıldığını göstermesi açısından önemlidir. Buffalo Bill'in şekilciliğinin tersine ajan Starling içerikle daha ilgilidir ancak o da içeriği çok daraltıp indirgemiştir. İmgesel bağlanmanın iki uç örneğidir bu iki karakter. Burada Öteki bir ideal imgedir ve ego o imgenin bulunduğu yerde oluşur. Ama bu noktada dikkat demek lazım çünkü imgeye bağlanmış olmayı bağlanamama olarak değerlendirme yanlışına çok sık düşüyoruz. Unutmamak gerekir ki insan bir an bile bağlanmadan var olamayan bir varlıktır ve imgeye bağlanma sorunu da çok sık karşılaştığımız bir sorundur.