Üye değil misiniz?
Aktivasyonunuzu tamamlamadınız!
Zaten bir hesabınız var mı?
Marmara Ün. GSF Sinema-TV bölümünü bitirdim. Doksanların başından itibaren aynı zamanda öğrencilik dönemimde sektörde reji asistanlığı ve yönetmen yardımcılığı yaptım. Okul için yaptığım iki kısa filmim var. 'Kırmızının Kadınları' ve 'Tokadı Haketmedim'. Tokadı Haketmedim İFSAK'ta en iyi ikinci film ödülü almıştı. Mustafa Uğurlu'nun başrolünde oynadığı, tanıştıkları gece aşık olduğu kızın sağır olduğunu bilmeden eline hayatında ilk defa keman alıp kızı kendine aşık etmeye çalışan bir adamın hikayesi idi. Tek mekanda ve bir gecede geçti film... Bu diploma filmimdi. 'Kırmızının Kadınları' ysa aynı erkekten hoşlanan üç kadının hangisinin adamı elde edeceği üzerine kurulu bir komedi idi diyebilirim. Çok zaman oldu, bir daha kısa film yapmak şansım olamadı ama...
Yusuf Kurçenli'ye üç filminde asistanlık yaptım. Çalıştığım yönetmenler içinde yeri ayrıdır. Aramızda güçlü bir arkadaşlık bağı oldu. Kendisinden insan olamaya ve yönetmen olmaya dair çok beslendim diyebilirim rahatlıkla.
Asistanlığını yaptığım ve çok severek çalıştığım bir de dizi oldu. 'Şaşıfelek Çıkmazı'. Gerek oyuncuları gerekse yönetmeni Çağan Irmak'ın neşesi zekası ve bir de Mahinur Ergun'un muhteşem senaryoları, bana çok mutlu bir dönem yaşattı.
İstanbul dışında özellikle Anadolu'nun köylerinde kasabalarında geçen projelerde çalışmayı hep çok sevmişimdir. Asla tekrarı olmayacak anlar yaşarsınız. Bir daha karşılaşmanız çok zor belki de neredeyse imkansız olan insanların evlerine sofralarına konuk olursunuz. Onların dünyasına merhaba demek, onlarla ekmeği suyu paylaşmak, o süre zarfında hayatı paylaşmak bana hep iyi gelir. Yaşadığınız hayata ve kurulu dünyanıza çok uzak düşebilen bu hayatlar bu dünyalar sizi çok besler. Amasya'nın bir köyünde yaşayan 'Gül Ahmet' adında, gerçekten de gül gibi olan beş yaşındaki kırmızı yanaklı oğlan, birkaç sahne için projemize dahil olmuştu. İyi de beceriyordu oyunculuk işini. Alıştık birbirimize, çok da sevdik birbirimizi... Gül Ahmet, leğende çıplak yıkanacağı sahnede hüngür hüngür ağlamıştı korkudan. O'na sarılıp bağrıma bastığımda teselli etmek için, bir oğlum olduğunu ve onun acı çekmesine dayanamayacağımı hissetmiştim. On beş on altı yıl önce bu... Gül Ahmet askere gitmiştir belki şimdi :)
Bir başka projede, Halfeti'nin Yukarı Göklü köyünün muhtarı kasabı Mahmut Ağabey ve ailesi ile aile gibi oldum. Mahmut ağabeyden ayrılırken sımsıkı sarılıp ağlaştığımızı hatırlıyorum. Beraber aylar geçirdik kırk beş derece sıcakta, sette, evde, damlarda... Küçük kızlarını yanımda İstanbul'a götürmemi teklif etmişlerdi, öyle bir sevgi ve güven hali oluştu yani aramızda. Epey bir fıstıklığı olan orta yaşlı bir ağa beni kuma olarak almak istemişti :) Ah şimdiki aklım olsaydı :)
"Yani hayat renkleniyor ve güzel anılar birikiyor. Bütün bunlar yaptığı filmleri kendisi yazan yönetmenleri pişiriyor elbette. Yani ben böyle düşünüyorum."
Marmaris'in ormanlık bölgesinde çektiğimiz bir sinema filminin yapımcısının Hollanda'da genelev patronu olduğunu öğrendiğimde şoka girmiştim. Hayatımın en kötü işi idi. Kaldığımız misafirhanede yattığım odanın kapısının arkasına masa sandalye dayayıp uyuduğum, hatta uzun süre yatak da bulamayıp, çekimde kullanılan bebek karyolasına cenin misali kendimi sığdırıp yarı uykuda geceler geçirdiğimi bilirim. İstanbul'a dönmeyi nedense düşünmemişim hiç. O işten aldığım para da, yapımcı ile ortak olan yönetmenin bir gün cebinden, kızına harçlık verir gibi uzattığı birkaç yüz liradır o kadar. Ben o filmin kurgusuna girdim ve negatif montajı deneyimlemiş oldum. Aynı adamın ufak yollu tacizine elini kolunu bükerek cevap verdiğimi de unutmuyorum bu arada...
Yani hayat renkleniyor ve güzel anılar birikiyor. Bütün bunlar yaptığı filmleri kendisi yazan yönetmenleri pişiriyor elbette. Yani ben böyle düşünüyorum.
Uzun asistanlık dönemimin son yıllarında oturur oldum sette... Yönetmen varken oturmak nedir bilmezdik, konuşmazdık gerekmedikçe. Öyle bir disiplin öyle bir saygı ve çekinme hali vardı o zaman.
Setlerde statü olarak üstünde olmanıza rağmen, erkekler daha baskın ve karar verici olabilirler setlerde. Yeşilçam geleneği ne yazık ki erkek egemen bir yapı yaratmış... Erkek yönetmenler de başrol kadın oyuncular ile aşk yaşarlar ya da aşk yaşadıkları kadınlara başrol verirler sıklıkla. Bu durum, asistanlar için çok tatsızdır. Yönetmen hep erkekliğini koyar masaya, kadın da kadınlığını. Arada siz mahvolursunuz. Siz asistansınız o sırada... Sektördeki kadınların özel hayatı, medeni hali falan hep alay konusu veya en iyi ihtimalle dedikodu malzemesi olur. Yani o kadının karakteri fıtratı huyu suyu budur denmez, yalnız olduğu için, kocasıyla mutsuz olduğu için, bilmem kime sevdalı olduğu için gibi tanım ve yaftalarla başlayan çirkin yakıştırmalarla devam eden konuşmalar olur. Bazı kadınlar, bu erkek dünyasında kabul görmek uğruna kadın arkadaşlarını harcamaktan da hiç utanmazlar.
Yine de film setleri iyi birer hayat okulu olmuştur benim için. Kendinizi işinizi ve ilişkileriniz kaybetmemek için beyninizi yirmi dört saat çalıştırmak zorunda kalırsınız. Hatta bazen çalışmayan lopları dahi devreye sokma çabanız olur ki bu da çok iyi bir şeydir. Çünkü başardığınız da olur :)
Kasap Havası benim ilk uzun metrajlı filmimdir. Yapımcısı ve senaristiyim aynı zamanda. Teşhis ettiğim bir miktar kusuruna rağmen sevdiğim ve izlemekten keyif aldığım bir film oldu bu. Birkaç festival jürisi de filmi ödüllendirdi evet. Adana Altın Koza'da en iyi müzik, Malatya'da en iyi erkek oyuncu, Antakya'da en iyi yönetmen ve yine en iyi erkek oyuncu ve Mannheim Heidelberg film festivalinden en iyi ikinci film ödülüne karşılık gelen güzel bir ödül aldık. Ödül hoş bir şey tabi. Beni ekibime ve oyuncularıma karşı güçlendiriyor, onurlandırıyor. Hele oyuncumun ödüllendirilmesi en güzeli benim için. Buna aracılık etmenin sevinci tarifsiz bence... En önemlisi de şu; yeni filmler yazmak ve çekmek için çok iyi bir kamçı... Fena değilim galiba diyorum, yani film yapmayı öğrenmişim, yapayım o zaman bir film daha :)
Kasap Havası'nın bütün melankolik karakterleri benim... Hem Ahmet'im, hem Leyla hem Hülya hem de Semih... Hayatımın çeşitli dönemlerinde hepsi oldum. Fakat karakter yapısı itibarı ile kendime en yakın bulduğum kişi Ahmet'tir. Oyuncum İnanç Konukçu ile de iyi bir dil ve dostluk yakaladık ve O gerçekten çok başarılı bir Ahmet kompozisyonu çıkardı. Ağladığı sahneyi çekerken ben de ağladım, hem de epey ağladım için için... O'nun bu rolü bu denli sahiplenmesi ve ete kemiğe büründürmek için harcadığı çabasıydı beni için için ağlatan... 'Sen bana mı ağladın' diye gelip sarıldığını hatırlıyorum. Senaryoya en son eklediğim ve çekip çekmemekte kararsız kalıp, son drafta yine de eklediğim bir sahne idi o... İyi oynarsan çekerim demiştim O'na. Kötü oynarsan da atarım :) Çok sevdim çek n'olur dedi. Ben de çektim.
"Geceler boyu evde tek başına bir film yazıyorsunuz. Bir zaman sonra birileri buna inanıyor ve bütün gücüyle yazdıklarınızı oldurmaya, gerçek kılmaya çalışıyor. Bu bir insanı doyurmakta mutlu etmekte top nokta bence..."
Kadın erkek ilişkileri üzerine kurulu dünya... Her an her yerde yaşadığımız her şey buna bağlıdır, budur dünyayı döndüren. Güldüren öldüren ağlatan savaştıran boğuşturan... Ben çevremde neler yaşanıyor ve konuşuluyorsa bunları yaşatmak ve konuşturmak üzerine planladım bu filmi. Sanırım ikinci filmimde de aynı şeyi yapacağım. Yönetmenler aslında hep aynı filmi çekermiş :) Evlere odalara sıkışmış, yaşamak istediği hayatları yaşayamayan mutsuz insanlar yoksul ve pek çok nimetten yoksun insanlar olacak hep insanlarım...
Film evet sevilmesine rağmen, acımasız dağıtım ağı çarkında fena ezildi. Ben bu filmin biraz gişe yapacağını umut etmiştim ama olmadı. Önceliğim, filmimin çok insan tarafından izlenmesi idi elbette... Bir avuç festival jürisi ve sinema tutkunu için yapmadım elbette. Salonlarda yer bulmak imkansız. Büyük kentlerde olamadı ne yazık ki Kasap Havası... İzmir'de hiç olmadı, Ankara'da tek salon... O da dünyanın bir ucu... Adana Eskişehir falan gibi üniversite şehirlerinde hiç olmadı salon şansı. Eh salon yoksa film de yok film yoksa izleyici de yok tabi. Bir sürü kentten mailler mesajlar alıyorum hocam film neden yok burada... Üzülüyorum tabi.
Türk Sinemasında nerede durur Kasap Havası bilemem. Sinema tarihçileri sinema yazarları bilirler. Günümüz sineması ile Yeşilçam sinemasını meç ettiğime dair çok yazdılar. Haklılar galiba... Fakat benim Yeşilçam filmi tanımı algım başka aslında. Ben duygusu yüksek bir film yaptım. Hikaye bunu gerektirdi. Bu neden? Ben de duygularını dozu hayli yüksek yaşayan biriyim. Her şeyden haddinden fazla etkilenen biriyim. Tepkilerim aşırı duygusal oluyor. Olgunlaştıkça azalır sanıyordum ama arttığına tanık oluyorum hemen her gün :)
Kasap Havası'nı bilmem ama ben, beş yıl sonra değişmiş daha da pişmiş ve en az bir film daha çekmiş bir yönetmen olmak istiyorum bu kesin.
"Kieslowski, Haneke, Lars von Trier, Angelopoulos ..."
Kieslowski, Haneke, Lars von Trier, Angelopoulos ... Çok güçlü yönetmenler olduklarını düşünüyorum. Zekalarına hayranım. Her bir filmleri için tartışacak eleştirecek bir şeyler benim için de var şüphesiz ama kafalarının iyi çalıştığı ve yönetmen olmaya doğdukları kesin...
Çok iyi ilk filmler izledim Kasap Havası'nın festival yolcuğu esnasında... Samimi olmayı başarabilmiş filmler... Cümlesi olan akılda kalan, bana hoş şeyler düşündüren, empati yapabildiğim karakterler sunan, umut veren yönetmen ellerinden çıkmış güzel filmler var artık... Önemli olan bir şey daha, dil ve üslup yaratma derdine düşmüş yönetmenler tanıyorum böylece. İmzası var adamın ya da kadının, o filmde. Öbür türlü olunca sahipsiz ve isimsiz mektuplar gibi kaybolur gider film... ama imzalı bir mektup, her zaman kimin yazdığını bildiğiniz bir mektup olarak kalacaktır kırk sene sonra bile...
Yeni filmi yazıyorum bir iki aydır... İyi gidiyor. Çok sevdim şimdiden. Hemen her gece sabahlar oldum. Gece oturup pcnin başına, sabah yedi yedi buçuk gibi yatağa gidiyorum. Uyanıp kahve içmem falan, gündüzü bir iki saat yakalayabiliyorum işte... İyi de oluyor. Aydınlıkta yazılmayacak kadar karanlık bir dünyası var çünkü filmin. Yer yer açık tonlara gidiyorum tabi haliyle ben de etten kemikten bir insanım. Bunaldığım oluyor.
Kasap Havası'nın yazım aşamasında kısmen başardığımı bu defa tamamen başarmak istiyorum. Çalışacağım oyuncularla diyalog kura kura ilerliyorum senaryoda. Kendimde keşfettim ki ben paylaşarak motive oluyorum. Bazen yaratmak üretmek çok zor hatta bazı günler imkansız olabiliyor. Yani bir bütün gece sabahlayıp iki satır dahi yazamadan kapattığım olmuyor değil bilgisayarı...
Zaten filmimin kahramanları gerçek kimliklerinden çok da uzak insanlar değiller... Onları görmek onlarla beslenmem demek aslında büyük ölçüde senaryoyu beslemek demek oluyor.
Evlilik programında tanışıp evlenen yaşlı bir çiftin hikayesi bu. Aynı evde aynı yatakta iki yabancı... Çok zor bir arada olmak... Birbirlerine çok acı verecekler. Üzülüyorum tabi. Bazen yazarken ağladığım oluyor. Ben bu iki insanla ve onların hayatlarındaki insanlarla uyur uyanır oldum. Film yapmanın en zevkli dönemi bu bence ve ben de bunu doyasıya yaşıyorum. Sonraları acılı dönemler başlayacak zaten, bu anların tadına varmak iyi geliyor.
En çok da şuna iyi geliyor; hayat acımasız bir de ölüm var. Kaybettiklerim var, özlediklerim... Düşünmeden edemediklerim... Film yapmak oyalıyor beni. Bundan daha iyi bir oyuncak olamazdı benim için. Kederimi unutturacak daha meşakkatli ve zor bir uğraş daha bilmiyorum henüz... Düşünmem gereken o kadar çok şey yaratmış oluyorum ki, ölümü daha az düşünme vaktim kalıyor.
Ölümsüzlük icat olaydı ben de film yönetmeni olmazdım belki... Röportaj: Onur KIRŞAVOĞLU