"Beni kafamın çıplak kısmı yüzünden Yul Bruyner’e benzetenler de var. Doğrusu bu hoşuma gitmiyor. Onu bana benzetmeleri lâzım değil mi? Çünkü dünyaya ondan çok evvel geldim!"
12 Ekim 2015

Bir aktör için muhakkak ki tiyatro çok mühimdir. Zira aktör tiyatroda üzerine aldığı karakteri iki saat içinde kesintisiz olarak, heyecanla seyircisine verebilir, halbuki sinema öyle değildir. Ayrı karakterin heyecanı seyirciye intikal ettirirlerken belki yüz defa kesilir.

Bilirsiniz; eski Amerikalı aktörlerden Lon Chaney’ye zamanında > da derlerdi. hususî hayatında ne kadar iyi idi. Kediyi dahi, incitmekten çekinen bir mizaca sahipti. Halbuki aktörü beyaz perdede görmek bile yürek isterdi. Hemen her rolünde ı ve üstelik pek korkunçtu. Aynı vasıfları, daha sonraları Boris Karlofla, Humphrey Bogard’a, hatta James Cagney’ye yakıştırmağa çalıştılar. İşin hoş tarafı, bütün bu aktörler, yaptıkları rollerde ne kadar kötüydülerse, hususî hayatlarında o kadar iyi idiler.

Böyle bir tanesi bizde de var: Atıf Kaptan.. Beyaz perdedeki durumunu söylemeye hacet yok. Bunu da bilirsiniz: Hemen her rolünde kötü, hemen her rolünde can yakan, ocak söndüren bir belâdır.. Halbuki hususî hayatında?.

Türk musikisinin ünlü bestekârı Yesari Asım Arsoy’un bir sözü hatırımdadır: Sözün aksi de doğru olmalıdır. Üç kişi bilerek iyi derse o adam da mutlaka iyidir.. Atıf Kaptan hakkında bir kişi, üç kişi, on kişi değil, kiminle konuştuysam, onun iyiliğinden, onun bulunmazlığından, temizliğinden söz açmıştır. Yakınları da bu fikirde, uzaktan tanıyanlar da… Bir tanesi onun kötülüğünden bahsetmedi. İşitmedim, duymadım. Son yıllarda birinci sınıf artistler arasına yükselen yakışıklı yıldızımız Efgan Efekan, onun iyiliğini ifade edebilmek için kelime bulmakta güçlük çektiğini söylüyor: 

İşte şimdi Türk perdesinin > ile karşı karşıyayız. Aynı beyaz perdede gördüğümüz gibi. Eskilerin > dedikleri tipten açık renk, ince kaşları var. Sol kaşının üzerinde ise yukardan aşağı doğru uzanan derince bir yara izi görülüyor. Geniş yapıdaki alnı, saçının, ön kısmı döküldüğü için daha geniş hissini veriyor. Evet her şeyi ile beyaz perdedeki Kaptan. Yalnız bir şey farklı o da daimi suretle gülen yüzü. Resim çekileceğinde, objektif yüzüne çevrildiği anda ciddileşiveriyor. Onun dışında hep yumuşak, hep güleryüzlü. Takılıyorum:

— Vallahi gözlerinizin içi bile gülüyor.

Foto arkadaş Kaptan’ın bir şey söylemesine fırsat bırakmıyor. Derhal ilâve ediyor:

— Tıpkı İsmet Paşa’nın; Paşa Baba’nın gözleri gibi…

Yarı şaka, yarı ciddi elini alnına vuruyor:

— Ama, diyor, beni kafamın şu çıplak kısmı yüzünden Yul Bruyner’e benzetenler de var. Doğrusu bu hoşuma gitmiyor.

— Sebep

Yine gülümseyerek cevap veriyor:

— Onu bana benzetmeleri lâzım değil mi? Çünki dünyaya ondan çok evvel geldim !

— Kaç yaşındasınız?

Cevabı tafsilâtlı oluyor:

— 1908 de Hürriyetle beraber doğdum İzmitte doğmuşum ama, çocukluğum İstanbulda, Sarayda geçti.

— Sarayda mı?

— Evet.. Teyzem, Şehzade Ziyaeddin Efendi’nin hanımı idi.. Onun yanında Saraya gelmiştim. Dolayısile, tahsilimi de Nişantaşı Sultanisinde yapmıştım. Mütareke Senelerinde İzmite döndüm. Babamın yanında kaldım. Bir müddet de tahsilimi orada yaptım. 1925 te tekrar İstanbula geldim ve artık tamamen buraya yerleştim.

Atıf Kaptan, kısa kehribar ağızlığındaki sigarayı yeniledikten sonra sözüne şöyle devam ediyor:

— İstanbul Umumi Sigarto Şirketinde memurluğa başlamıştım. Fakat mektepten kalma bir hevesle çok durumadım 1926 senesinde Darulbedai’ye intisap ettim. 1930 da oradan ayrıldım. Vedat Örfi Bengü ile müşterek bir tiyatro kurduk. Yine aynı sene ı çevirerek sinemaya da intisap ettim. İkinci filmimi 1932 de çevirdim: Filmin ismi: idi. Sinema severler beni bu filmden sonra tanıdılar. Daha sonra, uzun yıllar, kendi kurduğum tiyatrolarla turneler yaptım. Nihayet 1950 den sonra sahneyi çalışmağa başladım.

— Filmleriniz içinde en çok hangilerini beğenirsiniz.

Bir an düşünüyor:

— O kadar çok ki, diyor, hatırlamak kolay değil.

Sonra sayıyor:

— , , , , , .

— Sinemanın birçok dertleri…

Sözümü bitiremiyorum:

— … Var, diyor, hem de o kadar çok ve o derece müzminleşmişki, milletce istikrara kavuşmak için çırpındığımız şu günlerde dememek elden gelmez. Onun için bu tarafa hiç dokunmayalım daha iyi olur.

— Öyle ise sizden bahsedelim…

— Buyurun, sorun.

— Bu kadar uzun seneler perdede sürçmeden nasıl kalabildiniz; Sırrı nedir bunun?

— Ahlâka dayanan san’at içersinde yaşadım daima.. Hayatımda düşman olduğum tek adam yok. Tahmin ederim ki, insanları bu kadar seven bir adam mutlaka aynı mukabeleyi görecektir.

— Perdede de çok görünmenin tehlikesi yok mudur; Seyicinin sizden bıkması düşünülemez mi?

— Bu tehlike jönler için, yani filmi başından sonuna kadar sürükleyen arkadaşlar için varit olabilir. Halbuki ben umumiyetle karakter rolleri oynuyorum. Benim yolum iyidir.. Malûm ya, bir bakıma da meselini unutmamak faydadan hâli değildir.

Yavaşça ilâve ediyor:

— Halkin sevgisini temadi ettirmek kolay değildir ve halkın sevgisine mazhar olmayan her şey yıkılmağa mahkûmdur.

— Tiyatro mu; sinema mı?

— Bir aktör için muhakkak ki tiyatro mühimdir. Zira aktör tiyatroda üzerinde aldığı karakteri iki saat içinde, kesintisiz olarak, heyecanla seyircisine verebilir. Halbuki sinema öyle değildir. Aynı karakterin heyecanı seyirciye intikal ettirilirken belki yüz defa kesilir.

— Yani tiyatro daha zevklidir?

— Evet

— Pekiy, öyle ise niçin sinemayı seçtiniz?

Eli yavaş yavaş yukarı kalkıyor ve parmakları bir müddet sol kaşının üzerindeki derin yara izi üzerinde geziniyor. Bakışları dalgın, sesi uzaklardan geliyormuş gibi derinden, küçük ve tirek:

— Ben diyor, uzun seneler tiyatro yaptım. Darulbedayiden ayrıldıktan sonra hiçbir firma hesabına çalışmadım. Tiyatroyu daima kendi ismimle yaptım. 1950 den sonra bir otomobil kazası geçirdim.

Tekrar sol kaşının üzerindeki yara izine dokunarak ilâve ediyor:

— Ondan sonra da tiyatroya küstüm, sinemaya geçtim.

Atıf Kaptanla konuşmamız te geçiyor. Yani san’atçı bizim misafirimiz. Sohbete öyle dalmışız ki, bir şey ikram etmeği düşünememişim. Onun maziye ait hikâyesinin sonu, nedense bunu hatırlatıyor bana:

— Birşey içseniz? Çay, kahve, gazozumuz var.

Gülümsüyor:

— Teşekkür ederim.. Gazoz olsun; diyor.

Ara vermeden devam ediyor:

— Sıcak şeylerden hoşlanmam.

Espri kabilinden söyleniyorum:

— Kaptan soğuktan hoşlanır, fakat kendisi sıcaktır!..

Mukabelesi de tatlı:

— miş…

Yeniden san’at mevzuuna dönüyoruz:

— Hergün yeni bir rejisör çıkıyor. Rejisörlük yapmağı hiç düşünmüyor musunuz?

Suale, direkt olarak cevap vermiyor. Önce küçük bir izaha girişiyor:

— Rejisör benim için ideal adam, üstün san’atkardır. Bizde rejisörlük başlı başına bir âlemdir. Filmin (a) dan (z) sine kadar bütün işlerinden rejisör sorumludur. Yani yıpranmak durumunda olan adamdır rejisör. Dünyanın hiçbir tarafında bu tip rejisör yoktur. Diğer memleketlerde rejisör en büyük otoritedir. Film hazırlanırken, birçok kollarda çalışan asistanlar bütün detayları hazırlayarak rejisöre getirirler, rejisör beğenmezse, beğenilecek hâle getirilmesini ister, hazırsa rejisör faaliyete geçer. Kendi görüşlerini de hazırlanan iş’e ilâve ederek filmi çevirmeğe başlar. Bizde ise bütün iş (masan üzerindeki su bardağına varıncaya kadar.) rejisörün üzerindedir. Film kötü çıkarsa, rejisör yapamamış, denir. İyi olursa, mevzu güzel, artistler iyi oynamış denir ve zavallı rejisör kaybolur. Onlar kulis arkası kahramanlarıdır... Kulis arkasında kalmamık ve bütün bu dertlerle uğraşmamak için rejisörlük yapmamağa karar verdim. Sonra, kafamdaki ideal rejisör ölçülerine uyduğuma da emin değilim.

— Türkiyede kalifiye rejisör var mıdır?

Önce gülümseyerek şu cevabı veriyor:

— Olmağa başlıyor.

Sonra birden ciddileşerek konuşmağa başlıyor. Buna demek dahi onca büyük sözdür. Mevzuu baştan anlattıklarına getiriyor. Rejisörlerin çalışma sahalarından, çektikleri sıkıntılardan dem vuruyor ve kat’i bir ifade ile devam ediyor:

— Amerikanın büyük isim yapmış rejisörlerini getirin, bu şartlar altında bizimkilerin yaptığının yarısını yapamazlar.

Bilinen bir mevzuu bir de onun ağzından dinlemek gayretile soruyorum:

— Bu imkânsızlıklar nelerdir?

— Batıda, her branşa bir, hatta birkaç ihtisas adamı, hiç değilse yardımcılar bulunuyor. Rejisör seneryoyu, bizde olduğu gibi çekiş anında düzeltmek zorunda kalmıyor.. Orada her şey önceden hazırlanmıştır. Filmin daha çekilmeden kaç metre olacağı hesaplanmıştır. Bizde zavallı rejisörün bir yardımcısı vardır. İkisi kafa kafaya verir, didinir dururlar.

Sigarasından bir nefes alıyor. Yeniden gülümsüyor:

— İnşallah, diyor, bu işler düzelecek. Zaten iyiye doğru gittiği de muhakkak gibidir.

Söz, rejisörlerden açılmışken soruyorum:

— Beğendiğiniz rejisör var mı?

— Var, elbet.. Atıf Yılmaz, Osman F. Seden, Lütfi Ö. Akad, Nuri Ergün, Memduh Ün beğendiğim rejisörlerin başında gelirler.

— Artistlerden?

— İyileri var.

— Bir kaç isim?..

— Ayhan Işık, Göksel Arsoy iyidirler. Üstelik mazbut insanlardır bunlar. Eşref Kolçak, Efgan Efekan, Orhan Günşiray da öyle…

— Kadın artistlerimizden?..

— Belgin Doruk, Cavidan Dora, Lâle Oraloğlu (San’at tarafı da vardır.) Gülistan Güzey (Efendicelerini alıyorum.. Belli oluyor değil mi?.)

Ayrılacağımız zaman Lon Chaney, Boris Karlof ve Bogart gibi >ları hatırlıyorum ve bizim >ımızın bu mevzuda neler düşündüğünü öğrenmek için merakla soruyorum:

— Perdedeki rollerimiz hakkında…

Ne demek istediğimi bakışlarımdan anlıyor adeta ve rollerinin müdafaasını yapıyormuş gibi, biraz da heyecan kokan bir lisanla anlatıyor:

— Hastalık olmasaydı sıhhatın kadri bilirnir miydi? Fakir bulunmasaydı, hangi ölçü ile zengine, sengin diyebilirdik veya zengin, tarifini yapabilirdik? İşte böyle; kötü temsil edilmeseydi iyiliğin kıymetini nasıl belirtirdik?

Bir an duruyor. Sonra konuşmasına şöyle devam ediyor:

— Fakat ben bir taraflı değilimdir. İki taraflı bir plağa benzediğim pekalâ söylenebilir.. Zira müsbet karakterli rollere de zaman zaman çıktığımı herhalde hatırlayacaksınız. En büyük zevkim menfi karakterli rollerde nefret topladığımı, müspet karakterli rollerde de sevgi ile karşılandığımı görmektir. Çoğu defa başarı derecemi anlamak için gizlice sinemaya giderim. Bir defasında, rol icabı kızıma huşunetle vurmuştum, önümdeki, yanımdaki sıralardna: gibi en büyük mânevi kazanç da bu değil midir?

Kaynak
Artist Dergisi, 3 Kasım 1960
 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)