İlkokuldan beri film yönetmeni olmak istiyordum. Bir noktada fark ediyorsun ki Robert De Niro'nun, Meryl Streep'in filmleri değil onlar, o filmleri çeken birileri var :)
12 Mayıs 2017

Biz çok iyi tanıyoruz sizi ama tanımayanlar olabilir, sinema yolculuğunuzu anlatır mısınız?

İlkokuldan beri film yönetmeni olmak istiyordum. Bir noktada fark ediyorsun ki Robert De Niro'nun, Meryl Streep'in filmleri değil onlar, o filmleri çeken birileri var :) Bunu fark ettiğim yaştan beri sinema yapmak istiyordum. Okulda oyun yazıp yönetmekle başladı her şey. Üniversitede hukuk okurken Best TV'ye ve radyoya stajyer olarak girdim. 2003'te En Heyecanlı Yeri'ni yapmaya başladım. Programı radyoda da yapmıştım ve çok ama çok güzeldi. Sonra SkyTürk'e geçiş oldu ve program orada devam etti. Daha çok yönetmenlere, türlere ağırlık verdiğimiz, vizyonda popüler değil daha az bilinen filmlere yer verdiğimiz bir programdı. Bu sayede bir yandan daha çok film okuma, daha çok yönetmen okuma şansı buldum. Sürekli filmlerle yaşadım. Bir yandan da kısa filmler çekmeye başladım, birkaç tanıtım filmi, videolar kurguladım. Her zaman kurguyla içli dışlıydım. Sonunda, 2011'de, zamanı geldi, diye düşündüm ve son kısa filmimden hemen sonra uzun çalışmalarına başladım.

Fon bulma sürecini ve yaşananları az çok hatırlıyorum. Burada neler söylemek istersin. Yeni sinemacılar pes etmemeli değil mi? 

İlk olarak şunu demek lazım, insanların desteği önemli. Aksi düşürebiliyor. Tek başına bırakılma, çoğu insanın ilk filminde yaşadığı bir durum. Bizde bir endüstri olmadığı için her şey daha zor. Biz Amerika'daki bir klibin bütçesiyle sinema filmi yapmaya çalışıyoruz. Amerika'da bu filmin bütçesi 300 bin dolar dediğimizde inanamadılar. Türkiye'de, sektördekiler, burada ödenek alamazsın, kaynak bulamazsın, yapamazsın, festivallerin ne olacağı belli değil, gişe sorunlu vb. diyerek söndürüyorlar yönetmenin film yapma arzusunu. Ne olduğunu anlamadan yorum yapanlar da oluyor. Bunu mu çekeceksin, bu nedir ki, gibisinden. Bunlarla da uğraşıyorsun bir yerde. Bir de başvuru süreçleri var. Proje, senaryo aşamasındayken birçok yerden red aldım mesela. Ama bu redler kimseyi durdurmamalı. Zira ne yapmak istediğimi ve ne kadarını yapabileceğimi gayet iyi biliyordum. Filmi yaptıktan sonrasına gelirsem; Berlin'e seçilene kadar birçok yerden yine red geldi. Zaten zor çekmişsin her an pes edebilirsin ama biz etmedik. Bizim ülkede, diğer ülkelerdeki gibi ünlü ve usta yönetmenlerin yeni sinemacılara el uzatma durumu da pek yok. Bütün bu zorluklara rağmen Berlin'den mail geldiği o an her şeye değerdi. İnanılmaz mutlu olduk. Bir noktada, inandığınız şeyin sonunda mutlaka karşılığı geliyor. İnanmak gerek. Umudun iyice zayıflasa bile bir anda her şey tersine dönebiliyor. Yanınızda size inanan insanlar da varsa bu kaçınılmaz...

Peki festivaller? Hangilerine katıldınız, ödüller nedir, neler gözüküyor?

Berlin elbette ilk ve önemlisiydi. Berlin çok sahip çıktı filme. Seyircili 5 gösterimin yanı sıra market kısmında da gösterim şansı bulduk. Bu da Panorama Special'a seçildiğimiz için oldu. Basın gösterimi ve kırmızı halımız da oldu ve bir anda neye uğradığımızı şaşırdık:) Berlin seyircisi ise zaten iyidir, bize de ilgi gösterdiler ve 5 gösterimin hepsi doluydu, harikaydı. Soru cevaplarımız, her gün dünyanın her yerinden gelen röportaj istekleri, hepsi çok iyiydi. Benim en büyük hayalim ise Amerika ve South by Southwest (SXSW) idi. Film programcısı Jim Kolmar'ın dediğine göre Türkiye'den daha önce sadece bir film almışlar. Orada olmayı çok ama çok istiyordum. O tam anlamıyla bir hayalin gerçekleşmesiydi. 

Burada araya gireyim, her şeyden evvel bir sinemasever olarak söylemeliyim ki SXSW çok daha kıymetli bir festival.

Ben öyle direkt söylemeyeyim, dedim. Gerçekten inanılmazdı ve Berlin olmadan evvel ilgilerini göstermişlerdi. Bu açıdan da oldukça gurur vericiydi. Tabii Amerikalılar Türkiye hakkında daha az bilgiye sahipler, fazla Amerikalılar :) Almanlar yine biliyor bizi, vakıflar ülkeye. Bu açıdan da önemliydi. Bir de festivalin konuğu olan Amerikalı yapımcılar her sözlerini tuttular, etkilendik. Gelip izleyeceğiz, dediler, izlediler. Festivallerin çoğunda konukları sınıflandırma olayı vardır bilirsin ama burada o hiç yoktu. Herkes her etkinliğe gelebiliyordu, ayırım yoktu. Sadece bunlar da değil, her filmin gösteriminden önce, seyirciye o filmin neden festivale alındığı çok kısaca anlatılıyordu, öneminin ne olduğu vurgulanıyordu. Bu harikaydı. Filmi de yükseltiyorlar. Her şeyleri doğal ve yüksekti. 

Bizim Festivaller?

İstanbul, Ankara ve Eskişehir gayet güzel geçti ama içlerinden Ankara farklıydı ve daha yakın hissetmemi sağladı. Sanırım konu onlara daha çok dokunduğu için farklı bir kucaklaşma oldu. Filme, sonunu bilmeden gelenler etkilenmişlerdi. Çok ayrı bir buluşma oldu. Asla unutmayacağım.  

Kadın yönetmen olmak?

Hiç sorun yaşamadım desem yalan olur. Gerçi yönetmen hemcinslerimle konuşunca en az yaşayanlardan biri olduğumu fark ettim. Bir fikir ürettiğinizde sanki arkada illa ki bir erkek varmış algısı oluşuyor. Sırf kadın olduğunuz için buraya çekiliyor iş ama hiç öyle değil elbette. Ekipte en önce sanat yönetmenlerim vardı. Onlarla çok önceden başladık çalışmaya. Sonrasında da sadece onlar değil; herkes fikirlerini kattı filme. Finalde, evdeki devrilmiş lamba mesela hatırlarsın, ışık şefimiz Ünal'ın (Kaplan) fikri... Kapanış jeneriği Radek'in fikri, yani jeneriği duvardaki resim üzerinden akıtmak... Birkaç örnek var bunun gibi. Filmi değiştiren ve dönüştüren... Ağzı olan konuşuyor durumu da olabiliyor kadın olduğunuz için ama onları da teşekkürle geçiştiriyordum. Bu arada ben kadın kadına en büyük destektir, diye düşünürüm. Kadınlar birbirine destek olmalı, varsa yoksa kadın yani. Hatta ileride imkanım olursa kadınlara film çekmeleri için maddi yardımda bulunmak istiyorum. Kısa, uzun, belgesel fark etmeksizin. Kadın seyirci konusunda çok mutluyum. Sektörel kadın dayanışmasından söz ediyorum. O gerekli. Yeni yönetmenler olarak özellikle ihtiyacımız var. 

(Röportajın bundan sonrası film hakkında bilgi içermektedir)

Senaryo sürecinde bir baskı hissedildi mi? Ne kadar etkiledi?

Açıkçası pek düşünmemeye çalıştım. Medyadaki kısımları çok daha sert yazmıştım ve abartı gelebilir, diye düşünüp azaltmıştım. Şahit olduğum çok şey vardı ve izleyiciye fazla gelebileceğini düşündüm. İktidarın dili anlamında ise hiçbir şeyi kısmadım. Furkan Muzaffer karakterinin filmde söylediği her şey Sivas davasının 20 yılından aldığım sözler. Medyada duyulan sesler hep gerçek. "Ölenler isteselerdi kurtulamazlar mıydı?" var mesela. Bu cümle Sivas sürecinde oradaki sanık avukatlardan birinin kurduğu cümle. Böyle bir cümle nasıl kurulabilir? Furkan Muzaffer'in diyalogları tamamen gerçek ve günümüze denk düşen yanları da oldukça fazla. Sürekli kendini tekrar eden bir dil, bir bakış var maalesef. 

Peki filme taşıma süreci? Travmalar, kaygılar ve unutma üzerine bir film Kaygı, her şeyi unutuyoruz...

Hani "Ne olmuştu?" diye bir kalıp vardır ya, orada ne olmuştu, şurada ne olmuştu? Biz sadece tarihi değil, kendi geçmişimizi de unutuyoruz. Her şeyin adı değişiyor, biçimi değişiyor ve biz unutuyoruz. İstiklal Caddesi muhabbeti oluyor bir süredir. Mesela ben hatırlamıyorum ağaçlı halini. Sen hatırlıyor musun? Google'a bakmadan hiçbir şey hatırlamıyoruz. Çok kötü bir duruma geldik. AVM görüyorum bir yerde, acaba diyorum, burada ne vardı daha önce? Derken kendi hafızamı yokladım. En iyi bildiğim yer medya olduğu için oradan başlamak istedim. 'Nereye kadar unutabiliriz?'in üzerine gittim. Kentsel dönüşümü de dışarıda bırakamazdım. Çünkü her an her yerde yaşıyoruz değişimi. 

Burada birkaç eleştiri oldu. Acaba bir iki tık fazla mıydı arka fondaki söylemler diye? Böyle bir şey hissettin mi? 

Bunları yaşıyoruz. Ben sokağa çıktığımda sürekli inşaat önünden geçiyorum. Ambulans sesleri, arkanda bir inşaat, bir yere çıkıyorsun yol kapalı. Her an her yerde var bu durum ve çok sıkıştık. Bitmeyen bir şehir var sürekli. İstanbul asla bitmeyecek ve bunları fon olarak kullanmayı tercih ettim. 

Filmin yarısı psikolojik gerilim, diğer yarısı siyasi söylem barındırıyor. Belirli bir türden bahsedemeyiz. Ben medya sektöründen Pollack tarzı film olarak devam etsen de çok memnun olurdum ama siyasi olarak da çok kıymetli. Sen filmini nasıl değerlendiriyorsun?

Tam olarak baştan sona psikolojik gerilim diyemeyiz belki. Türler arasında dolanıyor film. Biçimsel olarak Hasret'in içinde bulunduğu hali de böyle vermem gerekiyordu. Başta bir sosyal çevrenin içinde olduğunu da aktarmalıydım. Özelde yaptığımız muhabbetleri, 30'lu yaşların hep derdi olan şeyleri de taşımak istedim. Yarı geyik yarı ciddi yaptığımız muhabbetleri bir filmde görmeliydik artık :) Bu dediğini başka söyleyenler de oldu. Yani sadece medya üzerine de olabilirdi film. Güvenli suları sevmediğim için risk alıp türler arası geçişi denemiş oldum. Unutmak üzerine bir film olduğu için de sadece medyayı kullanmak istemedim, siyasi söylemleri de kullanmak istedim ve bu hep böyleydi. Sağ sol ya da yeni eski meselesi değil. Bu dil her zaman böyleydi. Sivas'ta yardım çağrısı alan ama gitmeyen siyasiler mesela... Yani bu unutturma halini tamamen kullanmak istedim. Hem iktidar olgusunu hem de kentsel dönüşümü atlamak istemedim. 

Az önce dediğimiz söylemle birleştirip sorayım. Film günümüze daha çok uyuyor, belki 5 sene sonra daha da kıymetli olacak. Sen nerede görüyorsun filmini ilerisi için?

Şunu istiyorum. Seyirci hissetsin. Sevmek sevmemek de değil, yaptığın şeyin geçebilmesi. Filmin her aşamasında "Umarım insanlar bu ruh halini alırlar" dedim. Tekrar eden bu ruh halini umarım herkes alır. Filmdeki TV izleme sahnesi benim çok yaşadığım bir durum misal. Deliriyorum izlerken. Kolay olmayan bir ana karakteri var filmin. Empati kurmak zor ama hiçbir tarafa oynamayan bir karakter. Sevimli, tatlı kadın da değil, kahramanlaşan biri de değil. Tek derdi hatırlamak. Aslında direnen bir kadın, unutmaya karşı direnen. Bunun hissedilmesi en büyük dileğim. 10 yıl sonra da...

Peki bu dertleri dile getiren ve böyle bir film yapan bir insan olarak çözümün var mı?

Önce kendimize bakalım. Sosyal medyayı bilgi akışı ve birbirimize sahip çıktığımız bir mecra olarak gördük. Ona çok tutunduk ama tahammülsüz bir yere dönüştürdük. Hep düzen eleştiriyoruz ama biz ne yapıyoruz? Düşünmeden tweet atamaz hale geldik. Politik doğruculuk meselesi... Öyle yazarsam ne denir, gibi baskılar oluştu. İletişim sıkıntımızın çözülmesi lazım. Birbirimizle konuşamaz, yüzleşemez hale geldik ki geçmişimizle nasıl yüzleşeceğiz? Birbirimize kötü davranıyoruz. Çözüm bizde kesinlikle! İletişim kuramıyoruz. 

Mesaj ve ana fikir evrensel ama bir kültür handikapı da var diye eleştiriler oldu filme. Sen böyle hissettin mi?

Bağlamanın simgelediği çok şey var. Pir Sultan'ı da temsil ediyor. Kangal, yine Pir Sultan'ın, geleneğin kangalı. Pir Sultan taşlanmıştı. Sivas'ta da kaldırım taşları serildi yere. Yüzyıllardır taşlandı insanlar, sadece Türkiye'de değil. Oldukça evrensel bence bu. Türküler yok edilmeye çalışılıyor. Türküler her zaman gerçeği söyler. İstediğiniz kadar yok etmeye çalışın, yaşayacaklar türküler ve devam edecekler. Bağlama tam olarak o gelenekten gücümü almamı sağladı. Yurt dışında, köpeğin tüm temsil ettikleri anlaşılamadı ama geçmişe götüren bir rehber olarak anlaşılması önemliydi. Evet bu eleştiri olabilir, anlıyorum ama doğru bağlama oturtmak konusu her zaman zor. Öncelikle buradaki izleyiciye yapıyorum bu filmi. Her ülke sineması için de bu geçerli. İspanya yapımı bir politik filmde de biz her ayrıntıyı yüzde yüz anlayamıyoruz. Hatta kendimiz bile kendi sinemamızı tam anlayamayabiliyoruz. Berlin'de bir Türk izleyici, Sivas'ta neler olduğunu daha bir iki yıl önce öğrendiğini söyledi.

Kaygı'yı izleyip öğrenecek olan bile olabilir. Korku-gerilim diyen ya da oyuncusunu beğendiği için giren ama meseleyi öğrenen de olacaktır illaki.

Evet, bu oldukça önemli. Ankara'da bir izleyici gelip aile fotoğrafının olduğu çerçeveyi kast ederek "merdivende üç şair" göndermesi miydi, diye sordu mesela. Bu beni inanılmaz mutlu etti. Aman aman gizli bir gönderme değil tabii ki ama birinin bunu dillendirmesi mutlu etti. 

Yeni proje bu arada? Var mı biraz ipucu?

Öyküyü yazdım. Görsel dünyasına ve senaryosuna çalışıyorum. Bir gecede geçiyor film. Aynı ailenin kadınları ve kız çocukları var. Hepsi farklı bir dünyada yaşıyor gibiler. Filmin ilk sorusu da "Bir dakika, erkekler nerede?". Kara komedi türünde ve çok heyecanlıyız. Finansal kısmı çözersek 2018 sonunda çekmeyi umuyoruz.

2019'da izleyelim en kötü diyelim. Peki Kaygı'nın önünde festival var mı?

En son Polonya'daydık. Önümüzde bazı festivaller de gözüküyor ama kesin olmadığı için açıklayamıyoruz henüz. Çok yakında müjdeler veririz umarım. 

Romen yeni Dalgası gibi bir akım gelebilir mi? Emin Alper, Tolga Karaçelik filmleri ve Kaygı. Benzer filmler var ama hala birkaç tık lazım gibi ne dersin? 

Umarım dediğin gibi olur, birlikte anıldığımız filmler de var ve sevindirici ama 80 döneminin o usta yönetmenlerinin seviyesine ulaşamıyoruz. Bir şeyler hâlâ eksik, hala tam orada değiliz. Onlar da çok zor dönemlerde sinema yaptılar ve muhteşemdiler. Cesur filmler, deli kadrajlar ve efsane senaryolar... Ahh Belinda, Gölge Oyunu gibi filmler yapabilmeli, daha çok kafa yormalıyız. Yenilikçi olmalıyız ve oralara daha var gibi görüyorum ben. Bir umut, biz de umarım bunları yapabiliriz. Tür sineması da daha çok öne çıkmalı.

Son olarak ne dersin?

Umarım izler insanlar Kaygı'yı ve izlediklerinle bir şeyler hissederler. Desteklerini esirgemesinler...

 YORUMLAR  ({{commentsCount}})
{{countDown || 2000}} karakter kaldı
{{comment.username}}
{{moment(comment.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)
{{reply.username}}
{{moment(reply.date).fromNow()}}
Uyarı:  Yorumunuz, yönetici tarafından onaylandıktan sonra tüm ziyaretçilerimiz tarafından görüntülenebilecektir. (Bu mesajı sadece siz görüyorsunuz)